.

İstanbul Hafiyeliğinden Beynelmilel Hafiyeliğe: Adnan Fuat Bey Simenon’a Karşı

Kaya Tanış

Georges Simenon özellikle polisiye tutkunları başta olmak üzere Türkiyeli okurun yakından tanıdığı bir isim. Polisiye okurunun önceliği, Simenon’un kimi otoriterlerce bu türün kurucularından sayılmasından kaynaklı. Öte yandan Simenon’u bir polisiye yazarı olarak görmeyen, ancak “has edebiyatçı” olduğunu (buna neden olarak da büyük oranda romanlarındaki gerçekliğin şaşırtıcı derecede iyi ve baskın olması gösterilir) belirterek hakkını veren görüşü de saymak gerek. Ancak bütün bu tartışmalara rağmen, hemfikir olunan yer bellidir: Simenon bütün dünyada büyük bir okur kitlesi yakalayarak kitapları en fazla basılan yazarların başında gelir. Kuşkusuz bütün ara vermelerine karşın 400’ün üzerinde eser vermesi de ayrı bir “özel kalemi” işaret eder. 

Simenon’u özel kılan sadece olağanüstü sayıda kitap yazması değil, bu kitaplarda işlediği konuları -pekâlâ cinayetleri de diyebiliriz- işlerken kullandığı tekniktir. Karakterlerin psikolojik dünyalarını derinlemesine göz önüne sererken, bunları havai değil tam aksine epey gerçekçi bir yerden ele alır. André Gide başta olmak üzere birçok yazarı da belki biraz da bu nedenle kendine hayran bırakır. Öte yandan Simenon’u özel kılan bir başka özelliği daha vardır: kitaplarını yazma hızı ve bazı özel mekân tercihleri (!). Bu hız ve mekânı yakından görmek için Erol Üyepazarcı’ya kulak verebiliriz: 

“1927 yılında, yeni yayımlanması düşünülen Paris-Matin adlı bir gazete ile sözleşme imzalayıp 50.000 Frank alır. Bu sözleşmeye göre Simenon, gazetede okurlarının seçeceği ad, kahraman ve konuya uygun bir romanı cam bir kafes içinde, bir haftada yazıp bitirmeyi kabul etmektedir.”1

Anlaşmaya rağmen bu hadise gerçekleşmez diyerek işin magazin tarafını bırakıp Türkiye’ye döndüğümüzde 1944 yılında biraz durmak gerekir. 1944 bilindiği kadarıyla Simenon kitaplarının Türkçeye çevrildiği ilk yıldır. Böylelikle Arif Bolat Kitabevi’nin Adnan Tahir çevirisiyle yayımladığı Pranga Kaçağı’yla (aynı kitap 1959 yılında Tahsin Yücel tarafından Kaçak ismiyle çevrilip Varlık Yayınları’ndan çıkmış, yıllar sonra 2017’de ise aynı çeviri Everest Yayınları’ndaki Simenon koleksiyonuna dahil edilmiştir) başlayan Simenon silsilesi günümüze kadar devam eder. 

Burada özellikle üzerinde durulması gereken bir başka yer de kuşkusuz Simenon kitaplarını Türkçeye kazandıran çevirmenlerdir: Ataç, Sait Faik, Oktay Rifat, Çetin Altan, Bilge Karasu, Erhan Bener, Oktay Akbal ve Oğuz Halûk Alplâçin (Hayalet Oğuz) hadisenin büyümesinde epey pay sahibidirler. 

Bu paya değinmeden evvel ise biraz daha gerilere, 1930’lara gitmek, Türkiye’ye ilk ziyaretini gerçekleştiren Simenon’a bir hoşgeldin demek iyi olacaktır. 

Simenon kitaplarından bir on yıl kadar önce bir yazar olarak değil, çalıştığı bir Fransız gazetesi adına, o zamanlar Büyükada’da sürgünde olan Ekim Devrimi’nin öncülerinden Troçki ile röportaj yapmak için gazeteci kimliği ile gelir İstanbul’a. Ancak bu ziyaretin nedeni açıkça belirtilmeyerek turistik bir geziyle örtülür. Buna rağmen ünü çoktan sınırları aşmış bu yazarın ülkeye gelişi elbette dikkatlerden kaçmaz. Hatta bu dikkatin ve Simenon’a karşı gösterilen Türk misafirperverliğinin boyutunu Abidin Dino’dan dinlemek daha güzel olacaktır. Dino, dönemin önde gelen sanat mahfillerinden olan Kandilli’deki Kont Ostrorog Yalısı’nda gerçekleşen tanışmayı ve akabindeki macerayı Kısa Hayat Öyküm’de şöyle dile getirir: 

“Simenon da bu yalıda ağırlanmıştı. Ve kendisinin, İstanbul’da geçen polisiye bir roman yazmak isteyebileceği düşünülerek böylesi bir romana uygun durumlar yaratılmıştı. Uyduruk bir esrar tekkesine götürülmüş (gerçeğine değil, çünkü turistlere bu tekkelerde pek iyi davranılmazdı), burada, Simenon için özel olarak bir esrar partisi (tabii o da uyduruk), daha sonra da bir polis baskını düzenlenmişti. Tabii Simenon bunları yutacak biri değil. Belki yutmuş göründü ama eğlendi kesin. Bence başarılı romanlarından biri olmayan “Les Clients d’Avrenos” adlı bir roman yazarak öcünü aldı bizden. Bu romanı okuduğumda sayfaları arasında birçok tanıdık kişiyle karşılaştım.”2

[Haklarını vermek gerek; bu devirde kimse kimseye roman yazsın diye şöyle bir ortam yaratmaz! Bu arada, ufaklığından beri hayranı olduğu Ostrorog Yalısı’na arada yakacak odun, aradaysa koltuğunun altına sıkıştırdığı şampanyayla giderek vefasını nasıl da gösterdiğini anlatan Rahmi Koç’un yalıyı nasıl aldığını (gerçi beklesem daha ucuza alırdım diye hayıflanıyor ama sağlık olsun diyelim) merak edenler bkz.]

Simenon’un bu romanıyla birlikte diğer kitaplarına geçmeden evvel bir başka karşılamanın izini de buraya bırakmak iyi olacaktır. Meşhur yazarın İstanbul’a gelişi gazetelerde haber olup ilgiyi üzerine çekse de bu ilgiyi nafile gören Peyami Safa elbette karşı atak konusunda kayıtsız kalmayacak, Server Bedi’i de yanına katıp bir hoşgeldin çekecektir. Ancak burayı Simenon mevzunda epey kalem oynatan Oğuz Eren’e bırakmak gerek. Bkz.

Simenon’un Abidin Dino’nun belirttiği romanı başta olmak üzere Türkiye’yle ilişkili diğer kitapları ve hikâyeleri Türkçeye epey sonra çevrilecektir. Öncesinde başka kitapları yukarıda ismi geçen yazarlar tarafından çevrilir ve rahatlıkla söylenebilir ki Simenon artık epey “tanıdık” bir yazar hâline gelir. 

Fotoğraf: Guardian

1944 yılından günümüze kadar onlarca Simenon kitabı Türkçeye kazandırılmışsa da elbette hâlâ çevrilmeyen onlarca kitap da bir yanda durmaktadır. Bununla birlikte geçmiş zamanda gazetelerde tefrika edilmiş Simenon kitaplarının varlığı da ayrı bir yeri kaplar. Şimdiye kadar Erol Üyepazarcı’nın belirttiği üzere kitaplaşmamış dört Simenon tefrikasından bahsedebiliriz: 

  • Katili Herkes Bulamaz (Le Flair du Petit Docteur), çev: Sait Faik Abasıyanık, Hürriyet gazetesi, 1948 (uzun hikâye).
  • Dış Mahalle (Faubourg), çev: Eşfak Aykaç, Zafer gazetesi, 1954. 
  • Gözlüklü Adam (Le Blanc á Lunettes), çev: Eşfak Aykaç, Zafer gazetesi, 1955.
  • Gölgesini Kaybeden Adam, çev: Selami İzzet Sedes, Milliyet gazetesi, 1959.”3

Artık bu tefrikalara bu yazının da konusu olan bir başka tefrikayı eklemeden önce son olarak bir yere daha değinmek faydalı olacaktır. Özellikle 1950 ve 60’lı yıllarda o dönemin yayıncılığının da etkisiyle polisiye kitaplardaki ilgi Simenon üzerinde de yoğun olarak görülse bile, ilerleyen zamanlarda kitap baskılarının tükenip tekrarlanmayışı bu ilginin azaldığını göstermiştir. Buna rağmen sonraki yıllarda özellikle Nisan ve Kabalcı yayınlarının yaptığı Simenon baskıları ilgiyi ve yazarı canlı tuttuğu için burada bir kez daha anmakta fayda var. Kuşkusuz bu baskıları yazarı kadar önemli kılan bir başka neden de yukarıda da sıralanan çevirmenlerin kimliğidir. Kabalcı Yayınları daha çok “ağır çevirmenler” tarafından dile kazandırılan eski çevirilere sadık kalsa da Nisan Yayınları Sosi Dolanoğlu ve Aysel Bora başta olmak üzere yeni çevirmenler tarafından yayınlanan “öteki” Simenon kitaplarını da yayımlar. 

Nihayet bugüne ve yeni tefrikaya gelirsek… 

Günümüzde Everest Yayınları tarafından basılan Simenon baskılarında da Kabalcı Yayınları’ndakine yakın bir yol izlenir. Everest “Ustaların Türkçesiyle” üst başlığıyla yayımladığı Simenon çevirilerinde geçmişteki usta imzalara yer verirken, Aralık 2016’da yayımladığı Simenon Türkiye’de kitabıyla diziye başka bir soluk da katar. Bu kitapla birlikte yukarıda çoğu kere işaret edilen Troçki röportajı, hikâyeler ve Türkiye ile teması olan diğer kitaplar bir araya getirilerek, Simenon’un Türkiye’deki kaydı tutulur. 

Ahmet Ümit, Simenon’u biraz bekletip Troçki’nin sürgünüyle başlattığı “Önsöz”de Simenon’un çektiği Türkiye fotoğrafları eşliğinde İstanbul’da dolaşırken, ara ara başka duraklarda da ona eşlik eder. Ümit’ten öğrendiğimize göre Simenon İstanbul polisini ziyaret ettiği gibi, şehirde kendince hafiyelik yapmaktan da geri durmaz. Yine Ümit’in belirttiği üzere bu hafiyelikler “Boğaz’ın Gangsterleri” isimli bir röportaj ile “İstanbul’un Polisi” isimli bir hikâyeye konu olur. 

Simenon’un Türkiye’deki izleri bu kadarla kalmaz. Kitap, yine röportaj, yazı ve hikâyeyi de çeviren Elodie Eda Mareau Evcil’in çevirdiği Mare Nostrum ya da Uskuna’yla Akdeniz isimli kitapla, Selahattin Bağdatlı tarafından çevrilen Avrenos’un Müşterileri ve Karşı Penceredeki İnsanlar kitaplarını da kapsar. Böylelikle Simenon’un Türkiye’deki bütün hareketleri de bu kitapla zapturapt altına alınmış olur. 

Kısmen.

Burada Avrenos’un Müşterileri’ne kısaca değinmek gerek. Kitabın diğerlerinden ayrılan iki özelliği vardır. İlki Simenon’un tamamı Türkiye’de geçen tek romanı olması, diğeri de erken sayılabilecek bir tarihte 1949 yılında tefrika edilmesidir. (Hatırlayalım: bir diğer özelliği de yukarıda Abidin Dino’nun bahsettiği meşhur ortam romanı hadisesi.) Mütercimi ise tanıdık bir sima olan Çetin Altan’dır. Altan, tefrikaya 30 Nisan 1949 tarihli Zafer gazetesinde başlar ve devam eder. Adı: Evrenos Meyhanesi’dir. Buna rağmen tefrika yerine yeni bir çevirinin kitap olarak basılması için kırk iki sene daha geçmesi gerekecek ve Selahattin Bağdatlı’nın Avrenos’un Müşterileri isimli çevirisi ilk kez 1991 yılında Yılmaz Yayınları’nca yayımlanacaktır.

Nihayet kendine kitapta bir hikâye olarak yer bulan Elodie Eda Mareau Evcil tarafından çevrilen “İstanbul’un Polisi”ne gelirsek: Ahmet Ümit’in de belirttiği gibi Simenon bu hikâyeyi İstanbul’a gelip polisten şehre dair malumatlar alıp, üstüne bununla yetinmeyerek (hâliyle polis İstanbul’da asayiş her zaman berkemal demiştir) kendi teftişini de yaptıktan sonra yazar. Ancak Simenon’un bu hikâyeyi ilk ne zaman, nerede ve hangi kitabında yayımladığını bilemiyoruz. Everest Yayınları da kitabın künyesinde bu hikâyenin evveline dair bir ibare koymadığından belirsizlik hâlâ devam ediyor. 

Hikâyenin çok basit bir kurgu ve ritimle devam eden, klasik polisiye anlatısıyla kısa dirsek temasları kuran bir yapısı vardır. [Esasen güdüktür!] Bu noktada kısa özeti Ahmet Eken’e bırakarak, okumak isteyecekler için bir başka yazının izini de buraya koyabiliriz: 

“’Boğazın Gangsterleri’nden sonra ‘İstanbul’un Polisi’ adlı öyküyü okuyoruz. Sıradan bir polisiye hikâye; tek diyeceğim, baş kahraman Amerikalı zengine gönderilen şantaj mektuplarını yazdıran, koruma diye yanına aldığı dedektif. Ancak yakasını İstanbul polisinden kurtaramıyor.”

Eken’in de özetlediği gibi İstanbul’a gelen epey zengin bir Amerikalı (Bay Eric Burns) aldığı tehdit mektuplarından sonra yanına özel dedektifini de (Bay Smit) alıp bir dünya gezisine çıkar. Böylece yolu İstanbul’a da düşer ve macera da başlamış olur. Tehdit mektuplarını özel dedektif Smit [o ne hindir o] yazıp, patronundan para sızdırmaya çalışsa da acar polisimiz Ali Bey elbette hadiseyi çözüp zengin Amerikalı misafiri ihya eder, hikâye de sona erer. (Karşılığında o da ihya olur, buraya döneceğiz.)

Bu hikâyenin ve yazının asıl olayı tam yetmiş sene önceki tefrika olduğundan detayları da orada açılacak; ancak öncesinde “İstanbul’un Polisi’ne” dair bir-iki şey demek gerekiyor:

Kabul etmek gerek ki epey enteresan bir başlık seçimi. [Enteresanda vurgu var!] Elbette yazıyı okuyanlar diyebilir ki, “yazar başlığı böyle attı ise çevirmen neylesin?” Elbette haklı bir sitem. Ancak yukarıda da bahsedildiği gibi yayınevi orijinal hikâyenin nerede yayımlandığı bilgisini eklemediği için buna şimdi bir şey demek mümkün görünmüyor. Öte yandan hikâyeyi okumaya başladığımızda Simenon kitaplarına ve kurgusuna birazcık aşina olanların kulağını ‘biraz’ tırmalayacak bir yapıyı görmemek imkânsız. 

Öyle ki; “İç karartıcı, kirli tenli, gariban kelimesi adeta kendisi için yaratılmış gibi duran ufak tefek yaşlı bir adam” bazen “nerede yediğini ve yattığını kimse bilmese de her şeye rağmen esrarengiz dinginliğini” koruyup, “Türk tespihinin amber boncuklarını makine gibi hızla okşayan parmaklara” sahiptir. “(…) olan bitenin tüm öznelliğiyle” anlatıldığı hikâye karakterlerin bazen “anıtsal merdivenlerde” görülmesiyle devam eder. 

Buradan bakıldığında hikâyenin bir Simenon hikâyesinden ziyade teknik detaylarla donanmış bir kullanım kılavuzu hissi yarattığını inkâr etmek pek mümkün değil. Hâl böyle olunca ünlü yazar Simenon’un da sözgelimi pimapen üretimi yapan bir fabrikadaki mütehassısa dönüştüğünü görmek olası. [Gerçi Simenon zamanında çerçeveler hâlâ ahşap doğramaydı, akılda tutmalı.] 

Bütün bunlara rağmen “İstanbul’un Polisi”nin çok önemli olan yanı, sadece hadisenin İstanbul’da geçmiş olması değil, Türkçeye ilk kez (büyük ihtimalle orijinaline sadık kalınarak) kazandırılmış olması. Bunu vurgunun ve parantez içi açıklamasının nedeni için biraz gerilere, yetmiş sene öncesine gitmek ve 15 Ocak 1952 tarihli Son Saat gazetesine bir göz atmak gerek.

 14 Ocak 1952 tarihli Son Saat gazetesini eline alanlar şöyle bir ilanla karşılaşır: 

“İSTANBUL HAFİYESİ. Senenin en güzel, en heyecanlı zabıta ve macera romanı. YAZAN: Georges Simenon.” 

Ve kısa bir açıklamayla “yarın” müjdesini de verirler.

“Romanı tamamen İstanbul’da geçen fevkalâde enteresan bir macerayı nakletmektedir. Arkadaşımız ADNAN FUAT ARAL’ın dilimize naklettiği bu nefis eser hakkında fazla söz söylemeyi zait addediyoruz. İlk tefrikayı okuyanlar bize hak vereceklerdir…”

Böylelikle “İstanbul’un Polisi”nin bugünden tam yetmiş sene evvel “İstanbul Hafiyesi” olarak (ki harika bir başlık) basıldığını görürüz. Öte yandan iki çeviriyi karşılaştırdığımızda aradaki inanılmaz fark hemen göze çarpar. 

Everest Yayınları tarafından Elodie Eda Mareau Evcil çevirisiyle yayımlanan “İstanbul’un Polisi” otuz beş sayfalık bir hikâyeyken, Adnan Fuat Aral’ın çevirdiği ve “İstanbul Hafiyesi” ismiyle tefrika edilen roman (!) yaklaşık iki buçuk ay devam eder. Bu kadarla da kalmaz, Adnan Fuat çevirisinde olayların seyrinin “birazcık” değiştiğine de şahit oluruz. Bu nedenle Adnan Fuat Bey’e doğru kırıp detaylara girmeden evvel Elodie Eda Mareau Evcil’le Everest Yayınları’na orijinal hikâyeyi gösterdikleri için teşekkür etmek gerek.

Çünkü şayet otuz beş sayfalık bu hikâye olmasa Adnan Fuat Bey’in Simenon’dan daha yetenekli olduğunu anlamak mümkün olmayacaktı. Evet, çok yüksek bir ihtimalle Simenon’un “madem geldim gördüm, bari yazayım” refleksi ile otuz beş sayfada anlattığı yavan bir hikâyeden Adnan Fuat Bey de memnun olmamış olmalı ki tefrikayı canlandırmak için elinden gelen her türlü çabayı göstermiş. 

Bu çabaları açmadan önce Adnan Fuat Aral’a dair kısaca, uzun zamanlar gazetecilik yaptığı, birkaç kitap çevirdiği ve sinema alanında da kalem oynattığı bilgisini verebiliriz. Daha detaylı görmek isteyenler için şu izi de bırakmalı.

Adnan Fuat Aral orijinal hikâyedeki ağır tempoyu sürekli cereyan eden yeni hadiseler ve gizemlerle hızlandırdığı gibi, muazzam bir kurguyla okuru diri tutmanın hesabını da her zaman sağlam bir yerden yapar. Karakter yaratımı konusunda Simenon kadar pinti ya da yeri dar olmadığından (birçok yeni karakter girer hikâyeye), mevcut karakterleri de daha detaylı, hatta daha geniş bir yerden sokar hikâyenin içine, ama isimlerde de hafif değişiklikler olmaz değil; misal Eric, William oluverir. Bununla da yetinmez elbette; nihayetinde kalem kâğıda temas etmiştir. 

 “İstanbul Hafiyesi”ni canlandırmak için yaptığı en büyük hamle Greta ismindeki bir kadın karakteri hikâyeye sokup, ona, bütün tefrika boyunca olayların seyrini değiştirecek kadar kilit bir rol oynatmasıdır. Elbette bu karakteri biçimlerken dönemin polisiye kitaplarıyla birlikte erkek ruhuna da uygun hareket eder. Greta düzenbaz ve tehlikeli olduğu kadar bittabi fettandır da. Hatta öyle bir fettanlık ki bu namuslu hafiyemiz Ali Bey dışında tefrikadaki bütün erkekleri şöyle bir elden geçirir. Hatta Greta’ya o kadar güvenir ki kimi tefrika başlıklarında okuru da “avlayacağını” iyi bilir. Misal: “Tefrika No: 7 Greta, çıplak vücudunu zorla seyrettirmek istiyor.”

Zengin olduğu kadar zampara da olan Amerikalı tefrikada da aynıdır; doğunun mistik dünyasını keşfetmek isterken [yediği-içtiği onun olsun] bu keşfi başta bir Rus Nataşa’yla taçlandırmak istese de nihayetinde Türk dilberine gönlünü kaptıracak, kimbilir belki onu da alıp gitmek isteyecektir bu yaban ellerden. (En sonda bir güle güle diyeceğiz.)

Yukarıda da işaret edildiği gibi, tefrikanın dikkat çeken bir özelliği Adnan Fuat Bey’in basit karakterlere dahi hikâyede mühim bir rol biçerek onları hakiki bir romancı refleksiyle okura sunmasıdır. Bu refleks kimi zaman karakter analizleriyle kendini gösterirken, kimi zaman da karakterin olayların içinde âdeta yeniden büyümesiyle -daha da görünür olmasıyla- ortaya çıkar. Öyle ki Simenon’un hikâyesinde görünür olsa da silik duran tercüman Avrenos, Adnan Fuat Bey’in çevirisinde bazen hafiyeliğe dahi soyunan tercüman Evrenos’a dönüşür. (Söylemeye gerek yok, Adnan Fuat Bey Evrenos’u Greta için de soyunduracaktır.)

 Burada Greta üzerinde biraz durmak gerekiyor. 1950 ve 60’lı yıllarının “ucuz romanlarının” vazgeçilmez öznesidir seksi/çıplak kadın imgesi. Genelde marazalı ve zampara dedektiflerin (en başta Mayk Hammer) çoğu zaman “yedekte” tuttukları ya da neredeyse her zaman “müsait” olduğunu bilerek gittikleri kadınlardır bu karakterler. Adnan Fuat Bey de bunun farkında olmalı ki Simenon’un cılız hikâyesini ancak böyle bir fettan imge üzerinden “heyecanlandırmak” istemiştir. Öte yandan bu basit bir tercüman girişiminden ziyade içlerde çoktan kurulu olan bir yapının dayatması, kendini daima işler vaziyette tutmasının sonucudur: bu sonuca millî erkeklik (esasında erk’tir mesele) ve millî kârilik diyebiliriz. Belirleyicidir; açalım:

Türk güzeli Sacide karakteri her iki hikâyede de yer alır. Tahmin edilebileceği gibi Simenon’un kaleminde daha silik canlanan Sacide, acar hafiye Ali Bey’e içeriden yardım etse de hafif fettan bir yerden de işaret edilir; ancak bu fettanlık zamanla yerini âşık bir kadına bırakır. Adnan Fuat Bey de bu hikâyeye bağlı kalır, ancak bazı yerel dokunuşlarla süslemeden bırakmaz. Aslında sadece yerel dememeli, başta zamanın evrensel (!) kaidelerine uyması gerektiğini sezer Adnan Fuat Bey de, çünkü ancak böyle böyle okuru -özellikle de erkek okuru- canlı tutabileceğini bilir: misal; iki güzel kadın, Greta ile Sacide elbette birbirlerinin güzelliğini görünce hasetlenecek ve o ay parçası [ay parçası vurgusu bana ait] erkeğe sahip olmak için savaşacaklardır. Savaş hiç mecazi değil, hem de öyle bir savaş ki, bir otel odasında neredeyse numunelik sayılan erkek için saç-baş birbirine giren kadınlar hadisenin şiddetiyle yarı çıplak hâle gelip, biri birinin elini dişleyip kanlar akıtırken, bir diğeri ötekinin önce “sütyenini paramparça edecek” sonra açığa çıkan memesini tırnaklayıp meme ucundan akan kanla mücadeleyi âdeta kutsayacaktır. [Breh breh!] 

Adnan Fuat Bey’in âdeta sado-mazoşist bir yerden aldığı hikâye böylece evrensel hakikate uyan, kitleyi canlı tutacak bir yerden işler. Ancak ucunda millî değerler de olduğu için işi tadında bırakmak gerek ki bu nedenle hadise okur için ne kadar tahrikkâr kurulsa da nihayetinde millî kâriyi tahrip etmenin de önüne geçilmek istenir. Böylelikle Sacide karakterinin tefrika boyunca sevimli, iyiliksever (Türk polisine yardımcı olması atlanmamalı) ve âşık kadına dönüşen imgesi daima canlı tutulur. 

Fotoğraf: Guardian

Millî erkekliğe ve millî kâriliğe kırpılan gözü aralamak içinse acar hafiyemiz Ali Bey’e dönmek gerekiyor. Simenon’un “İstanbul’un Polisi” Ali Bey’i dış görünüşüyle âdeta pespaye bir yaşlı olmasına karşın gözü açık bir kişidir. Olaylar arasındaki bağlantıyı hızla çözebilen bir zekâ ve mizaca sahip olmanın yanında kendine güveni üst boyuttadır. Kısacası kendinden emin ve zeki bir klasik dedektiftir. Ayrıca bilindik ecnebi dedektifleri gibi kimi alışkanlıkları da vardır; misal ecnebinin dedektifi girdiği her mekânda viski atarken, Ali Bey de bittabi mütemadiyen rakı yuvarlar. 

Adnan Fuat Bey’e geldiğimizde Ali Bey’in dönüşümüne de şahit oluruz. Evvela Sacide’yi bekletmeden yazmalı; yukarıda da belirtildiği gibi Sacide dişiliğiyle ara sıra zuhur etse de en nihayetinde bir Türk kızı olduğundan efendi bir âşık rolüyle yapacaktır finali. Finale kadar uzanan zamanlarda gizliden Ali Bey’e yardımcı olmak da boyunun borcudur. [Adını koyalım, polis muhbiridir Sacide! Adnan Fuat Bey fettan Greta’yı işin içine sokup muhbire hanımı aklamaya çalışsa da kusura bakmasın. Yerli ve hanım hanımcık da olsa muhbir olduktan sonra ne fayda! Hem ya fettanın albenisi! Tanpınar ile Ataç arasındaki o müthiş diyaloğu bir kez daha hatırlayalım: Ataç, yıllardır bekâr gezen dostu Tanpınar’a o kadar üzülür ki akrabası olan iki kızcağızla tanıştırıp aralarını yapmaya çalışır. Arkasından “Ne diyorsun Hamdi, nasıl buldun kızları?” diye sorunca, Tanpınar’ın yanıtı âdeta bütün Gretalar içindir: “Valla çok güzel, çok hanımefendi kızlar. Ama Nurullah, ben evleneceğim kadının biraz orospu yollu olmasını isterim.”] Elbette İstanbul Hafiyesi Ali Bey Greta gibi ecnebi bir fettan ya da konsa çıkan Rus Nataşa’dan değil, sırtını yaslayacağı Sacide’den alır havadisleri. Sırt demişken, Ali Bey, ara ara Adnan Fuat Bey’in deyimiyle Sacide’nin “yarı çıplak mücellâ sırtını” yine “bir baba şefkatiyle” okşamaktan da geri kalmayacaktır; ama ne olursa olsun havadis almak için Sacide’yle birlikte gizliden duşa girdiğinde başını yan tarafa çevirmezlik de etmez. [Allah Ali Bey’den razı olsun.]

Ama İstanbul Hafiyesi Ali Bey’de Adnan Fuat Bey’in yarattığı asıl dönüşüm iki yerde görülür: içmece ile akçe. Hatırlayalım Simenon pek meşhur hafiyeler gibi Ali Bey’i de alkol batağına sürüklemeye niyetliydi. Maşallah Ali Bey de boş bulduğu her yerde bi’ tek rakı atmadan vukuat peşine düşmez hâle gelecekti zaar. Neredeyse! Adnan Fuat Bey bu tehlikeyi görmüş olmalı ki her ne kadar rakı millî olsa da yine de görev başındaki bir memura yakışmayacağını düşündüğünden olacak, onu, dönemin blurlama tekniği olarak mütemadiyen yok eder. Ancak marazalı dedektiflerin birer alametifarikası olan içkinin yerine de bir şey koymak gerek icabında. (Onca hafiyelik kitabını boşuna mı sevdi bu millet?) Belki bu yüzden rakının eksiğini de bir başka milli sembol üzerinden gidermek ister Adnan Fuat Bey, ve İstanbul Hafiyesi Ali Bey’e tıka basa simit yedirerek devlet memuruna âdeta can simidi uzatır. Şu hesabın kaydını düşmeyi de ihmal etmez: [En azından hesabı Devlet Bahçeli’den kuvvetlidir.]

“Ali Bey, yolda bir seyyar simitçinin önünde durarak, iki tane taze, pişkin simit seçti. ‘İstanbul Hafiyesi’ ekseriyetle karnını böyle simitle ayakta doyuruyordu. Çocukluğundan, mektebe gittiğinden beri kalmış, âdetti bu! İki simit de akşamüzeri yiyecekti. Sabahleyin sokağa çıkar çıkmaz gövdeye indirdiği diğer iki simidi de katarsanız, Ali Bey’in günde asgari altı simitlik porsiyonu olduğunu kolayca anlarsınız.”

[Unutmayalım: Sırtında iktidarın neredeyse her köşesinin ayrı bir izi olan Bülent Arınç da aradan altmış sene sonra başka bir millî hafiyenin peşine düşüp, “takip ediyoruz” diyecekti. Emrah Serbes’in yarattığı Behzat Ç. karakteri televizyon dizisiyle birlikte ortalığı kasıp kavurunca iktidar millî değerler şiarıyla ayar çekmiş, görev başındaki memura alkolü yakıştırmamıştı. Maazallah gençlik özenirse hâlimiz nic’olur diye feveran edenler bir on sene sonra alkolü her yandan kazımaya başlayıp gençliği “kaçak” yollarla telef edince, taksirle işlenen bu “sulu cinayetlerin” hesabını görecek hafiyeler de akıllarınca ortadan kalkmıştı. Neredeyse!]

Akçeye gelince… 

“İstanbul’un Polisi”nde Ali Bey suçluları yakalayıp bütün gizemleri çözdükten sonra zengin Amerikalı tarafından verilen mükâfatı (kendi için olmadığını usulca belli ederek) kabul etse de mizacından ödün vermeden yine gizemine/köşesine çekilmeyi bilir. Yatırım aracı olarak altını seçmesi de ayrı gizemlidir:

“’Bu parayı ne yapacak?’ diye sordu kadına, rahatlamış olan Burns, Ali Bey adına kestiği çeke imza atarken.

‘Muhtemelen altın alır…’

‘Neden altın?’

‘Çünkü bu onun huyu, en azından anladığımız kadarıyla! Altınları biriktirip saklıyor. Kıt kanaat geçiniyor ve kendini polislik aşkına teslim ediyor. Harikulade bir insan… Her şeyi anlıyor, her şeyi tahmin ediyor, her yerde…’”4

Adnan Fuat Bey ise İstanbul Hafiyesi Ali Bey’e maddi bir karşılık kabul ettirmez. Nihayetinde vazifedir bu, ve bir karşılık beklemek yakışmaz. (Şimdilik!) Ancak Adnan Fuat Bey, Ali Bey’i artık İstanbul’da da barındırmaz. 

Her iki hikâyede de Sacide ile zengin Amerikalı mutlu bir birliktelikle İstanbul’u terk etmeye karar verir; “İstanbul’un Polisi”nde kendilerini bekleyen bir Avrupa gezisiyken, “İstanbul Hafiyesi”nde istikamet Amerika’dır. Adnan Fuat Bey ayrıca Sacide’nin parmağına en pahalısından bir yüzük takmayı da ihmal etmez ve zengin Amerikalı müstakbel yabancı damada dönüşürken bittabi hayatlarında Ali Bey gibi bir noksanlığın olmasının mümkünatı yoktur. Evet, Adnan Fuat Bey İstanbul Hafiyesi Ali Bey’e çil altınlar aldırmamıştır belki, ancak bir başka ekmek kapısından da mahrum etmemiştir. Meşhur “İstanbul Hafiyesi” Ali Bey artık “Özel Hafiye” Ali Bey olmuş ve mesut çiftimizle birlikte Amerika uçağının merdivenlerinden usul usul yukarı doğru süzülmüştür.

Böylelikle Simenon’un İstanbul macerası da son bulur.

[Konudan bağımsız aklıma Yeşilçam zamanı yurt dışına ihraç ettiğimiz James Bondlar geldi. Göksel Arsoy’un Bond maceraları da pek ilginçtir.]

Bitirirken son bir yere daha değinmekte fayda var: Adnan Fuat Aral’ın “tahrip edici” Simenon çevirisi salt yukarıda sıralanan ve karşılaştırılan meselelerden ziyade, bir başka açıdan da önemlidir: 

Özellikle 1960’lı yıllardaki “Mayk Hammer” furyası Türkiye yayıncılığında büyük hadise yaratıp, bir roman kahramanını âdeta millî bir kahraman gibi ilgi çeker hâle getirir. Böylece Türkiyeli okurun Mayk Hammer başta olmak üzere “dedektif romanlarına” karşı gösterdiği müthiş ilgi neticesinde başta Çağlayan olmak üzere birçok yayıncı da hemen harekete geçerek, biz de ona karşı boş değiliz, der gibi yeni kitaplar “üretmeye” başlar. Öyle ki orijinal serilerin kat kat üzerinde yayımlanan ciltler piyasayı uzun bir dönem meşgul eder. Başta Kemal Tahir, Hayalet Oğuz nam Oğuz Halûk Alplâçin ve Afif Yesari olmak üzere birçok yazar ya çevirdikleri kitapları yerelleştirme ve özgünleştirme yoluyla tahrip ederek ya da en baştan yazdıkları sahte Mayk Hammer kitaplarıyla bu üretime büyük katkı sağlar; nihayetinde ortaya birbirinden özgün kitaplar getirmişlerdir. Hatta Afif Yesari’nin sayısı 200’ü bulan üretimiyle, Kemal Tahir’in hakiki Mayk Hammer kitaplarından daha fazla satan kendi üretimi Mayk Hammer kitapları piyasa için belirleyici birer etken hâline gelir. Hayalet Oğuz da bu tahrip edici üretimlere daha özel bir yerden yaklaşır: çevirdiği kitaplardaki kimi olayların kendi geçmişiyle kesiştiğini gördüğünde çevirmemeyi ya da hadiseyi dönüştürmeyi tercih eder. Hayalet Oğuz’un Simenon’dan çevirdiği yine Everest Yayınları tarafından basılan Üç Kardeştiler kitabının önsözünde Oğuz Eren bu “çevirmemeyi tercih ederim” durumunu göstermiştir. [Sanıyorum geçen seneydi, Hayalet Oğuz üzerine bir kitap çıkmıştı; orada da bir-iki şeyden bahsediliyordu.]

Adnan Fuat Bey’in Simenon’dan çevirdiği “İstanbul Hafiyesi” işte biraz da yukarıda sıralanan bu nedenlerden dolayı önemlidir: Daha çok Mayk Hammer furyası ile özdeşleşen çeviri tahribatının (daha doğrusu yeniden yazmanın) önceki dönemlerde de tercih edilen bir durum olduğunu görürüz. Ancak şunun da altını çizmek gerekiyor: burada bahsedilen herhangi bir sansür uygulama durumu değildir; zira sansür konusunda zaten ezelden gelen bir muvaffakiyetimiz mevcut, buradaki mesele hikâyeyi aslına inat yazma hadisesi.

 Bir başka deyişle: Mütercim muharrire karşı!

En nihayetinde artık şu haklı soruyu sormanın da sırası geldi: Bayram değil seyran değil, Adnan Fuat Bey ne demeye İstanbul Hafiyesi Ali Bey’i Amerika’ya gönderdi ki?

Bunun yanıtı içinse 31 Mart 1952 tarihli Son Saat gazetesine bakmak şimdilik kâfi:

“Newyork’u birbirine katan Türk Hafiyesi kimdir?

İstanbul Hafiyesi Amerika’da.

Yarın “’Son Saat’ Sütunlarında.

Yazan: Adnan Fuat Aral”

[Kimbilir bu da belki bir başka yazının konusu olur. Ama şimdi şu hengâme içinde Ali Bey’i meşgul etmemek en iyisi.]

1 Erol Üyepazarcı, Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006), Oğlak Yayıncılık, 2008, s. 937.

 2 Abidin Dino, Kısa Hayat Öyküm, Can Yayınları, 2107, s. 70.

3 Erol Üyepazarcı, Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006), Oğlak Yayıncılık, 2008, s. 950.

4 Georges Simenon, Simenon Türkiye’de: “İstanbul’un Polisi,” (çev.) Elodie Eda Mareau Evcil, Everest Yayınları, 2016, s. 105.