.

Kadın, Hekim, Yazar (II): Beulah Parker

Burcu Alkan

Nawal el Saadawi’nin hayat hikâyesine değindiğim önceki yazıda yazarın hekimlik deneyiminden bahsederken psikiyatri tercihine dair fazla bir detay bulamadığımdan dem vurmuştum. İki ciltlik otobiyografisinden ve Hidden Face of Eve (Havva’nın Saklı Yüzü) kitabının ilk birkaç bölümünden anladığım kadarıyla henüz bir köy doktoruyken karşılaştığı ve tanı koyduğu tecavüz/travma vakası gibi deneyimlerin sıklığı ve çokluğu karşısında ezilen, yok sayılan, nesneleşen kadınlara yardım arzusuyla bu alanı seçmiş görünüyor. Hekimlik mesleğini sistemik toplumsal sorunlar, yoksulluk ve eşitsizlik karşısında yetersiz bulup yazarlığa yönelen Saadawi’nin uzmanlık alanını da feminist bir duruşun devamı olarak seçmiş olması şaşırtıcı değil. Yine de bu seçimin olası duygusal yükünde otobiyografilerdeki hırslı, hisli ve mücadeleci kız çocuğunu görmek mümkün.

Saadawi hakkında yazdığım yazıyı aslında tek başına düşünmüştüm. Fakat kütüphanede Memoirs of a Woman Doctor (Bir Kadın Doktorun Anıları) kitabını ararken bambaşka bir yazar ve hikâye keşfettim ve bu ikinci yazıyı kaleme almaya karar verdim. Bahsettiğim ikinci kadın-hekim-yazar, Beulah Parker bilinmeyen bir isim, çünkü Parker geleneksel anlamda bir yazar, daha doğrusu edebiyatçı değil. Kendisi bir psikiyatrist ve yazdığı kitaplar daha çok bu alanda deneyimlerini aktardığı, yer yer kendi kişisel anlatısına da yer verdiği, kurgu dışı veya yarı kurgu metinler. Bu açıdan Irvin Yalom’unkine yakın bir üslubu var denebilir.

Hakkında yazmaya ve onu Saadawi ile ilişkilendirmeye karar verme nedenim bambaşka hayatlara sahip bu iki yazarın deneyimlerinin birbiriyle kesişimsel bir noktada örtüşmesi. Mısır’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde, farklı toplumsal gerçekliklerde yetişerek hekimliği seçmiş ve yazarlığa yönelmiş bu iki kadının kişisel gelişimlerinde ve hekimlik deneyimlerinde modernitenin kültürlerinde yarattığı dalgalanmaların izini sürmek mümkün. Hikâyelerindeki hem çok farklı hem çok benzer örüntüleri karşılaştırmalı olarak okumaksa oldukça aydınlatıcı.

A Mingled Yarn; Karmaşık Bir Aile Hikâyesi

Beulah Parker’ın hayatı hakkında bilgi bulmak zor. 1912’de doğmuş ve 2007’de ölmüş. Eğitimini Bryn Mawr Koleji (yüksekokul), Columbia Üniversitesi (pediatri) ve Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de (psikiyatri) tamamlamış. Başlığından dolayı onu keşfetmeme neden olan Memoirs of a Woman Doctor (1987, Bir Kadın Doktorun Anıları) ve onun öncülü niteliğindeki A Mingled Yarn (1972, Karmaşık Bir Hikâye) kitaplarında ise oldukça detaylı bir aile hikâyesi ve hekimliği seçme anlatısı mevcut.

İki karakterin de aslında kendisini temsil ettiği bir hasta-doktor diyaloğu şeklinde kurgulanmış ilk “otobiyografi”si A Mingled Yarn ailenin tek erkek çocuğu olan abisinin babasıyla kurduğu -daha doğrusu kuramadığı- ilişkinin abisinin üzerinde yarattığı psikolojik baskıya ve zamanla babanın eksikliğiyle iyice büyüyen bu baskının tetiklediği psikozun arka planını oluşturmaya odaklanıyor. Velhasıl, abisinin tanı konulmayan, hatta görmezden gelinen ve sanrılı bir psikotik kırılmayla kendini gösteren şizofreni hastalığı intiharla sonuçlanıyor.

Aslında kitabın büyük bir kısmı Parker ailesinin tarihsel kronolojisini çiziyor. Bölümler çocukluktan yetişkinliğe üç kardeşin hikâyesini anlatırken orta-batı Amerika, Kaliforniya ve New York’u dolaşıyor. Karakterlerin kentten kırsala sürekli değiştirilen evlerde aile olma-aile kalma çabalarını resmediyor. Tüm bu inişler çıkışlar arasında baba figürünün yaşantıya neredeyse hiç dahil olmamasının, hatta bir bakıma sorunların temelini oluşturmasının üç kardeşte de farklı marazlara neden olduğu vurgulanmış. Özetle, yazar kendi depresyonunun, ablasının nevrotik yapısının ve abisinin şizofreni rahatsızlığının altyapısal bir nedeni olarak uzakta olup uzunca bir süre aileye katılması beklenen fakat sonunda yokluktan oluşan varlığı ile ilişki kurulan babayı gösteriyor. Kitap gerçekten ilgi çekici bir aile hikâyesi olmakla beraber bir tür premorbid yapının kurgulanması olarak da okunabilir. Kaldı ki, Beulah Parker “şizofrenide çevresel etkenler ve babanın rolü” üzerine tıbbi bir makale de yazmış ve aile hikâyesinin yazılışında mesleki eğilimlerinin etkilerini görmek mümkün.

Her ne kadar The New York Times gazetesindeki tanıtımında abartıldığı kadar çarpıcı olmasa da A Mingled Yarn oldukça iyi yazılmış bir kitap. Gazetedeki yazıda kitabın yazarın kendi hayatını anlattığı bilgisi eksik kaldığı için biraz serbestçe bir sansasyonellik katılmış. Halbuki metin zor ve ağır bir konuyu gayet aklı başında ve belli bir etik çerçevede anlatması açısından başarılı. Dikkat edilmesi gereken noktalardan biri psikiyatrik bir rahatsızlığı tıp biliminin o zamanki ışığında anlatıyor olması ve bunu yaparken çevresel etkenlere odaklansa da hastalığın biyolojik temellerini de göz ardı etmemesi. Kitaba yazdığı sonsözde şizofreninin tıbbi detaylarından ve kendi yazdıklarının meselenin kişisel boyutuna odaklandığından özellikle bahsederek konuya indirgemeci bir yaklaşımın da önünü kesiyor. Böylece Parker anlatımı ve dili oldukça özenli bir yazar olmakla beraber profesyonellikle tanımlanmış etik sınırlar doğrultusunda hareket ederek hekimliğini de öne çıkarıyor.

Beulah Parker’ın bir hekim olarak ilk otobiyografisini ancak kurgusallaştırarak yazabilmiş olması mesleki etikle olduğu kadar hikâyenin kişisel hassasiyetleriyle de alakalı. Tıbbın genelinde hasta-doktor ilişkisinin mahremiyeti elbette önemli. Ama özellikle psikiyatri alanında bu mahremiyete gösterilen özenin sınırlarının daha hassas olduğu söylenebilir. Her ne kadar kurgu da olsa kitabın hasta-doktor ilişkisi şeklinde inşa edilmiş olması tıp etiğinin gözetilmesini zorunlu kılıyor. Buna anlatılan hikâyenin içeriğinin kişiselliği de katıldığında mahremiyet meselesine bir katman daha ekleniyor. Nitekim yazar ancak kurgusallaştırmadığı ikinci otobiyografisinin önsözünde ilkindeki iki karakterin kendisi ve öteki-ben’i olduğunu kabul etmiş.

Beulah Parker; Kadın, Hekim, Psikiyatrist

Beulah Parker’ın “bir kadın hekimin anıları” kitabının ana başlığı The Evolution of a Psychiatrist (Bir Psikiyatristin Evrimi). Bir önceki kitabından farklı olarak bu sefer aile hikâyesinin odağına kendini almış. Bu kitabın dikkat çektiği iki ana anlatı kanadı var. İlki yazarın kişisel deneyimlerinin ne şekilde onu psikiyatriye yönlendirdiği, ikincisi ise 1930ların ABD’sinde bir kadının psikiyatri alanını seçmesinin nasıl bir deneyim olduğu. Bu iki kanadın kesiştiği noktalardan en açık olanı elbette bir önceki kitapta detaylandırdığı abisinin şizofreni hikâyesi. Ama akıntıya karşı kürek çekmek olan bir mesleki tercihi tek bir nedenle ilişkilendirmek indirgemeci olduğu kadar yazarın ne kadar kendine özgü bir kadın olduğunu da göz ardı etmek olur.

Kökleri Amerikan Devrimi’ne kadar dayanan varlıklı bir aileden gelen Beulah Parker kendi tabiriyle 20. yüzyılın ortasında artık nesli tükenmekte olan bir sınıfın üyesi. Ailesinden aktarılan değerlerle değişen ABD’nin hızla dönüşen toplumsal gerçekliğinin etkisinde yolunu bulmaya çalışan bir genç kız. Özellikle bu bağlamda Saadawi’nin hikâyesiyle ayrıldığı ve örtüştüğü noktalar aydınlatıcı. Parker da Saadawi gibi kendi toplumsal gerçekliğinde görece ayrıcalıklı bir konumdan yola çıkıyor. Fakat iki yazarın hikâyesinde de kadın olmanın toplumsal yükünün kültürün modernlik modellerine ve sahip olunan ekonomik imkanlara rağmen değişmediğini görüyoruz.

Kadınların maruz kaldıkları farklı toplumsal, kültürel ve ekonomik şartlardan bağımsız olarak mesleki seçimlerinde aynı önyargılarla karşılaşmış olmaları hem şaşırtıcı hem değil ama yine de dikkat çekici. Hele ki modernliğin faal bir şekilde benimsenmeye çalışıldığı dönemlerde kadınların tıp alanını seçmesinin ve hekim olabilmesinin zorluklarını anlatmak değişmeyen ve sonu gelmeyen bir mücadelenin ses bulması açısından kayda değer. Bir de buna tıp alanları arasında özellikle sıkıntılı olan psikiyatride kadınların konumu eklendiğinde oldukça çetrefil bir gerçeklik ortaya çıkıyor. 

Beulah Parker’ın hikâyesini özgün kılan niteliklerden biri yazarın modernleşme eğilimlerine rağmen döneminin görece muhafazakâr toplumsal gerçekliğinde çok genç yaşta özgürleşmiş (“liberated”) bir kadın olması. Gerçi bunun mümkün olmasında ailesinin parçalanmışlığının etkisi yadsınamaz. Yine de belli bir yaştan itibaren bir an önce evlenip aile kurması beklenen genç Amerikan kadınlarından farklı olarak üniversite eğitimine devam etmesi ve sürekli değişen fikirleri doğrultusunda alanını ve mesleğini değiştirebilmiş olması kendi ayakları üzerinde durabilen -aslında durmak zorunda kalan- bir genç kadının özerkliğine dikkat çekiyor. Bu açıdan kuvvetli bir aile yapısına sahip olan Saadawi ile yine de ortak bir modernleşme sürecinde kadın deneyimini paylaştığı söylenebilir.

Aslında yazarın tıp okumak ya da doktor olmak gibi idealleri yok; hekimliğe yönelmesini kendisi de beklenmedik ve şaşırtıcı buluyor. Başvurduğu Columbia Üniversitesi’nin genel olarak kadınlara kapalı tıp fakültesine kabul edilmesini de buradan mezun olabilmesini de ayrıca beklenmedik birer gelişme olarak değerlendiriyor. Parker’ın tıp eğitimi boyunca erkek meslektaşlarının arasında yaşadıkları özünde Saadawi’ninkilerden pek farklı değil. Eğitim kurumlarından mesleki yapılanmasına tıp dünyası kadınlarla paylaşılmak üzere tasarlanmamış, erkeklere ait bir alan. Kaldı ki hem Saadawi’nin hem Parker’ın anlatısında kadın hekimlerin sosyal hizmetler yahut pediatriye yönlendirilmesinin yaygınlığı da dikkat çekiyor. Nitekim Parker genel psikiyatriye çocuk psikiyatrisinden geçiş yapmış. Hatta hem eğitimini hem analizini tamamlayarak profesyonel psikanalist sertifikasını da alıyor. Yine erkeklerin baskın olduğu bir dünyada inatla ve başarıyla var olması çetrefil aile geçmişine ve kişisel sorunlarına rağmen ne kadar güçlü kalabildiğinin kanıtı. Beulah Parker -Nawal el Saadawi gibi- kadın hekimlerin karşılaştığı sıkıntıları anlatırken yine kültürel değişkenlerden bağımsız olarak ataerkil düzende kadın olmanın zorlukları ön plana çıkıyor. Bunu yaparken kullandığı dil ve üslubun sakin ağırbaşlılığının da hekimliğinden geldiğini varsaymak mümkün.

Bitmeyen Mücadele; Kadın Olmak

Louise Westwood Britanya’da kadınların psikiyatrideki yeri hakkında şöyle diyor:

“In the history of psychiatry, women are far more visible as patients than practitioners.” (s. 91)

[Psikiyatri tarihinde kadınlar uygulayıcıdan çok hasta olarak çok daha fazla görünürlerdir.]

Britanya’da kadınların hekimlik ve psikiyatri alanında verdiği mücadeleler farklı tezahürleriyle de olsa yine ataerkil bir yapıyla çatışmaya işaret ediyor. Tıp fakültesinde yer edinmekte yaşadıkları sıkıntılara ve çoğu zaman onlara daha “uygun” görülen uzmanlık alanlarına kaydırılmalarına rağmen azınlıkta oldukları akıl ve ruh sağlığı alanlarında var olabilmelerinin hikâyesi kayda değer. Örneğin, profesyonel imkanlarının -Londra örneğinde olduğu gibi- evli kadınların çalıştırılmaması meselesinde tıkanması Saadawi’nin deneyimi kadar travmatik olmasa da tıp alanında ataerkillik sorununun küresel yaygınlığının kanıtı. Beulah Parker’ın hikâyesi de benzer bir açıdan Amerika Birleşik Devletleri örneğini teşkil ediyor. Kadın olmak, kadın hekim olmak, kadın psikiyatrist olmak… Aslında toplumsal hayatta kadın herhangi bir şey olmak her zaman varoluşsal bir mücadeleyi de beraberinde getiriyor.

Parker’ın otobiyografisi hem kadın hem hekim olması bağlamında otobiyografi türüne dair bazı temel sorunların da altını çiziyor. Feminist yazarlar otobiyografi literatüründeki yaygın bireysellik algısının erkek anlatılarını ön plana çıkarmasını eleştirerek ben-anlatılarındaki ayrımcılığa dikkat çekiyor. Susan Stanford Friedman şöyle yazmış:

“A white man has the luxury of forgetting his skin color and sex. He can think of himself as an ‘individual’” (s. 39)

[Beyaz bir erkek teninin rengini ve cinsiyetini unutma lüksüne sahiptir. Kendini bir ‘birey’ olarak düşünebilir.]

Yalıtılmış bireyselliğin bir illüzyon ve erkeklere özgü bir ayrıcalık olduğunu savunan feminist eleştirmenler kadın ben-anlatılarının günlük gibi daha kişisel türlere sıkıştırılmasını toplumsal cinsiyet ayrımcılığına bağlıyor. Friedman gibi yazarlar kadın olmanın çoğunlukla tekil bir birey olarak kadını temsil etmediğini, kadın olmanın her zaman toplumsal bir çerçevede tanımlandığını söylerken kadınların otobiyografi türüne katkılarının da toplumsal cinsiyet ayrımcılığıyla mücadelenin bir parçası olduğunu tartışıyorlar. Friedman, Sheila Rowbotham’ın çalışmalarından örnek vererek bireysel ben algısına eklemlenen bu kolektif kimliğin her zaman olumsuz olmadığına ve beraberinde dayanışma ruhunu da getirdiğine dikkat çekiyor. Kaldı ki, tartışmalar bu durumun ırk ayrımcılığı bağlamında da benzer bir yapıyı takip ettiğini vurgularken hem erkek-olmama hem beyaz-olmama halinin yarattığı çok katmanlı kesişimselliğin sonuçlarının eleştirel açıdan önemini vurguluyor.

Kaynaklar

Susan Stanford Friedman, “Women’s Autobiographical Selves: Theory and Practice,” The Private Self: Theory and Practice of Women’s Autobiographical Writings, ed. Shari Benstock. Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1988, s. 34-62.

Elizabeth Janeway, “Unhappy In Its Own Way,” The New York Times Book Review, 8 Ekim 1972.

T Lidz, B Parker, A Cornelison, “The Role of the Father in the Family Environment of the Schizophrenic Patient,” The American Journal of Psychiatry 113.2 (August 1956): 126-132.

Beulah Parker, A Mingled Yarn: Chronicle of a Troubled Family. New Haven: Yale UP, 1972.

Beulah Parker, My Language is Me: Psychotherapy with a Disturbed Adolescent. New York: jhuBallantine, 1975.

Beulah Parker, The Evolution of a Psychiatrist: Memoirs of a Woman Doctor. New Haven: Yale UP, 1987.

Nawal el Saadawi, The Hidden Face of Eve, Çev. Dr. Sherif Hetata, Londra: Zed Press, 1980.

Louise Westwood, “Separatism and Exclusion: Women in Psychiatry, 1900-50,” Mental Illness and Learning Disability Since 1850, Londra: Routledge, 2006, pp. 91-111.