Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com / abdullah.ezik@sanatkritik.com
Murat Uyurkulak’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan yeni romanı Delibo, okuru birkaç yıllık bir ayrılığın ardından Uyurkulak edebiyatıyla buluşturan bir metin. Uyurkulak’ın alışık olduğumuz mizahi dilini, değişken kurgusunu, okuru şaşırtan finallerini görmeye devam ettiğimiz metin, İzmir’in Bornova ilçesinde geçen bir arayış, bir kayıp bulma hikâyesi aslında.
Bir kayıp hikâyesi olan Delibo, yıllardır görüşmeyen insanları birleştiren bir buluşma metnidir aynı zamanda. Bir gün hiçbir sebep yokken ortadan kaybolan Deli İbo veya Delibo, kendisini seven insanları onu bulmaları için peşinden sürükler. Ünlü bir film yıldızı olan ve Bornova’dan ayrılan Yasemin, Delibo’yu ararken kendisine yardım etmesi için yıllardır görüşmediği eski dost ve aslında âşığı olan Yusuf’tan yardım ister. Daha sonra Yusuf, Yasemin ve Yusuf’un babası Sefer Kavala üçgeninde ilerleyen metin, geçmişe dönük uzun bir hesaplaşmaya döner.
Delibo ilk olarak yarım kalmış, yutkunulamamış bir aşkın romanıdır. Yusuf, hayatı boyunca belki de en sevdiği kişi olan Yasemin’e tam anlamıyla açılamamış, duygularını belli etmesine rağmen bunu kelimelere dökememiş, bu fikrin arkasında durma konusunda güçlü olmaktan uzak bir karakterdir. Geçmişi ve hataları onu hiç yalnız bırakmaz. Bunda en büyük pay âşık olduğu Yasemin’le aralarındaki ilişkiye aittir, zira onun gidişleri aslında Yusuf’u sebepsiz bırakan ana unsurdur. Sebepsizlik, hayata anlam katacak değerden uzak olma, buradaki temel düğüm noktasıdır. Yusuf’un hayatı boyunca çıkış sağladığı noktalara bakıldığında bunların Yasemin’le birlikte olduğu veya Yasemin ile aralarında herhangi bir şey yaşanamayacağını idrak ettiği ânlar olduğu gözükür. Yusuf bir umuda kapıldığında veya aşkına bir karşılık bulabileceğini düşündüğünde kendisini daima dipsiz kuyuların dibinde bulur. Bu noktada ona yardım edecek kimse yoktur ve yalnızlık onun tek sığınağıdır. Tanıdığı herkesten uzak bir yaşam sürdüğü Konya, bunun için önemlidir ve o, yalnızlığı umuda karşı bir sığınak olarak benimser.
Aşk, bir gemi için yanaşılabilecek en tehlikeli liman olsa gerek. Zira ne zaman bir gemi o limana yanaşsa içinde hep türlü felaketlere gebe bir şeyler olur. Sözgelimi güvertede yangın çıkar, tayfa kaptana kadar isyan bayrağı açar veya bir başka gemi süratle onların üstüne doğru gelir. Yusuf’un hikâyesi de biraz böyledir. Hayatına kaldığı yerden devam etmeye çalıştığı her an karşısında Yasemin’i bulur ve kendisini hızla irtifa kaybetmiş, dibe doğru çökerken bulur. Bu çöküş onda hiç son bulmaz. 6 yıllık hapis hayatı, üstüne 2 yıllık askerlik, o da yetmezmiş gibi 10 yıl Konya’da geçen bir hayat. Sonunda 36 yaşında Bornova’ya dönen Yusuf, aradan geçen bunca yılın ardından karşısında yine Yasemin’i bulur. Yusuf’un hikâyesinde aşk, hep bir çöküntüymüşçesine yeniden yeniden üretilir ve Yusuf bu tuzağa çekilir. Üstelik o, bu tuzağa düşmeye çok meyyaldir, bir batar bir çıkar, ama kendisini hiçbir zaman ondan tam olarak ayıramaz.
Uyurkulak’ın yıllar içerisinde kendisine özgü, kendi yazar kimliğini açıkça gösteren ve ona dair bir emare gibi kabul edebileceğimiz bir dil meydana getirdiğini biliyoruz. Üstelik bu dil, bir yandan alabildiğine mizahiyken bir yandan da o kadar can yakıcıdır. Bu dil en acı hakikatleri bir o kadar mizahla yoğurarak okurun önüne serer. Oldukça can yakan, okuru en hazırlıksız anında yakalayan bu dil, okurun karnına indirilen ani bir kroşeden farksızdır. Okurunu metin boyunca şaşırtmayı seven yazar, bunu hikâyesiyle olduğu kadar kullandığı dille de yaparak yıllar içinde inşa ettiği tavrını sürdürür. Sözgelimi Yusuf ve babasının bir trafik kazasında ölen annesi ve kardeşinin cenazesine katıldığı gün yaşananlar böyledir:“Benim gücüm kardeşimin ufak tabutuna yetti. Mezarlarına toprak atarken ağladık. Cenazeden sonra Uzun Çarşı’da birer porsiyon tandır kebabı yedik. Otobüse binmeden önce iki kilo Afyon sucuğu almayı da ihmal etmedik.” (25) Bu aslında bir yerde Uyurkulak’ın metin boyunca güç aldığı temel nokta olur. Zira en keskin geçişler, en keskin duyarlılıkları da beraberinde getirir. Bu âni dönüşler, bu noktaların ne denli önemli olduğunu okura duyurur. Zira bir tarafta henüz bir çocuk olduğu için gücü ancak kardeşinin tabutunu taşımaya yeten bir çocuk, hemen birkaç sözcük ardındaysa cenazeden tandır kebabı yiyip ayrılan, yolda yanına leziz Afton sucuğu alan biri vardır. İkisi de aynı kişidir ve her şey birkaç saat içerisinde olmuştur. Bu, bize bir yerde hem hayatın olağan akışını ve onun her ne olursa olsun devam edişini hatırlatır, hem de körelen duyguların köreltilen serüvenini: Bu noktada ise hem bu iki ayrımı işaret eden hem de hayatımızı derinden etkileyen anları kendi perspektifinden işaret eden bir yazarın dili kullanım biçimini. Yıllardır metin dilini kendine özgü bir biçimde kuran Uyurkulak, Delibo’da da bunu devam ettirir.
Delibo aslında erkeklerin hikâyesidir. Onda asıl yeri Yusuf, babası Sefer Kavala ve kaybolan Delibo kapsar. Yasemin de Jülyet de diğerleri de bu hikâyenin ilaveleridir. Hayatları onlara değmez, olsa olsa teğet geçer. Zaten bu geçiştir onları bunca yaralayan. Yusuf’un beyninde Yasemin gibi koca bir ur vardır; Sefer için kırılgan bir babalık/erkeklik, sefalet dolu bir geçmiş ve çocuğuna dahi istediklerini vermeye gücü yetmeyen bir örnek; Delibo içinse hep bir boşluk. Bu üç karakter de çevresindekilerden bağımsız kendi içlerinde kendi kendilerine çöken buzdağları gibidir. Gün gelir ortadan kaybolurlar. Sözgelimi Sefer’den bahsetmek bunu oldukça belirgin kılar. Yusuf bir yerde şöyle der babası için: “Babalık ne müşkül, ne zavallı, ne hazin bir hâldi Yarabbi!” (186) İşte bu, Sefer Kavala’nın tüm hikâyesidir. Hayatı boyunca içini kendisinin bile dolduramadığı hikâyelerin peşinden koşan Sefer, gün gelir her şeyi yitirdiğini anlar. Ardında bıraktığı şiir kitabı, kimsenin okumadığı ve evin arka odasına koliler içinde tıkılmış yüzlerce kitap, onun yaşamı gibidir. Belki içinde bir hazine yatıyordur, ama kimsenin bundan haberi yoktur, zira hiç dolaşıma çıkmamış, hiçbir insana rast gelmemiştir. Yusuf’un bir gün es kaza okuduğu şiirleri beğendiğini söylediğinde gösterdiği sevinç, tam da bu duyguyu, yıllara yayılmış bu körelmeyi, bu unutuluşu, bu yok sayılmayı işaret eder. Bu kırılgan baba, peşinden bir o kadar kırılgan bir oğlu sürükler.
Öte taraftan bunca erkeğin ortasında bir buluşma noktası gibi Yasemin dikilir okurun karşısına. Yasemin, Delibo’daki tüm erkeklerin aslında olmak isteyeceği kişidir. Hayatı boyunca işlerinin hep rast gittiği söylenebilir. Maddi olarak güçlü, manevi olarak ise ne istese yapabilir gibidir. Ardında onu seven birçok erkek bırakmış, yoluna devam etmiştir. “Bi de… Uçağa binmeden söyleyeyim istedim. Bitti.” (199) Bu yalın, 5 saniye içinde söylenebilecek bu yalın cümle, onun tüm karakterini ortaya koyar. Bu, kısa bir telefon konuşmasında Yusuf’a aralarındaki bağın yine bittiğini bildiren cümledir. Zira aynı ayrılık konuşmasını Yusuf’tan, Sefer’den veya herhangi birinden yapmasını istesek, ortaya bir Marcel Proust külliyatı çıkabilir. Zira onlar, Yasemin’deki güçten muaftır ve bu güçten muaf oldukları oranda da ona bağlıdır. Sefer’in (oğlunda bile olmayan) evin anahtarının bir kopyasını hiç düşünmeden ona vermesi, Yusuf’un her ne olursa olsun düşüncelerinin merkezine onu yerleştirmesi; hepsi bundandır. O, onların zayıflıklarının karşısında tüm ihtişamıyla bir birleşme noktası, bir kesişim kümesidir. O olmasaydı her şey çok daha farklı olabilirdi, hatta o değil, ondan etrafa saçılan gül kokusu, hadi o bile değil, onun etrafına saçtığı umut olmasaydı her şey herkes için çok daha farklı olabilirdi. Bu bile onun ne denli güçlü bir karakter olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Zira Yasemin, alev alev yanmakta olan bir şehirden hiçbir şey olmamış gibi arkasına bakmadan çıkıp yürüyen bir karakterdir. “Her taraf gül kokuyordu yine. Geçtiğim sokaklarda, evlerinin önüne geniş örtüler serilmiş, çoluk çocuk, genç ihtiyar, erkek kadın, herkes başına oturmuş, çiçek tablalarından gül yapraklarını ayıklıyordu.” (129) Uyurkulak, tüm bu kırılgan erkeklerin/erkeklik hâllerinin karşısına Yasemin gibi güçlü, dirayetli ve sağlam bir kadın çıkarır ve bu kadın, her seferinde tüm oyunu bozar, kendi istediği gibi yeniden kurar. Ona karşı gelebilecek kimse yoktur. Tanrı olarak Yasemin ve tanrının kulları olarak diğerleri; tüm serüven okunmaya bu noktadan da başlanabilir.
Her hikâye iyi kötü bir yerde son bulur. Delibo da bir şekilde son bulur. Hikâyelerin kaderi budur, bitmek zorundadırlar. Ancak bu sonda tehlikeli bir şey vardır. Tehlikeli ve Sefer ile Yusuf’u yakmaya meyyal bir şey. Şöyle biter sözgelimi Delibo: “Soruyorum: / ‘Kazanıcaz de mi baba?’ / Dönüp bakıyor, şahane gülüyor. / ‘Biz beynelmilelciyiz oğlum… Elbet kazanıcaz!’” (199) Tam burada beliren ve okurun içine doğru yayılan umut, işte o en tehlikeli şey, herkes için hayata bağlanma sebebi olabilecek en güçlü unsurdur. Sefer ve Yusuf için de öyle olsa gerek. Zira Yusuf’un hayatı sanki hep bir umut etme sevdası yüzünden oradan oraya sürüklenmemiş gibi hâlâ bir umuda tutunması, bu bir yandan alaylı bir yandan istekli dil, hikâyenin okur için metinsel düzeyde bittiği yerde yeniden başlayabilir. Ancak okurun muhayyilesinde metnin nasıl devam edeceği, sanırım metnin geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda, mevcut metinden daha farklı olmaz. Her ne kadar beynelmilelci olsalar da, hayatları hep bir pamuk ipliğine bağlı olan Yusuf ve Sefer, yaşamlarına bildiğimizden başka türlü devam edemezler.
Delibo’da ilginç bir alt metin vardır, oldukça geniş bir perspektife yayılan, sınırları alabildiğine geniş bir metin. Delibo, günümüz Türkiye’sinin bir sonucu, bir karşılığıdır. TV yıldızı Yasemin, Konya’da grup seks partileri düzenleyen evli iş adamları, Bornova’da eroin çeken gençler, hapiste tecavüze askerde işkenceye uğrayan karakterler… Uyurkulak tüm bu hikâyeleri Delibo’nun satır aralarına yerleştirirken aynı zamanda Türkiye’nin güncel sorunlarına da göndermeler yapar. Onları tüm çıplaklığı ve bir yerde tüm anlamsızlığıyla gözler önüne serer. “Ve fani dünyada tek bir şey öğrendiysem, o da şu: Güçlüye, zengine, güzele küsmek zor, âcize, yoksula, çirkine kolay. Zenginsen, boğazına kadar boka bulanmış da olsan, başın dimdik, üstelik zarif bir gülümseme eşliğinde geçebiliyorsun hayatın içinden, yoksulsan tek bir yellenme yetip artıyor ortak bir tiksintinin konusu olmana.” (48)
Delibo’ya dair bu metne ilave olunabilecek son bir şey varsa o da sanırım Murat Uyurkulak’ın Yusuf’un serüveni boyunca dile getirdiği metinlerdir. Zira okur için öylesine değerli ve uzun bir listedir ki bu, ısrarla takip edilmesi özel bir değere karşılık gelir. Belki bu listeyi yeni bir başlık altında, sözgelimi “Murat Uyurkulak’tan Okuma Önerileri” şeklinde paylaşmak dahi oldukça ilginç olacaktır. Zira bu listede Madam Bovary’den Genç Werther’e, Anna Karanina’dan Varolmayan Şövalye’ye; Edip Cansever’den Turgut Uyar’a, Cemal Süreya’dan Jack London’ın Demir Ökçe’sine kadar nice eser ve isim vardır. Sırf bu listeyi takip etmek bile hem Uyurkulak edebiyatını daha fazla açmak, hem bir okur olarak Uyurkulak’ı anlamak, hem de sıradan bir okur olarak bize ileriye dönük planlama yapmak konusunda yardımcı olabilir. İyi kitaplar, başka iyi kitapların bir sonucu ve devamıdır. Keza Delibo da öyle.
Delibo, hem okur için oldukça eğlenceli ve Bornova sokaklarında geçen sıcak bir hikâye, hem de bir o kadar hüzün dolu bir anlatıdır. Bir tarafta satır aralarına gizlenmiş yurdun hâli, öte tarafta küçük hayatında hep kırılma noktalarında tökezlemiş Yusuf… Murat Uyurkulak, yeni romanı Delibo ile yeniden okurun karşısına çıkıyor ve Uyurkulak edebiyatının kaldığı yerden devam ettiğini ilan ediyor.