Muhsin Ertuğrul ve Bölge Tiyatroları

muhsın ertugrul

Cengiz Korucu

Çağdaş Türk tiyatrosunun oluşumunda büyük emekleri ve katkıları bulunan değerli tiyatro insanı Muhsin Ertuğrul, 13 Eylül 1954’te Cevat Memduh Altar’ın görevine son verilmesinden sonra 30 Eylül 1954 tarihinde yeniden Devlet Tiyatrosu ve Opera Genel Müdürlüğü’ne getirildi. Üçüncü Menderes hükûmetinin iktidarda olduğu dönemde, o zamanki Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı’nın önerisi ve üçlü kararname ile genel müdürlük koltuğuna oturdu. Müzik tarihçisi ve kuramcısı, eğitimci, yazar, çevirmen olan deneyimli bürokrat Cevat Memduh Altar ise Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne atandı.

Cevat Memduh Altar

Cevat Memduh Altar Döneminin Bilançosu

Aslında Devlet Tiyatrosu’ndaki bu görev değişikliği pek sürpriz bir değişim değildi. Altar’ın beşinci sezondaki genel müdürlüğü sırasında, kurum sanatsal bakımdan kendisinden beklenen atılımı gerçekleştirememiş, çalışma disiplininden yer yer uzaklaşılmış; Devlet Tiyatrosu’nun kuruluş ilkelerinden ödünler verilmişti. Arşive dalıp o yılların gazete ve dergilerini tek tek taradığımda çıkan sonuç pek de iç açıcı görünmüyordu doğrusu. Evet, Altar görev başındayken birtakım usulsüzlükleri, yolsuzlukları açığa çıkarmış, kurumun idari bakımdan aksayan işleyişini hâle, yola koymuştu. Oyuncuların özlük haklarında yeni düzenlemelere gitmiş, ücretleri ve emeklilikleri adına önemli kazanımlar elde etmişti. Sanatsal açıdan tiyatro kökenli olmadığı için Millî Eğitim Bakanlığı’nın daveti ile Carl Ebert’in tekrar Ankara’ya gelmesini istemiş, ona hem Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası adlı oyununun rejisini yaptırmış, hem de Devlet Tiyatrosu hakkında rapor hazırlattırarak kurumun dışarıdan bir gözle ele alınmasını sağlamıştır. Carl Ebert’in raporu doğrultusunda idari ve sanatsal işleri birbirinden ayırmış, tiyatronun mutfağından gelmediğinden ötürü Renato Mordo’nun Türkiye’den ülkesine dönmesi üzerine ondan boşalan Devlet Tiyatrosu ve Operası’nın başrejisörlük makamını yurtdışından Alman tiyatro insanı Arnulf Schröder’i getirtmişti. Bunlar Cevat Memduh Altar’ın genel müdür olarak hanesine yazılacak olumlu yönleriydi. Ama olumsuz bulunan pek çok yanı da vardı. Şöyle ki; provalar esnasında kimi oyuncularda ezber zafiyeti yaşanmış, onların işlerine olan sorumsuzlukları nedeniyle temsillerde kalitesizlik öne çıkmıştı. Takım oyunculuğu anlayışı zaman zaman bazı oyuncular tarafından delinmiş, kişisel hırslara yenik düşülerek oyunu öne çıkarmak yerine kendi egolarına hizmet ederek alkışlanmayı ummuşlardı. Tiyatroda çalışma uyumu bozulmuş, oyuncular arasında çeşitli nedenlerden dolayı huzursuzluklar çıkmış, kurum içindeki sorunlar ister istemez seyirciye de yansımıştı. Sağlık nedenleriyle provaların aksaması, oyun iptalleri Devlet Tiyatrosu’nun düzenli olarak perde açmasını engellemiştir.

Siyaset Kulislerinde Muhsin Ertuğrul Adı Konuşuluyor

Başarısızlıkla sonuçlanan beşinci sezonun ardından gözler genel müdüre çevrildi. Beklentilere yanıt veremeyen kurumda kötü gidişe dur demek için fatura Cevat Memduh Altar’a kesildi. Millî Eğitim Bakanı Celâl Yardımcı, yeni genel müdür adayının kim olacağını henüz resmi bir ağızla açıklamasa da, tiyatro çevrelerine siyaset kulislerinden sızan duyumlara göre bu göreve Muhsin Ertuğrul’un getirileceği haberi çoktan bomba gibi düşmüştü. Öyle ki; bu konuya o yılların gözde yayın organlarından “Akis” dergisi, sayfalarında şöyle değiniyordu:

“(…) Küçük Sahne’nin başrejisörü Muhsin Ertuğrul’un Devlet Tiyatrosu Umum Müdürlüğü’ne getirilmesi kararlaştırılmıştır. Bu kararın tahakkuk edip etmeyeceği hakkında kat’i bir bilgimiz yok. Zira bu maarif vekilliğinin olduğu kadar hatta ondan da çok Muhsin Ertuğrul’un muvaffakatine bağlı bir iştir ve Muhsin Ertuğrul’un böyle bir teklif karşısında ‘hay-hay’ demeyeceği aşikardır. Bu o kadar aşikardır ki Muhsin Ertuğrul, kendisinin Devlet Tiyatrosu’ndan uzaklaştırılması için tiyatroda nasıl bir kampanya açıldığını ve talebelerinden bazılarının aleyhindeki faaliyeti nerelere kadar götürdüklerini unutacak bir adam olmadığı gibi, hasımları da hepsi değil fakat ekserisi -pişman bulunsalar bile halen kadrodadırlar.”[1]

Ardından “Akis” dergisi yazarı; Muhsin Ertuğrul’un devlet dairesi zihniyetiyle yönetilen kuruma idari işlerden sorumlu genel müdür mü yoksa sanatsal işleri programlayan başrejisör mü olacağını soruyor ve ekliyordu:

“(…) Yahut da işimize geldiği şekilde tefsir ettiğimiz intendanlık vazifesi mi yapacaktır?”[2]

“Akis” dergisi açıkça Muhsin Ertuğrul’un hangi sıfatla Devlet Tiyatrosu’nun başına geçeceğini sorguluyordu. Oysa Muhsin Ertuğrul, Türk tiyatrosu adına o sıralar tartışmasız bir otoriteydi. Hatta Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü için de en uygun adaylardan biriydi diyebiliriz. Ancak “Akis” dergisi yazarına göre; onun da sahne insanı olması ve sanatçılara özgü kimi kaprislerden kurtulamamasından dolayı böylesi önemli bir makamda görev yaparken, kendisinin de bazı zafiyetleri bünyesinde barındırma olasılığı her zaman su götürmez bir gerçekti. O yüzden genel müdür olarak görev yaparken yetki ve sorumluluklarını çalışma arkadaşlarıyla paylaşmasında yarar vardı. Aksi takdirde;

“(…) Mesela tek seçici olmakta ısrar etmesi, mesela hatalı olduğunu bilse dahi bazı ısrarlarını inat derecesinde, taassupla takip etmesi ve bilhassa sanatkârlar arasında ‘hissî’ tefrikler yapması…”[3] Onun idari yeteneklerine gölge düşürecektir diye uyarıyordu.

Yazar, Muhsin Ertuğrul’un “(…) sahne sanatını bütün cepheleriyle tetkik ettiğini, tiyatro tarz ve eserlerinin çeşitleri arasındaki farkları ayırt ve pek çok eser monte etmiş olması itibariyle…”[4] tek Türk başrejisörü olduğunu vurguluyor, ne var ki henüz “Ulusal Tiyatro”yu elinde bulunan olanaklara karşın bir türlü kuramadığına işaret edip onun eksiklerini sıralamayı ihmal etmiyordu.

NURULLAH ATAÇ

Muhsin Ertuğrul İkinci Kez Devlet Tiyatrosu ve Operası Genel Müdürü

Ve sonunda beklenilen değişiklik gerçekleşti.

Muhsin Ertuğrul, yeni sezonda perdelerin açılmasına birkaç gün kala Ankara’ya Devlet Tiyatrosu’ndaki eski makamına tekrar geri döndü. Genel müdür olduktan sonra gazete ve dergilerde konuyla ilgili birçok haber ve yazı yayımlandı. Nurullah Ataç, Oktay Akbal gibi gazeteci, yazarlar; siyasi iktidarın almış olduğu bu kararı yerinde bulanlar arasındaydı. Tabii bu atamadan memnun olmayanlar da vardı.

Ünlü yazar, çevirmen ve eleştirmen Nurullah Ataç; 5 Ekim 1954 tarihli “Son Havadis” gazetesinin “Komşu” adlı köşesinde “Muhsin Ertuğrul” başlıklı yazısında, büyük tiyatro insanı ile ilgili düşüncelerini şu sözlerle ifade ediyordu:

“(…) Muhsin Ertuğrul’un Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne yeniden getirileceği söyleniyordu. Sonra ‘doğru değil’ dediler. Geçen gün öğrendik, doğruymuş. İki yönden sevindim buna: Hem Muhsin Ertuğrul’u sevdiğim için hem tiyatroyu sevdiğim için. Muhsin Ertuğrul şimdi atmışını geçmiş bir kimsedir. En aşağı kırk yıldır sanat acunumuzda anılır. Kendisinden yakınanlar, düşüncelerini yanlış bulanlar, iş başına getirilince ayağını kaydırmaya çalışanlar olmuştur. Ama bunca yıldır ona bir küçüklük kondurabilen bir kişi gördünüz mü? Bağlıdır sanatına, kafasıyla bağlıdır, gönlüyle bağlıdır. Üne ermek için kolayını aramamıştır.”[5]

Muhsin Ertuğrul’un ikinci kez Devlet Tiyatrosu’nun başına getirilmesinden mutsuz olan bazı kişi ve çevreler, onun hakkında atıp tutmuş, sözü geçimsizliğine getirip aleyhinde pek çok yazı kaleme almışlardır.

İşte, Nurullah Ataç, aynı yazısında bu konuya da şu şekilde değiniyordu:

“(…) Muhsin Ertuğrul için geçimsiz derler. Elbette geçimsiz olacak. Düşüncesine bağlı, sanatına bağlı bir adam şunun bunun dediklerine, istediklerine boyun eğer mi? Uysallık gösterir mi? Elbette, kendi bildiğinde direnir. Böylece de ötekine berikine karşı kor. Adını geçimsize çıkartır. Ama siz Muhsin Ertuğrul’un bir çıkar kaygısıyla kimseyi kırdığını duydunuz mu? Kavgaları da gene sanatı uğruna, gene doğru bildiği şeyler uğrunadır.”[6]

Bazı Sanatçılar Muhsin Ertuğrul’un Genel Müdür Olmasından Rahatsız

Kurumun bazı oyuncuları da Muhsin Ertuğrul’un genel müdürlüğe getirilmesinden memnun olmamışlardı. Başını Nihat Aybars’ın çektiği bu sanatçıların kendilerince haklı nedenleri vardı. Can Gürzap Perde Arkasından: Devlet Tiyatrosu Gerçeği adlı kitabında bu meseleyi şöyle dillendirecekti yıllar sonra:

“(…) Tiyatronun önde gelen sanatçıları yavaş yavaş olgunluk çağına gelmekteydi. Cüneyt Gökçer otuz dört, Mahir Canova otuz dokuz, Salih Canar kırk iki yaşındaydı. Hiçbir zaman açık açık söylenmemesine rağmen Devlet Tiyatrosu’nu yönetecek olgunluğa ve bilgi birikimine sahip olduklarını düşünüyorlardı. Bu düşüncede önemli bir haklılık payı vardır. Peki, Devlet Tiyatrosu’nda Muhsin Ertuğrul’un dönüşünden mutlu olmayanlar nankörlük mü etmekteydi? Hayır. Kim olursa olsun, az ya da çok, bunlar yaşanacaktı. Devlet Tiyatrosu’nun o günkü kadrosu içinde Muhsin Ertuğrul’u sevmeyenler, sevenlerden fazladır. O kadro, gözlerini tiyatroya açtığında karşılarında bir baba gibi Carl Ebert’i görmüş, kendisine büyük bir aşkla bağlanmışlardır. Hangi gerekçe olursa olsun, Carl Ebert’e söz söyletmemişlerdir. Bu kadro, o günlerdeki Devlet Tiyatrosu’nun en güçlü isimleridir. Cüneyt Gökçer, Mahir Canova, Salih Canar, Şahap Akalın, Ertuğrul İlgin, Melek Ökte, Muazzez Kurdoğlu, Macide Tanır, bu isimlerin önde gelenleridir. Aslında Carl Ebert’e duydukları bu saygı, sevgi anlamlıdır ve doğrudur. Ancak Muhsin Ertuğrul’u sevmeseler de saygıda kusur etmemişlerdir. Böyle bir imada bile bulunduklarına tanık olmamışımdır.”[7]

Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne ikinci kez getirildiğinde atmış iki yaşındaydı. Kuruluşunun beşinci yılını tamamlayan Ankara’daki Devlet Tiyatrosu ise henüz emekleme döneminde olan küçük bir çocuktu. Muhsin Bey 21 Ağustos 1958 tarihine kadar geçen sürede Devlet Tiyatrosu’nu perdesini düzenli açan, provalarını disiplinle yapan, seyircisini her geçen gün artıran bir sanat yuvası hâline getirdi. Dört yıl boyunca burada elinden gelen çabayı ardına koymadan çalıştı, çabaladı. Daha çok temsil veren, daha çok seyirciden yana bir tutum sergileyen Muhsin Ertuğrul, Çocuk Tiyatrosu’nun temellerini atarken Devlet Tiyatrosu’nu da Ankara’nın biricik tiyatrosuna dönüştürmek için önemli girişimlerde bulundu. Ayrıca tiyatro etkinliklerini artırmayı amaçlayan Muhsin Ertuğrul, yeni sahnelere gereksinim duymuş, bu doğrultuda Ankara’daki “Türk Ocağı” binası gerekli onarım ve bakımdan geçirildikten sonra salonlarından biri Devlet Tiyatrosu’na kiralanmıştı. 4 Şubat 1956’da eski Halkevi binası “Üçüncü Tiyatro” adıyla kapılarını tiyatroseverlere açtı. Onu izleyen 5 Ekim 1956 tarihinde de Küçük Tiyatro’nun bulunduğu Evkaf Apartmanı’nın altındaki dükkânlardan oluşturulan atmış beş kişili “Oda Tiyatrosu”nu da hizmete sundu.

Bunların dışında, tiyatro sanatının yalnızca Ankara ile sınırlı kalmasına gönlü razı olmadı. Onun yurt içinde tanınıp yaygınlaştırılması doğrultusunda da ciddi adımlar attı. Bu düşüncelerini projelendirip yaşama geçirmek üzere kollarını sıvadı. Tabii Muhsin Hoca’nın ömrü boyunca canı gönülden isteyip de gerçekleşmesini bir türlü göremediği en önemli düşlerinden biri de bölge tiyatroları projesiydi. Onun bu projesinin çıkış noktasında tiyatro sanatını tüm Anadolu’ya taşıma, yayma düşüncesinin büyük rol oynadığını söyleyebiliriz.

Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatrosu ve Operası Genel Müdürü olarak göreve ikinci kez geldiğinde konuyla ilgili olarak kafasından geçenleri kamuoyunda paylaşmak için “Devlet Tiyatrosu” dergisinin Kasım 1954 tarihli 18. sayısında kendi kendisiyle söyleştiği “Hayali Bir Konuşma” yapıyor, yayınladığı yazısının bir yerinde sözü Bölge Tiyatroları’na getiriyordu:

“(…) Ülkenin belli başlı kentlerinde bölge tiyatro merkezleri kurmak… Kurulan bölge tiyatroları böylece o merkezin çevresinde büyük, küçük kentlerde, kasaba ve köylerde harekete geçecektir. Sanat kervanı yurdun en uzak köşelerinde oturan yurttaşın ayağına kadar bu yoldan gidecek, kapılarını çalarak ‘Açın, biz sizin için geliyoruz,’ diyecek; kent sinemalarında, kasaba kahvelerinde, köy meydanlarında gösteriler verecek(tir).”[8]

Zaten Muhsin Bey, iki yıl sonra “Cumhuriyet” gazetesinde yer alan “Bölge Tiyatrolarına Doğru” başlıklı yazısında yapmak istediklerini ayrıntılı bir biçimde dillendirecekti.

“(…) ben, memleketimiz için her biri en az on vilayeti dolaşmak vazifesiyle yurdun yedi yerinde Bölge Tiyatro merkezleri kurmanın lüzumunu belirtmiştim. Benim tasavvuruma göre, biri Erzurum’da olmak üzere Kuzeydoğu Bölgesi Tiyatro Merkezi, biri Diyarbakır’da olmak üzere Güneydoğu Tiyatro Merkezi, biri Samsun’da olmak üzere Kuzey Bölgesi Tiyatro Merkezi, biri Adana’da olmak üzere Güney Bölgesi Tiyatro Merkezi, biri İzmir’de olmak üzere Ege Bölgesi Tiyatro Merkezi, biri Bursa’da olmak üzere Marmara Bölgesi Tiyatro Merkezi ve biri Edirne’de olmak üzere Trakya Bölgesi Tiyatro Merkezi olacaktı. Orta Anadolu’nun on vilayeti de Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sınırı içine giriyordu.

Bu teklif ve bu tasarının gerçekleşeceği mesut günü beklemeden Devlet Tiyatrosu, ileride payına düşecek olan vazifeye şimdiden kendisini hazırlamak, civar vilayetlerde sürekli temsiller vermek yoluna girmiştir. Bugün Konya, yarın Eskişehir, öbür gün Kayseri, Çorum, Yozgat, Çankırı, Bolu, Afyon, Uşak, hep giriştiğimiz bu ideal hedefin içindedir. Böylelikle seyirci adedini biraz yükseltebilirsek, hedefimize varırsak rahat edeceğiz.”[9]

CAN GÜRZAP

Avrupa’daki Bölge Tiyatroları

Muhsin Ertuğrul, çıktığı yurt dışı gezilerinde birçok ülkenin kültür ve sanat ortamını yerinde izleyip, o ulusların tiyatrolarını yakından tanıyıp inceleme fırsatını bulmuş bir tiyatro adamıydı. Bu gezilerinden Türkiye’ye her dönüşünde Batı’yla aramızdaki farkı nasıl kapatabiliriz sorusuna daima yanıt aramış, her konuda olduğu gibi bu konuda da görgü ve bilgileriyle bizlere öncülük etmişti.

İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermesiyle başlayan süreçte, yalnızca coğrafi konumlar bakımından haritalarda değişiklikler olmadı. Aynı zamanda yeni demokrasi anlayışıyla yönetilen devletlerde bu durum, onların kamusal alandaki görev ve hizmetlerinin yanında kültür ve sanat etkinliklerine de yansımış ve yönetim biçiminde ademimerkeziyetçiliği (yerinden yönetim) öne çıkarmıştı. Bu görüş ve düşünceden hareketle yola çıkan kurumlar (yerel yönetimler-belediyeler), kendilerine yeni politikalar oluşturmuşlar, çalışmalarını bu politikalar çerçevesinde uygulamaya sokmuşlardı. Bu anlayışın giderek işlerlik kazanması sonucunda, tiyatro sanatının yurdun dört bir yanına, her yaştan, her kuşaktan bütün yurttaşlara götürülmesi için yoğun çabalar sarf edilmişti.

Tiyatro sanatı adına Avrupa’da başlayan bu uygulama, sanatçılar, aydınlar ve kültür adamları arasında da yoğun ilgi görmüş, Muhsin Ertuğrul’un önderliğinde ülkemizde de Bölge Tiyatroları’nın kurulması için ilk tohumlar atılmıştı.

Devlet Tiyatroları Konya’da

Muhsin Ertuğrul, Bölge Tiyatroları projesini tartışmaya açtığında, yasa tasarısının kesinlik kazanmasını beklemeden, başkent dışındaki çevre illere ve ilçelere de tiyatro götürmek için bir seferberlik ilan etti. 1956 yılında, yeni tiyatro sezonu başlamadan önce, nabız yoklamak üzere Konya’ya gitti. Muhsin Bey’e eşlik edenler arasında Şeref Gürsoy ile Cüneyt Gökçer de vardı. Bu ziyaretin nedenini gazeteler, eski Halkevi binasının onarılıp Konya Devlet Tiyatrosu adıyla açılacağı şeklinde verdi. Devlet Tiyatrosu 15 ve 16 Eylül gecelerinde Konya’ya gelerek Cevat Fehmi Başkut’un yazdığı Harput’ta Bir Amerikalı adlı oyunu Konyalılara oynadı. Ardından Garson Kanin’den Leyla Erduran’ın çevirdiği Dünkü Çocuk piyesini sergiledi. “Ulus” gazetesinde yazan A. Cemal Arı (Suat Taşer) bu turneyi şöyle değerlendiriyordu:

“Şimdilik yalnız haftanın iki gecesinde verilecek temsillerin bütün biletleri aboneler tarafından kapışılıvermiştir. (…) Bir bakıma tiyatro seferberliği diyebileceğimiz Bölge Tiyatroları teşebbüsünün, gide gide öteki şehirlerimize de sirayet etmesini temenni ederiz.”[10]

Muhsin Ertuğrul kararlıydı. Bölge Tiyatroları yerleşik olarak henüz kurulmamış olsa da Devlet Tiyatrosu, başkentin dışında sürekli gösteriler verebilirdi. Ona göre bu işin çözümü turnelerde yatmaktaydı. Ankara’dan gezici olarak çıkacak gruplar, İzmir, Bursa ve Adana’da tiyatroseverlerle buluşacak, onlara piyesler oynayıp tekrar merkeze dönebilecekti. Sezon başlamadan bu doğrultudaki çalışmaları hızlandırdı. Sanatçılar arasından seçtiği turne başkanlarını bu yerlere gönderip ön hazırlıklar yaptırdı. Kamu kurumlarından, basından ve halktan aldığı desteklerle tiyatro sanatını tanıtıp, geniş kitlelere sevdirmeyi başardı.

Tam bir seferberlik anlayışıyla yapılan Bölge Tiyatroları hareketi, ülkemizin kültür ve sanat yaşamında artık yeni bir dönemin habercisi oldu. 15 Eylül 1956 yılında Konya’da başlayan bu girişim, kısa sürede çığ gibi büyüyüp yurdun dört bir yanını kuşattı. Cevat Fehmi Başkut’un Harput’ta Bir Amerikalı, Garson Kanin’in Dünkü Çocuk, N. Richard Nash’ın Yağmurcu‘su, Edmund Morris’in Tahta Çanaklar‘ı, Louis Verneuill’in Devlet İşleri, Celal Esat Arseven-Salah Cimcoz’un Üçüncü Selim ile Thorton Wilder’in Çöpçatan‘ı Eskişehir, Kırıkkale, Kayseri, Adana ve İzmir kentlerinde büyük yankılar uyandırdı.

FOTO: ARA GÜLER

Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra

Muhsin Ertuğrul, halkın yoğun ilgisinden çok memnun kalmış, hatta 4 Kasım 1956 tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde kaleme aldığı bir yazısında Konya kentini Strasbourg’la karşılaştırmaya bile soyunmuştu:

“Şimdi bize dönelim ve ilk Bölge Tiyatrosu tecrübesini yaptığımız Konya’da duralım. Strasbourg’a nispetle Konya’nın nüfusu 93.125, yani daha azdır. İlk oynanan piyes dört defa tekrarlanmıştır. Şayet dört defa daha oynansaydı, eminim ki yine dolacaktır. Üstelik Konyalılar bütün tiyatro mevsiminde, dört gece doldurmak üzere abone olmuşlardır. Orada temsillere iştirak eden sanatkarlarımız iki defa mesut olduklarını tekrarlıyorlar. Biri Konya’da oynamış olmanın hazzı, öteki de hemen çok nadir rastlanan yüksek duygulu, hassas ve anlayışlı, aydın bir seyirci kitlesiyle karşı karşıya gelmenin zevki. Eğer sahneden savrulan nükteler, seyircide akisler yaratmazsa, o sahnede temsilci alıcısı olmayan radyo neşriyatına benzer, boşa gider. Halbuki aziz Konyalılar, birçok yerlerde meskut geçen ince nüktelere ilgisiz kalmıyor ve temsili azami derecede alaka ile takip ediyorlarmış. Arkadaşlarım, Konyalıların tiyatroya giriş ve çıkışlarında sezdikleri asalete, oturuş ve kalkışlarında gördükleri vekar ve olgunluğa hayranlıklarını anlata anlata bitiremiyorlar.

Bütün bu sitayişleri dinledikten sonra ibadete ilk defa musikiyi, raksı, şiiri ve ahengi sokan Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin niçin Konya’yı seçtiği daha iyi anlaşılıyor. Biz Konya’yı, Ankara Devlet Tiyatrosu’nun ara sıra temsiller vermeye gidecekleri bir şehir olarak tasavvur etmiştik. Kısa tecrübemiz, bizim yanıldığımızı göstermek istidadındadır. Konya, başlı başına, daima temsiller verecek ve civarın tiyatro ihtiyacını karşılayacak bir merkez olmaya namzettir. Öyle sanıyorum ki, Konya, bütün vilayet merkezlerimize bir sanat öncüsü, bir kültür önderi olmuştur.”[11]

Muhsin Bey’in elli yıl önce yaptığı bu saptama çok yerindeydi. Çünkü Konyalılar, daha o yıllarda, yerleşik bir tiyatro arzusuyla yanıp tutuşmakta, her gece perdelerini açacak olan bir sahnenin seyircisi olmak için sabırsızlanmaktaydılar. Kısmet kırk yıl sonrayaymış. Bu özlem 1997 yılında son buldu.

GAZETE


[1] “Akis” dergisi. 21 Ağustos 1954. Sayı: 15.

[2] A.g.e.

[3] A.g.e.

[4] A.g.e.

[5] Nıurullah Ataç. Son Havadis. 5 Ekim 1954.

[6] A.g.e.

[7] Can Gürzalp. Perde Arkasından: Devlet Tiyatrosu Gerçeği. Remzi Kitabevi. Birinci basım. Haziran 212. S. 105

[8] Muhsin Ertuğrul, “Hayali Bir Konuşma”, Devlet Tiyatrosu dergisi, Kasım 1954, sayı: 18.

[9] Muhsin Ertuğrul, “Bölge Tiyatrolarına Doğru”, Cumhuriyet, 25 Eylül 1956.

[10] A. Cemal Arı, Ulus, 22 Eylül 1956.

[11] Muhsin Ertuğrul. “Strasburg ve Konya”. 4 Kasım 1956. Cumhuriyet.