.

Göçe ve Kurmacaya Dair

Menekşe Toprak

Göçün altmışıncı yılı kutlanıyor bugünlerde ama sen oturup da konuyla ilgili aklı başında bir makale yazamadığını, yazmak istemediğini biliyorsun. Çünkü kişisel hikâyen saklı onda. Sayılar ve istatistiklerle desteklemek istemeyeceğin hayat deneyimin. Üstelik oradan el alan tanıklıklarınla yazdıkların ortada. Günlük yaşamda bulamadıklarını ta baştan itibaren edebiyatta buldun, anlatamadıklarını da yine onun diliyle anlattın. Hem saklanabildiğin bir mecra oldu edebiyat hem de hakikatli cümlelerini kurulabildiğine inandığın biricik alan. Öykü yazmanın, roman kurabilmenin, kurmaca dünyasında gezinmenin nedeni de bu değil mi zaten?
Ama yine altmış yıl önce başlayan bu göçe şimdi şöyle uzaktan bakarken çok şaşırıyorsun: Milyonları yurdundan eden, diğer başka milyonlara yeni bir yurt veren, aileleri parçalayan, melez yeni aileler kurduran… İki ülke arasındaki bir anlaşma nelere mal olmuş, ne muazzam değişimlere yol açmış böyle? Senin ve ailenin kaderine nasıl yön verdiğini ise en çok Temmuz Çocukları romanını yazarken kavramıştın. Kişisel ve aile tarihini de aşan bir düşünme, bir araştırma süreci sunmuş sana bu roman. Şimdi ise bunları düşünürken aslında tam olarak anlatmadığın ama kim bilir kurduğun kaç ayrı cümle ile etrafında dönüp dolaştığın bir başlangıca takılıp duruyor aklın. Milyonları kapsayan bir istatistiksel eğrinin minicik bir noktasında, yıllar öncesindesin. Yılları diline almaya korkuyorsun, öyle kabarmış rakamlar.
Ama hatırlıyorsun işte.
Çocuksun ve koyu, yağmurlu ve soğuk bir kenttesin. İlk kolonya markası olarak bilinen Cologne 4711’in üretildiği ama senin en çok babanın memleketten getirdiği limon kolonyası ve nem kokusuyla hatırladığın Köln kentindesin. İlkokul üçüncü sınıfın ilk, ağustos ayının son günleri olmalı. Öyle olmalı, çünkü pek çok detayı hatırlamıyorsun. Ama kulağında bir flüt sesi ve dilinde bugün hâlâ ne zaman bir çocuğu oyalamaya kalkışsan o dönemlerden kalma iki şarkı var. Biri Hav hav benim cici köpeğim, diğeri ise Kuşların Düğünü adını taşıyan bir Almanca şarkı – ki şarkının nakaratını öğrenmen bile başlı başına bir dertti: Fidirallala, fidirallala, fidirallala.
Aslında tüm bunları detaylarıyla hatırlamanın bir önemi de yok. Ne de olsa geçmişi yeniden yeniden yaratabilme şansına sahipsin her zaman. Kim bilebilir ki bu hatırladıklarını, kim onun doğruluğuna ya da yanlışlığına müdahale edebilir?
Ablanın bol paçalı pantolonları, apartman topuklu ayakkabıları, şile bezinden elbiseleri, incecik alınmış kaşları fotoğraflarda da sabit. Fotoğraflardaki bu ablayı ve kıyafetlerini çok güzel bulduğunu, bol paçalı bir pantolonu arzuladığını hatırlıyorsun. Ama çok geçmeden modanın en korkunç, en çirkin dönemi başlayacak: Seksenler. Yazık ki büyürken seksenlerin modasına uyan ergenlerden biri olacak ve bir ergen olarak tam da artık yerleşmiş ve pek sevmiş olacağın Köln şehrini terk etmek zorunda kalacaksın. Başka bir göç bu. Geri göç diyenler var buna ama değil. Senin için on beş yaşında sürgünlük, olsa olsa. Ama henüz var buna. Henüz ilkokul üçe yeni başlamış, yabancısı olduğun Köln’desin. Kıyafetlerine pek özendiğin ablanın bol paçalı pantolonlarından sana da alınmış olabilir. Ne de olsa okula giderken önlük giymek zorunda değilsin bu ülkede. Ah, evet, pantolon giymeyi seviyor, beyaz yakalı, kara önlüğün yokluğuna çok hızlı alışıyorsun.  

Eigelstein Kalesi


Oturduğunuz eve en yakın okulda, senin gibi Türkiye’den yeni gelmiş göçmen çocuklar için açılmış özel bir sınıftasın. İlk olarak hangi yetişkinin elini tutarak okulun yolunu öğrendiğini hatırlamıyor ama boynundaki bir ipte silgisi ve ev anahtarı da olan bir çocuksun işte. Sadece kim bilir kaç yüz bininci göçmen ailenin memleketten getirdiği kaç yüz bininci çocuktan biri değil, aynı zamanda istatistiklere göre iki ebeveyni birden çalışan çocuklardansın. Anne babanın sabahın çok erken saatlerinde işe gittiği, gitmeden önce bir çalar saati de sizler için kurduğu bir işçi ailesinin çocuklarından biri hem de. Akşamdan korku dolu ve güvensiz bakışlarla “Okuldan doğruca eve gelinecek! Dışarı çıkmak yok!” tembihleri. Okuldan eve döndüğünde yetişkinlerin henüz eve gelmemiş oldukları bir hayat bu ne de olsa. Bir yıl sonra âşık olduğu gençle çok erken yaşta evlenecek olan ablan tamgün bir meslek okuluna devam ederken iki yaşındaki kardeşine üst katta oturan Konyalı bir teyze bakıyor annen işteyken.
Böyle bir hayat işte. Aslında şimdi uzaktan o hayata bakarken anımsadıklarının bir romanın başlangıcına bile gidebileceğini görüyorsun. Kötü bir başlangıç sayılmaz. Hem romanda hem de gerçek hayatta. Zaten birkaç ay sonra kendini o hayatın içine yerleştirdiğinde mutlu olmanın yollarını da bulacaksın. Sabahları çok erkenden uyandığında annenin saat beşlerde işe gidişine tanıklık edecek, yetişkinlere öfkelenmeden önce acımayı öğreneceksin. Ama yine de o küçük kız adına bugün bile, eskisi kadar olmasa da, öfkelendiğin oluyor. Bu öfke sana kaç ayrı cümle kurdurdu, önünde kaç hikâyenin yolunu açtı, kim bilir. İlk kitabın Valizdeki Mektup’taki bazı öykülerin böyle yazılmadı mı? Sadece öfkeyle değil, anlamak ve affetmek için de kurulan cümleler. Çünkü ta o zamandan kısacık ömrünün yarısını anne babadan uzakta, kısmen ilçedeki esnaf dedenin (annenin babası), kısmen de baba tarafından bir büyük dayının yanında geçirmiş bir çocuktun.   
O halde dönelim yine kolonya gibi güzel bir kokuya adını veren şehre. Fransız işgalcilerinin mutlak kontrolü kurabilmek için şehirdeki evleri numaralandırdığını ve 4711 numaralı adreste üretilen kolonyanın 1830’lu yıllardan itibaren Cologne 4711 markasıyla pazarlanmaya başlandığını Temmuz Çocukları’nı yazarken öğreneceksin daha. Çocukken her gün kapısından geçtiğin ünlü Eigelstein kalesinin tarihine de yine romanı yazarken dönüp bakacaksın. Kalenin burçları altından kuşları, pazarcı bir kadını, Klaus’u ve kar tanelerini geçireceksin. En gerçekçi anda lapa lapa masallar yağdıracaksın kendin için, okur için.
Ama henüz küçüksün ve çok yenisin şehirde. Orta çağdan kalma kalenin kapısından geçip okula gidiyor, dönüşte ise kaleye bir yan sokağı dolanarak varıyorsun. O sokakta tanıdık kokular var: Börek, lahmacun, simit, pide kokuları…  Annenle baban hafta sonları alışveriş yapıyorlar burada, ablan Türkçe kasetler satın alıyor. Bu sokakta bir Türk sineması bile var. Ailece ilk Yeşilçam filmini burada izliyorsunuz: Filmin adının Neşeli Günler olduğunu yine romanı yazarken araştırdığında hatırlayacaksın. Hiç görmediğin İstanbul filmde öyle büyüleyici ki. Şener Şen’e katıla katıla gülüyorsunuz, parçalanan aileye ise en çok annen üzülüyor. O sinemanın yerini ise birkaç yıl sonra VHS-Beta   video kasetleri alacak. Aslında  nesneleri ve dükkânlarıyla o sokağın geçirdiği değişimin anlatılmasıyla bile koskocaman bir göç tarihinin yazılabileceğini Temmuz Çocukları’nı kaleme alırken kavrayacaksın. Ama sen romanda odaklandığın hikâyenin izin verdiği kadarını yazacak, sokağın geçirdiği değişime ise Klaus adlı 68 kuşağı bir Alman’ın gözüyle bakmayı deneyeceksin. 

Menekşe Toprak, Berlin metrosunda.


Ama oraya varmana daha çok var. Üstelik sana o romanı ve diğerlerini yazdıracak olan şeyin keşfini bile yapmadın henüz. Ne yaşarsan yaşa, en kötü anında bile sana şifa olacak bir keşif bekliyor seni o sokakta: Kitaplar. Kitaplarda anlatılan hikâyeler. Ve o kitapların sergilendiği bir kitabevi.
Türkçe kitaplar satan bir kitabevi bu. Almanca bilmeyen ve gün boyu kendini çok yalnız hisseden bir çocuğa anadilinde verilmiş en büyük armağan. Hikâye dinlemeyi seven, gerçek yaşamın donuk yüzünden kaçıp kurmacanın dünyasında büyülenmeyi seven bir çocuğun yapabileceği en muazzam keşif bu.
Burada aldığın ilk kitap şimdi adını hatırlamadığın bir resimli çocuk kitabı. Körü körüne uzandığın bu kitap seni başka bir kitaba götürüyor, o da bir başkasına. Kitaplar aydan aya çoğalıyor, resimli kitapların yerini hikâye kitapları alıyor. Tabii sana verilen kısıtlı harçlığın yetmiyor onları satın almaya. Sen de evdekilerin haftalık süt parası için verdiği parayı okula vermek yerine kitaba yatırıyorsun. Çok geçmeden de ortaya çıkıyor bu. Öğretmen anneni okula çağırıp ona süt parasının neden ödenmediğini soruyor, büyüme yaşındaki bir çocuğun süt içmesi gerektiği söylevini çekiyor. O akşam kıyamet kopuyor evde. Annen öğretmenin karşısında yerin dibine geçtiğini, süt parasını okula vermediğine göre, onunla ne yaptığını bilmek istiyor. Çok korkuyor annen. Henüz küçüksün ama kötü bir şeylere alışmandan ödü kopuyor. Ne de olsa anne babaya biraz yabancı, biraz dargın, sessiz bir çocuk var karşılarında. Annenin aklına süt parasının evde biriken kitaplara yatırıldığı hiç gelmemiş. O sıralar Kemalettin Tuğcu’nun öksüz çocuklarından birinin hikâyesini okuduğundan da haberi yok. Bir fabrika işçisi annen ne de olsa. Üstelik öyle yorgun ki sadece gördüklerine inanmış. Bir köşede sessizce kitaplarına gömülen kızının sunduğu resim pek hoşuna gitmiş. Kendinden esirgenmiş olan eğitimi ve okumayı çocuklarına yakıştırmış çünkü. Üstelik o günlerde aklı Türkiye’deki iki oğlunda. Ne de olsa memleket pek karışık. Babanla konuştukları tek konu bu. Oğullarını yaz tatilini beklemeden yanlarına getirmeye niyetliler. Öyle de yapıyorlar. Zaten çok geçmeden de 12 Eylül Darbesi’nin haberini Türkiyeli göçmenlerin biricik haber kaynağı olan Köln Radyosu verecek.
O gün süt parası krizini nasıl atlattığınızı hatırlamıyorsun. Ama yavaş yavaş büyüdüğünü, Almanca’yı öğrenmeye, normal bir Alman sınıfına gitmeye ve sadece Türkçe değil Almanca kitaplar da okumaya başladığını iyi hatırlıyorsun. Altıncı sınıfta, sınıf öğretmenin Frau Gerards sana Michael Ende’nin Die unendliche Geschichte (Bitmeyecek Öykü) romanını hediye ediyor. Eline aldığın Almanca ilk büyük roman bu. Romanın giriş kısmına bayılıyorsun çünkü tavan arasında kitap okumayı seven Sebastian’da adeta kendini buluyorsun. Sen Sebastian gibi şişman değilsin ama cılızsın, küçüksün. En az onun kadar asosyal bir çocuksun.
Evde üç oğlanla beraber büyüyorsun ama kendi dünyandasın. Kocaman mutfağınızın L şeklindeki oturma grubunun kısa köşesi sana ait. Kimse dokunmuyor sana. Üstelik artık mahallenin kütüphanesi de var hayatında. Kütüphanede Kemalettin Tuğculardan sonra okumaya başladığın aşk romanları yok ama tadına varacağın muazzam romanlar bekliyor seni. Türkçe kitaplarla dolu kütüphanenin bu köşesinde kederli yüzlü amcalar masalara serdikleri Türkçe gazeteleri okuyorlar. Türkiye’de darbe olduğunu biliyorsun ama onların 12 Eylül’ün mezaliminden kaçmış siyasi göçmenler olduklarını aklına bile getirmiyorsun. Siyasetten ve yetişkinlerin dünyasından çok sıkılıyorsun fakat yetişkinler için yazılmış romanları keşfediyorsun işte. Kemal Bilbaşar’ın Başka Olur Ağaların Düğünü’ndeki kızla aynı ismi taşıyor olmak hoşuna gidiyor, üstelik Fransızca’dan çevrilmiş bir romanda genç kızın Violette adını taşıdığını ve romanın bir yerinde violette’nin menekşe anlamına geldiğini öğreniyorsun. Ergenliğe doğru evrilen bir dönemde karşına çıkan sürprizler bunlar. Orhan Kemal’in yoksul kızları nasıl da güzeller. Hanımın Çiftliği’nden Vukuat Var’a, oradan da El Kızı’na uzayan bir liste. Öğretmenin sana Yaşar Kemal’in Memed, mein Falke romanını hediye ediyor ve sen Yaşar Kemal’i ilk kez Almanca’da keşfediyorsun.       
Ama bir de hayat var. Büyümek ve gövdeyi keşfediş var. İlk aşk sancıları, acıları ve korkular var. Anne baba ise belli ki gurbet dedikleri bu yerde anlamadıkları bir dilde büyüyen ve kontrolleri dışındaki bir hayata yerleşmeye başlayan bu kız çocuğunu ürkerek izliyorlar. Alman hükümeti ise göçmenlerin ülkelerine geri dönmesi için çareler arıyor o sırada. Ve derken, sen on beşinde Ankara’da üniversiteye giden teyzelerinin, dayının ve iki yıl önce kendi arzusuyla onların yanına yerleşmiş olan ağabeyinin yaşadığı öğrenci evine gönderiliyorsun. Köln’deki hayat bitiyor. Senin için yeni bir göç başlıyor.

Toprak, sonbahar 1985, Ankara.


Ankara’ya alışma dönemi, pek sancılı. Kitaplara dahi küstüğün upuzun bir yıl. Sonra unutuşlar. Sonra nedense Almanya’yı hep soğuk, pek itici bir yer olarak hatırlamaya başlayışın. Ve artık çok sevdiğin Ankara. Derken, yıllar yıllar sonra Berlin’e gidişin…
Senin kaderini kim çizdi sahi? Ekonomik mucizesini gerçekleştirmek için ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya ile o ucuz işçiyi kendisine sunan Türkiye hükümetlerinin imzaladığı bir sözleşme mi? Yoksa aslında kaderini çizen, küçük bir çocuk olarak yabancı bir şehirde ve dilde karşına çıkan bir kitabevi mi? Belki de seni bugünkü sen yapan bir karşılaşmaydı bu. Çünkü aslında hayatı hep böyle yaşadın, böyle yaşamaya da devam ediyorsun. Ne zaman karanlığa ve soğuğa çarpsan bir kitapla aydınlanıyor, kurduğun cümlelerle, bir süreliğine de olsa, yüklerinden kurtuluyorsun. Ama tüm bunların yine de, temeli sen doğmadan çok önce atılmış olan bir göçle ilgili olduğunu herhalde inkâr edemezsin.