.

Fakir Baykurt’un Şiirleri

Hilmi Tezgör

Alman yazar Kurt Tucholsky’nin “Soldaten sind Mörder” diye bir sözü var. 1931 yılında Weltbühne dergisinde çıkan bu cümle, kendisinin değil de derginin yayın yönetmeninin yargılanmasına yol açmış; ama sonuçta bir ceza çıkmamış, çünkü burada belirli bir gruba yönelik hakaret olmadığına kanaat getirilmiş. Daha sonra yine gündeme gelen ve çok tartışılan bu cümleye ilişkin davalar uzamış, ta Anayasa Mahkemesi’ne kadar gelmiş ve ancak 1995’te “Soldaten sind Mörder” serbestçe dillendirilebilir olmuş.

Duyunca insanı irkiltebilen bir cümle gerçekten de: “Askerler katildir.” Sonradan pasifistlerin, yani savaş karşıtlarının ve anti-militaristlerin parolasına dönüşmüş. Bugün Berlin’in merkezinde (ama Doğu tarafında) bir binanın bütün cephesini kaplıyor.

*

Fakir Baykurt barış yanlısı bir yazardı, ama aynı zamanda savaş-karşıtıydı da.. Bunu anlamak için onun ismini daha önce duymamış, yazdığı hiçbir şeyi okumamış olan için bile 1987 yılında yazdığı iki şiire bakmak yeter aslında. Bunlardan ilki ‘Nedir Savaş?’:

En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo

Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına

Bir tankla on derslikli on okul

Bir uçakla yedi köye bir hastane

İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır

Bir roketle koca şehir kurulur

Bir taburun postallarıyla çocuklar

Kızamıktan kurtulur

Beş yıl birikse bir kolordunun parası

Kansere ilaç bulunur

Ölenlere dikilen anıtlar da para

Kalanlara nişanlar kolayla mı takılır

Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur

Düşün, ne yer, kaça semirir bir general

Bırak atom savaşlarını bir an

İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün

Kimileri yıllar yılı bitmiyor

Atılan bombalar, harcanan mermiler

Alınteri vergilerden

Yakılıp yıkılmış bir şehir

Kolayla mı yapılır yeniden

Evlerin asansörü merdiveni penceresi

Bir düşün serin kanla lütfen

Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler

Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana

Yanıtla şu küçük soruya rica ederim

Aptallık değil de nedir

Nedir savaş?

“Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler (…) Aptallık değil de nedir? Nedir savaş?..” Evet aptallık. Ama insan da aptal zaten ve savaşmadan duramıyor. Çıkarı olarak gördüğü şeyler için savaşıyor ve diğer insanların çıkarlarını yok sayıyor.

İkinci şiir ise bu süregelen aptallığın nedenine odaklanıyor ve soruyor: ‘Ne Çıkarın Var Savaştan?’:

Büyük büyük fabrikaların yok

Tank yapmaz top yapmazsın

Ortağı değilsin motor fabrikalarının

Büyük kârlar beklemiyorsun

Ne çıkarın var senin savaştan?

Besleme bir gazetenin başyazarı

Savaşı kışkırtınca bol ilan alan

Barışseverlere sövdükçe sırtı okşanan

Pahalı lokantalarda, lüks otellerde ağırlanan

Yıllardın kurdu köşe yazarı hiç değilsin

Ne çıkarın var senin savaştan?

Taş ocaklarında dinamitçi, hem de balyoz sallayan

Yazları sepet ören koyun kırkan yün eğiren

Dünyaya yoksul gelmiş yoksul gidecek bahçıvan

Bir camide imam, kilisede papazsın

Ne çıkarın var senin savaştan?

Bugün öyle günler yaşıyoruz ki, bu gibi sormak durumunda kalıyoruz kendimize, çevremizdekilere, bizi yönetenlere, yönettiğini zannedenlere.. Bu şiir, bir savaş çıktığında, bundan kimin çıkarının olacağını, kimin ise olamayacağını da gayet net olarak söylüyor bize. Ve üzerinden onyıllar geçse de, Baykurt’un doğru tespitlerinde değişen bir şey yok.

*

Romancılığıyla tanınan ve sevilen, ama öykü kitapları da bolca okunan Fakir Baykurt’un yazma serüveni şiirle başlamış. Aslında bu, birçok romancı/öykücü için geçerli bir durum. Önce şiirle başlanıyor, sonra öykü ve romana geçiliyor.

İlk şiirini 20 yaşına doğru yayınlamış olsa da ilk şiir kitabını 60 yaşında çıkarmış Fakir Baykurt. Diğer eserlerinin yanına sessizce bir şiir kitabı ekleyivermiş. Dergilerde kalan ve yeni yazdıklarından oluşan 71 şiirlik bu toplam Bir Uzun Yol (Ein langer Weg) ismiyle 1989’da yayımlanmış. Kitap, evrensel sanatçı Abidin Dino’nun, şiirlerin içeriğine uygun çizdiği desenlerle birlikte Ortadoğu Yayınevi’nce Almanya, Oberhausen’de basılmış.

“Bir uzun yol, inişli yokuşlu,

derelerden geliyor

Bir uzun yol, dikenli taşlı,

uçurumlarla dolu.

Uzaklardan geliyor.

Bin yılların bataklıkları,

yüzyıllar ne canlar yuttu.

Yağmurlar dökule dökule,

sular kıvrıla büküle,

sel yatakları, yarıntılar.

Gene de duruldu gökler.

Günlük güneşlik oldu dünya.

İlkeldi ama kardeşlikti,

avı kuşu bol dağlar,

dallar yemiş yüklü.

Çok uzaklardan,

uzaklardan geliyor.”

Şiirlerin çoğu 80’li yıllarda yazılmış olsa da aralarında 1949, 1958 tarihli olanlara da rastlanıyor. 70’li yılların olaylarına kayıtsız kalamayan bir edebiyatçının bu konuları işleyen şiirleri de eklenmiş bu toplama. Ama bu kitabın, yazarın roman ve öyküleri kadar ilgi gördüğünü söylemek doğru olmaz. Hatta biraz yadırgandığı bile söylenebilir.Benzer bir durum Aziz Nesin için de geçerli olmuştur. Nesin de mizah yazarlığının gölgesinde kalan şiirleri nedeniyle yadırganmış ve eleştirilmiştir.

Şöyle der Fakir Baykurt:

“Sanata pek çok yazarımız gibi şiirle başladım. Dayımın köyünden kaçıp gelmiş, ilkokula yeniden yazılmıştım. Bir köylüm benden önce enstitüye girmişti. Tatilde, parmak hesabıyla şiirler yakıştırdığını gördüm. Ondan kaparak ben de yakıştırmaya başladım. Ota giden kıza, tarladaki öküze, güneşe, yıldıza, mantara, onbaşıya şiirler düzüyordum. Uyak bulup hece sayıp yakıştırıyordum.

(Şiirlerimi) çeşitli dergilere gönderdim. İlk yayımlanan şiirim Fesleğen Kokuluma adını taşır. Eskişehir’de yayımlanan Türke Doğru dergisinde çıktı. Dergiyi Ümit Yaşar’ın babası Lütfü Oğuzcan çıkarırdı. Köy Enstitüleri Dergisi’nde, Yücel’de, Varlık ve Fikirler dergilerinde şiirlerim, yazılarım çıktı.” (Varlık Özmenek, Mayıs 1972, Fakir Baykurt’la Bir Konuşma, Can Parası,  İstanbul 1973 s.7–20)

Gönen Köy Enstitüsü’ne gelen İsmail Hakkı Tonguç’un “Şiir yazan var mı içinizde?” sorusu karşısında arkadaşlarının da yönlendirmesiyle şiirlerini okuyan Baykurt’un yazdıkları Tonguç tarafından alınıp Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayımlanır. Baykurt’un o dönemdeki şiirlerinin adları: Boşa Çıkan Beddualar, Vazgeçtim, Keziban Abam, Adı Batası Şiir, Gönen Mektubu’dur.

Yazar olarak ün kazandıktan yaklaşık 20 yıl, öğretmenlik mesleğinden emekli olduktan ise 3 yıl sonra, 1979’da Almanya’nın Duisburg şehrine gönderilerek ‘Yabancı Çocuk ve Bölgesel Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak çalıştı. Ruhr Havzası’nda Türk işçi çocukları için başlatılan bir programda görev aldı. Aynı yıl ‘göçmen işçi’ konusunu incelemek üzere ikinci defa bu ülkeye giden yazar, Duisburg şehrine yerleşti. Bu dönemde ODTÜ’de öğrenci olan oğlu Tonguç, ertesi yıl ise kızı Işık tutuklandı.

*

Baykurt, şiirlerinin tam 60 yaşındayken bir kitapla okura ulaşmasını, Aralık 1989’da yayımlanan Yazın dergisinin 37. sayısında büyük bir alçakgönüllülükle şöyle değerlendirir: “İyi bir şiirin yazılabilmesi için yüzlerce kötü şiirin yazılması gerektiği söylenir. Şiir çabalarım iyi şiirler yazılmasına katkı olabilir en az. Bu da yeter bana.” Şair Ceyhun Atuf Kansu ise şöyle demiştir: “1950’li yıllarda Fakir Baykurt’un Demokrasi adlı şiirini okumuştum. Bu şiir karşısında duyduğum saygıyı, pek az oyun şiiri karşısında duymuşumdur. Ozan dille, düşünceyle ve şiirle bir dağı kaldırıyordu yerinden.”

Fakir Baykurt’tan ikinci şiir kitabı ise 1997 yılında Ateşdikenleri ismiyle yayımlandı. Yazdığı ilk şiirlerin yanı sıra yine farklı dönemlerden, benzer duyarlıklarla yazılmış şiirleri bir araya getiren bu ikinci şiir cildi, uzun bir aradan sonra 2018’de Türkiye’de yeniden basıldı.

Bir Uzun Yol isimli kitap dört bölüme ayrılmış ve farklı zamanlarda yazılmış olsa tematik olarak birbirine yakın duran şiirler bu dört bölümde toplanmış. İlk bölüm kitapla aynı ismi taşıyor. Şiirlerin isimleri dahi, zaten nelerle karşılaşacağımızı anlatıyor bize: Şu Babam, Ren Üstüne Sözler, Hemşerim, Madenci, Duisburg’da Şafak, Şu Almanya. Bu bölümde İşçi Kızının Soruları isimli şiir özellikle dikkat çekiyor, bana kalırsa.

İkinci bölüm olan ‘Barışlı Dünya’ demin andığım savaş karşıtı iki şiirin de yer aldığı bölüm. Burada sadece bölümün ismi bile, Baykurt’un dünyaya sorduğu sorular ve dünyanın ona kurduğu hayallere tanık olmamızı sağlıyor:

Üçüncü bölümün ismi ‘Analar’ ve okuru doğrudan Anadolu’ya götürüyor. Irgat Hasan, Ay Osman, Ölmezotu ya da Netaş Grevcileri gibi şiirlerle Baykurt’un Anadolu dönemine, Almanya’ya gelmeden önce sanatını ekip biçtiği dünyalara bakıyoruz. Onun sıcak ve ince duyarlığını dinliyor, işitiyoruz.

Son bölüm olan ‘Şiirin Hası’ ise Fakir Baykurt’un hayatında yer etmiş, sevdiği insanlara yazmış olduğu şiirleri toplandığı yer. Ana ve babasının yanında, burada kimler mi çıkıyor karşımıza? Sayayım: Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İlhan Erdost, İsmail Hakkı Tonguç, Nelson Mandela, Behice Boran, Ho Chi Minh, Yılmaz Güney.. Sabahattin Ali’nin 1948 yılında öldürülmesinden bir yıl sonra, Baykurt’un içi yana yakıla Kurban şiirini yazdığını görürüz. Baykurt o sırada 20 yaşında bir gençtir.

İnsanın kendi suçu sanırdım zorbalığı

Bilmezdim zorbalık düzenlerini

“Kağnı-Ses”i okudum uyandım

İlk olarak anladım köyümü

Karacahil koyup ezenler kim halkı

Soyup soğana çevirenler kimler

“Sırça Köşk”ü okudum

Kalktı gözlerimdeki perdeler

Işıtan bir yazar Sabahattin Ali, pırıl pırıl

Körlerin gözü, dilsizlerin dili

Parmakları halkın nabzında sürekli

Fişlediler, yılları zindanlarda geçti

Toplattılar kitaplarını, kapattılar gazetesini

Kıvılcımlı yıldızlardır öyküleri

Masalları yoksul çocuklara bilinç taşır

Öldürdüler onu, daha çok ezmek için halkı

*

“Fakir Baykurt ömrü boyunca şiir yazmasına karşın bir şair miydi?” diye sorulacak olursa benim cevabım şöyle olur: Fakir Baykurt’un şiirlerinde, Türk edebiyatında bilinen ve sevilen anlamda bir şairanelik yok. Ahmet Haşim’in, Orhan Veli’nin ya da Turgut Uyar’ın yazdığı gibi bir şiir değil Baykurt’unki. Politik olarak belki aynı yöne baksa bile Nazım’ınki gibi de değil. O, aynı öykü ve romanlarında olduğu gibi gerçek olanı, yaşanmış olanı ve olması gerekeni yansıtmış şiirlerinde. Yalnızca biçimi farklı ve söyleyiş de şiire uyarlanmış. Toplumsal gerçekçi bir duyarlıkla bazen halkın her tabakasına seslenirken, bazen de halkın sesi oluyor. Kimi zaman yerel deyişlerden yararlanıyor ve bazen de masalsı bir tonu benimsiyor.

Baykurt Bir Uzun Yol’da yer alan şiirlerinin pek çoğunu Almanya’da yazdı. Doğal olarak iki dil, iki kültür arasındaki ‘insan’ı anlattı. Yazdıklarının tümünde, çoğu kişinin farklı bir ülkede yaşarken o ülkenin insanını dışlayan tavrına ‘benzemeyen’ bir tutumda görürüz Baykurt’u. Ona göre emekçi insanın her iklimde toplumsal ve bireysel koşulları birbirine benzer. Sanatçının yapması gereken, yönetenlerin acımasızlığına, yönetilenler safında yer alarak karşı durmaktır. ‘Şu Almanya’ isimli şiir (1986), buna bir örnektir:

Şu Almanya’da ben

Anadolu’dan gelmiş şair

Kimi zaman unuturum kendi halkımın

Yüzyıllardan sürüp gelen acılarını

Derdine düşerim Almanların

Baykurt’un şiirleri öyküsel, öyküleri de çoğu zaman şiirseldir. Baykurt’un şiirlerinin bir bitişi vardır. Bu bakımdan çok anlamlılığa kapalıdırlar ve genelde iyimser biterler.

Fakir Baykurt’un hayatıyla yazdıkları bütünüyle örtüşüyor ve birbirini besliyor, canlandırıyor. Bu bağlamda onun modern bir yazar olduğu söylenebilir. Türkiye’den Almanya’ya işçi göçünün 60. yılı dolarken, bu göçü ve beraberinde getirdiklerini birinci ağızdan dinlemek isteyen, Almanya’ya göçmüş bir Anadolu aydını olan Baykurt’un kitaplarını okumalı. “Biz işçi çağırdık, insanlar geldi” demişti yazar Max Frisch, Almanya’ya gelen göçmen işçilere gönderme yaparak. İşte bu insanları en iyi anlatanlardan biriydi Fakir Baykurt.

(Not: Fakir Baykurt’un bu yazıda alıntılanan şiirleri Literatür Yayıncılık tarafından basılan Bir Uzun Yol ve Ateşdikenleri isimli kitaplarda yer almaktadır. Literatür Yayıncılık, Fakir Baykurt’un bütün kitaplarının yayın hakkına sahiptir.)