.

Modi: “Duyusal manzaraya yaklaşım benim fotoğrafçılık tarzımın doğasında var.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Abdullah Ezik, 212 Photography Istanbul festivali kapsamında ilk defa Türkiye’deki sanatseverlerle buluşan Paris merkezli fotoğraf sanatçısı Modi (Anne-lise Cornet) ile konuştu.

212 Photography Istanbul aracılığıyla ilk defa Türkiye’deki sanatseverlerle buluşuyorsunuz. Kendinizi Türkiye’deki seyirciye nasıl tanıtırsınız?

1975’te Paris’te doğdum. Bağımsız bir fotoğrafçı olarak fotoğraf işlerimi “Modi” adıyla imzalıyorum: Mavi, tekdüze gözleri kendi içlerine dönüşlerini yansıtan kadınları tasvir eden ressam Modigliani’ye gönderme olarak.

Paris’teki CFT Gobelins fotoğrafçılık okulundan mezun oldum, 2004 yılında Reflection Masterclass seminerine katıldım ve La Fenice, Actes Sud, Novartis, La Maison Européenne de la Photographie, La Fondation de Venise, Branly Müzesi için kurumsal siparişler hayata geçirdim, gerçek “beyaz kartlar” yaptım. Çalışmalarım birçok sergide yer aldı ve özellikle Rencontres Photographiques d’Arles’da; Venedik’teki Ikona Galerie’de; Hasselt Kültür Merkezi’nde ve Belçika’nın Namur kentindeki Maison de la Culture’de.

Duyusal manzaraya yaklaşım benim fotoğrafçılık tarzımın doğasında var.

Şiir, edebiyat ve felsefe imgenin kenarlarında, somut olmayanın, görünmezin sınırlarındaki işimi hiç durmadan besliyor. Bu fotoğraflar kimlik kavramını sorguluyor, bizi doğayla ve bize ev sahipliği yapan bu topraklarla daha samimi bir temasa ve her türlü yaşam biçimine karşı daha derin bir saygıya davet ediyor.

Bir sanat dalı olarak, özellikle pandemi koşullarında fotoğrafçılık herkesin gözünde daha anlamlı bir hâle geldi ve bence durum birçok sanatçıyı farklı yönlerde etkiledi. Pandemi ve fotoğrafçılık arasındaki ilişki hakkında ve bir sanatçı olarak fotoğrafa olan yaklaşımın konusunda bize ne söylemek istersiniz?

Fotoğraf her zaman dünyamızdaki öznelere tanıklık etmek, uyandırmak ve sorgulamak için ayrıcalıklı bir ifade aracı oldu. Fotoğrafçılıkta kullanılan çeşitli yaklaşımlar ve farklı ifade şekilleri pek çok düşünceyi ele almayı mümkün kıldı. Hala içinde bulunduğumuz bu pandemi döneminde birçok sanatçı projelerinde engellenmiş hatta yaratıcılıklarından kopmuş hissederken bazları eşi benzeri görülmemiş bu bağlamı kendi bakış açılarından değerlendirme ihtiyacı hissetti.

Yaklaşımım herhangi bir güncellik kavramının sınırında olduğundan ve nihayetinde evrensel ve zamansız sorgulamalardan beslenen fotoğraf evrenim dolayısıyla bu bağlamın benim işimi çok etkilediğini düşünmüyorum. Ancak aynı zamanda her birimizde su yüzüne çıkan derin, bilinç dışı kaynakların bilincinde olmayı da ihmal etmedim.

Fotoğraflarınızda minimal ve monokrom ağırlıklı fotografik bir yaklaşım benimsiyorsunuz. Bu yaklaşımın temelinde ne var?

İmge, dilin özelliklerine sahip olduğu için (burada görsel yazıdan bahsediyoruz), görüntünün kompozisyonuna giren tüm anlamlı ve çağrıştırıcı unsurları titizlikle seçiyorum. Orantı, çerçeveleme, renk türü, ışığın türü de temel seçimler; belirli ince duyguları, soruları olabildiğince yakından tercüme etmeye ve doğayla olan bağımızı bir formda uyandırmaya ve manzara ile bir diyalog kurmamıza yardımcı oluyorlar bana.

Duyusal manzaraya yaklaşım, tarzımın merkezinde yer alıyor.

Aynı şekilde bazı çok yumuşak renkler ve dağınık ışıklar fotoğraf evrenimdeki bu duyusal arayışa katkıda bulunuyor.

Mavi renk, çalışmalarımda önemli bir çağrışım desteği. Keskin bir tona sahip olan bu mavi renk seriler boyunca fotoğraflarımda kendine yer buldu. Başlarda bazı sahil manzaralarının gökyüzüyken, kışın ise bu mavi kâğıt, kumaş, boya şeklinde belirli unsurların kullanımıyla görsel evrenimde kendini iyice belli etmeye başladı. Bu uçucu camgöbeği mavisi dilimin gerçek bir kurucu unsuru haline geldi, hayal gücümde alegorik bir alan, görünenin ötesinde bir alanı çağrıştıran bir ilgi alanı açıyor ve içselliğimizi yansıtıyor. 

İzleyenlerin (zorlayıcı) bir içsel yolculuğa sürüklenmesi sizin fotoğraflarınızda sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Deklanşöre bastığınız anda aklınıza gelen ilk şey nedir?

Fotoğrafın çekiliş anı oldukça eşsiz aslında, benim için derin bir konsantrasyon halini ifade ediyor. Somut bir düzende olmayan bir şeyi, bir algıyı, tüm duygularımı harekete geçiren duyumları olabildiğince doğru bir şekilde, eşsiz ve kısacık bir anda, fotoğrafın çekilişin anında ifade etmeye çalışıyorum. Bu da ‘‘şimdi’’ ve ‘‘burada’’ gerçekleşiyor. Bu eşsiz anda, sanki çifte bir bakış iş başındaymış gibi, kararlı bir şekilde dışa, görünenin en küçük unsurlarını dikkatle incelerken, diğeri ise kendi içselliğim ile bir yankı halinde doğan yoğun bir duyguyu dikkatle dinliyor. Deklanşöre bastığım anda, bu duyguya olabildiğince yaklaşmak, onu kaydetmek ve onu paylaşmak istiyorum.

Fotoğraflarınızda seyirci nerede? Sizinle beraber fotoğrafa daha derinden mi dalmalı yoksa işlerini dışarıdan bakan bir gözle mi sorgulamalılar?

Bir görseli veya imgeyi okumamız, gerçek varlıkları perspektife koyarken hayali bir düzleme de açıktır: coğrafi, kültürel, ekolojik, şiirsel, felsefi, manevi; bir yer hakkındaki algımız, mekân, çeşitli konumlarımızı ve özlemlerimizi, kendi deneyimlerimizi yansıtır. Bu nedenle, bu alegorik manzaraları farklı bir şekilde deneyimlemek tamamen kendi kişisel deneyim ve yaşantılarını takip edecek olan izleyiciye kalmıştır.

Parisli bir sanatçı olarak fotoğraflarınızı İstanbul’da izleyiciyle buluşan Lübnan, Ürdün ve İsrail’de çektiniz. Ortadoğu’nun farklı uçlarında dolaşırken ne düşündünüz? Bütün bu kültürler size ne ifade ediyor?

Varlığımızın açılma hissine sahip olduğu, anı tam olarak yaşadığı, zamanın sonsuzluğa genişlediği bir mutlaklık hissine sahip olduğu yerler vardır. İsrail ve Ürdün’ün bu görkemli ve güçlü manzaraları karşısında, Ölü Deniz kıyılarında böyle anlarla karşılaştım. Geçmişte deniz ufuklarına karşı duyarlıydım: Atlantik’e ya da Kuzey Denizi’ne / “Ütopya” serisine, hatta İzlanda ve Kanada’nın uçsuz bucaksız manzaralarına / “Mutlak Doğa” serisine. Çölle karşılaşma, başka bir boyuta açılan yeni ve derin bir deneyimdi, sadece bir ufka dönük değil, var olma duygusuydu.

Fotoğrafik yaklaşımım daha çok manzara odaklı ve keyifle keşfettiğim Türkiye dahil tüm bu coğrafyalar inanılmaz kültürel zenginlikleri, mirasları, manzaraları, dikkat çekici yerleri, hafızalara kazınmış yerleri ve tarihleriyle muhteşem bir ilham kaynağı. Ayrıca bu geziler sırasında insan karşılaşmalarından ve farklı kültürlere açık olmaktan çok zengin bir şekilde beslendim.

Sergi kapsamında bedeninizi bir sembol olarak kullanıp hikayesi olan bir esere dönüştürmeniz de dikkat çekici. Bu düşünce sizde nasıl oluştu? Bu sarılı kadın bize ne hissettiriyor?

Manzara ile diyalog sürecime devam ederek, insanın doğa ile sahip olabileceği farklı bağlantıları keşfediyorum. Her seferinde ele alınan yerler ve unsurlar farklı yaklaşımları zorunlu kılıyor. Otoportreyi geçici bir temelde (otobiyografik bir yön veya otokurmaca görebiliriz) ancak “bedensiz” bir şekilde kullanıyorum çünkü bu daha evrensel bir insan figürünün yaklaşımıyla ilgileniyordum. Bedenimi ya da yüzümü belli serilerimde ortaya koyuyorsam, o her zaman yeni boyutlara açılan, (düşünsel, meditatif, şiirsel) daha derin uzantıların arayışı içinde, bir yerin eşsizliğinin bende uyandırabileceğiyle uyum içinde yansır.

Otoportre, kısa bir sürede yaratıcı sürecimin kurucu bir unsuru haline geldi, fotoğraf ise bazen mekânın fiziksel deneyimini yansıtan basit bir hafıza aracı haline geldi.

212 Photography Istanbul kapsamında sergilenen “Başka Yerde” serisinde, gerçek bir mevcudiyet olan mavi silüet, ilham kaynağını Sylvie Germain’in bir metninde buluyor. Bu roman, kimliğini gizleyen büyük bir kumaşa sarılmış esrarengiz bir karakter hakkında. Bu “yoldan geçen” görülebilenin alanını öldürerek önüne çıkan yerlerin sanki bir duvar geçidiymişçesine içinden geçiyor. Bizim bilmediğimiz bir zorunluluğun kaprisiyle gizemli şekillerde ortaya çıkıyor ve kayboluyor.

“Yürüyen bir varlık, bazen unutulmanın eşiğinde hafızada gömülü kalan görüntüleri kökünden söküp atıyor. Sabırla ve tahammülle nereye gittiğini kimse söyleyemez; yürüyüşüne ritim veren, onu böyle iten; (…) Adımları sessiz, ancak kumaşın kıvrımlarında titreyen bir rüzgâr mırıltısı ve ince, küçücük bir su sesi duyuyoruz; Yeraltı kaynakları antik kayaların oyuklarında fısıldar ve sessizliğin ve boşluğun uçsuz bucaksızlığında garip rezonanslar yayar. (…) Bedeni sayısız nefesin birleştiği bir yerdir.” Sylvie Germain

Son bir soru: Hem Türkiye’de hem de uluslararası platformlarda bizi gelecekte neler bekliyor?

İstanbul ziyaretimden gerçekten çok keyif aldım, 212 Photography Istanbul’a daveti ve karşılaması için sıcak bir teşekkür göndermek istiyorum. Aynı zamanda Fransız Kültür Merkezine ve Total’e cömert destekleri için de ayrıca teşekkür ediyorum.

Türkiye ile olan bu ilk temasım bana hemen ilham verdi, geri dönme fırsatımın olmasını ve “bir sanatçının yaşam yeri” çerçevesinde kutsal yerlerde ve arkeolojik alanlarda fotoğraf işleri gerçekleştirmeyi çok isterim.

Aynı zamanda, “eşik” teması üzerine yeni bir seri gerçekleştiriyorum (hem geçirgen bir sınırı olan hem de gerçek bir tanışma/buluşma yeri olan). Benim için bu fikri İstanbul’da, mükemmel bir arkeolojik arketip olan bir yerde, keşfetmek harika olur.

Şu aralar bir kitap projesi üzerine çalışıyorum.

Birkaç hafta içerisinde Deauville’e, (FR) Masterclass Internation Reflexion 2.0 ile, Planches Contact tarafından çağrıldım. Bu iş festival çerçevesinde bir sonraki sergide yer alacak.

Gelecekteki sanat kariyerime damga vuracak karşılaşmalar, tesadüfler ve fırsatlar konusunda hem hevesli hem de meraklıyım.

Teşekkür ederim.

Fransızca’dan Türkçe’ye çeviren: Zeynep Büyükkeser