.

Edebiyatın Yabancı’sı Sinemanın Yazgı’sı mı?

Asuman Gül Biçen

“Hayatta ahlaklı olmaya dair ne varsa futboldan öğrendim, topun nereden geldiğini hiçbir zaman bilemiyorsunuz çünkü” diyen Albert Camus, vereme yakalanmasaydı belki futbolla olan ilişkisini devam ettirecekti. Bu sevda Türk Sineması’nın dahi yönetmeni Zeki Demirkubuz’un da içten içe hissettiği, bulunduğu ortamlarda futbola olan arzusunu dile getirmekten çekinmediği ve de bilhassa gece yürüyüşlerinin yanı sıra dostlarıyla halı saha maçlarına dahil olduğu bir sır değildir. Albert Camus ile Zeki Demirkubuz’un ortak noktalarından biri futbol değil yalnızca. Zaten bu yazının da odağı futbol olmayacak. Camus’nün “Yabancı” romanıyla inşa ettiği, “Sisifos Söyleni” ile felsefi temellerini attığı “Yabancı” yani namıdiğer “Meursault” karakterinin izini sürerek “Yazgı” filmine nasıl sızdığı, Demirkubuz’un kadrajında neye dönüştüğünü göreceğiz birlikte.

Albert Camus, 1913 yılında Cezayir’de bir ziraat işçisinin oğlu olarak dünya geldi. Henüz bir yaşındayken babasının kaybetti. Yoksulluğun ve sefaletin gölgesinde bir çocukluk geçiren yazar, 29 yaşındayken ölen babasının mezarını bulduğunda 40 yaşındaydı. Babasından daha yaşlı olması onun zihninde şu düşünceyi harekete geçirmişti. “Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğlu ölmüş babanın anısına götüren ruh devinimi değil, olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı bir acımaydı- burada bir şeyler doğal bir düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse düzen diye bir şey yoktu, oğlun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca.” Camus bu düşüncesiyle savaşın gölgelediği hayatların kararan yönünü gözler önüne sermekle kalmaz, akıldışılığını ya da absürtlüğünü de vurgulamış olur. Yazdığı metinleriyle başkaldıran bir söylem tarzı geliştirir. 1960 yılında yayıncısının ısrarıyla- cebinde tren bileti olmasına rağmen- araba yolculuğu sırasında geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybetti. İşin ilginç yanı “En absürt ölüm hangisidir?” sorusuna daha önce “Bir araba kazasında ölmektir,” yanıtını veren Camus’nün öngörüsüne ne diyebiliriz ki. Öldüğünde henüz 47 yaşındaydı ve çantasında ölümünden sonra yayımlanan “İlk Adam” adlı romanın taslağı bulunmaktaydı.

1940 yılında, Cezayir’de yaşayan Araplar üzerine yazıları -Arapların içinde bulunduğu kötü şartlar, Fransızlar’a göre aldıkları düşük ücret vs- yayımlanan Camus, Genel Valiliğin uyguladığı sansür üzerine Cezayir kentinin dışına çıkarıldı. İş bulmakta zorlanan yazar Fransa’ya gitti. Maddi olarak sıkıntılı günler onu beklemekteydi. Bir süre Paris-Soir gazetesinde çalışan Camus 1940 yılında “Yabancı” adlı metnini tamamladı, roman “Sisifos Söyleni” ile birlikte 1942 yılında yayımlandı. Camus, Almanların Paris’i işgal etmesiyle birlikte 1941 yılında Cezayir’in Oran şehrine geri döndü.

Yabancı’nın başkarakteri “Mearsault” adında Cezayir’de çalışan Fransız kökenli bir memurdur. Mutlu Ölüm metnini hazırlarken Camus aldığı notlarda “Mersault” adının “Mer” (Deniz) ve “Soleil” (Güneş) gibi kavramları çağrıştırabileceğini belirtir. Mutlu Ölüm’de de kullandığı bu adın önüne “Yabancı” metninde bir isim getirmez. “Mutlu Ölüm” yazarın 1936 ile 1938 yılları arasında tasarladığı ilk romandır. Buraya küçük bir not düşelim. Mutlu Ölüm’de karakterin adı Mersault “Deniz” ve “Güneş”in birleşimiyken, Yabancı’nın “Mearsault”su “Ölüm” ve “Güneş”in birleşimidir. Roger Quilliot göre, Mearsault Mersault’nun küçük erkek kardeşi olarak düşünülmelidir. Jean Sarocchi’ye göre ise bu iki metinde kuruluş ve amaçları bakımından ayrılıklar apaçık görünse de Mutlu Ölüm, Yabancı’nın bir önsimgesi hatta terim biyolojik anlamına çekilirse, onun matrisi olduğu düşünülebilir. Mutlu Ölüm, bir yapıttan daha çok bir belgedir. “Yaşamı alışılagelen bir yerde arayan ve bir moda kataloğunu okurken, birdenbire kendi yaşamına ne kadar yabancı olduğunu fark eden bir adam,” olarak karşımıza çıkan Mutlu Ölüm’ün Mersault’sunun üzerinde çalıştıkça ilk romanın giderilemez hatasıyla birlikte bir başka romanın olanağını duymuştur Camus, Jean Sarocchi’ye göre.

Peki niçin “Mutlu Ölüm” o yıllarda yayımlanmadı? Burada belki bize Bay Castex’in yorumu yanıt olabilir. Ona göre “Yabancı” için yapılan tasarı Mutlu Ölüm’ün ayağını kaydırmıştır. 1937 nazik bir yıldır ve ilk romanı oluşturduğu bu dönemde Yabancı’nın izleği gizlice, usul usul araya girmiştir.

Mearsault adı güneş, anne, ölüm, yalnızlık, toprak gibi temalarla da ilişki içerisindedir. Zaten günlerini iş, deniz, güneş üçgeninde geçiren Mearsault, kitabın birinci kısmında hayatın tanığı, izleyeni gibi resmedilir. Duygu ve düşünceleri belirgin değildir. Çevresindeki insanlar ve durumlar karşısında eylemsiz ve de tepkisizdir. Az konuşur, az düşünür. Mearsault kimseye benzemez. Güneş yüzünden birini öldürdüğünü söyleyecek denli garip biridir. Topluma, değerlere hatta dünyaya yabancıdır. O’nun yabancılığını Simone de Beauvoir şu cümlelerle anlatacaktır:

“Bir çocuk gördüm ağlıyordu. Çünkü evlerinin kapıcısının oğlu ölmüştü. Annesi-babası önce bıraktılar ağlasın, sonra sıkıldılar bundan. “Niye ağlıyorsun? Senin kardeşin değil ki o!” dediler. Çocuk gözyaşlarını sildi. Korkunç bir şey öğrenmişti. Demek ki yabancı bir çocuk için ağlamak gereksizdi! Peki ama, kardeşi için niye ağlayacaktı? Onun için de ağlamayabilirdi. Kadın “Sus, çizmeyi aşma! Senin aklın ermez böyle şeylere!” Hır çıkarmaya gelen kocasını engelledi. Adamcağız yatıştı, sonra uzaklaştı. Bir süre sonra kadın kocasını yardıma çağırdı. “Yoruldum, üşüyorum, gel,” dedi. Yalnızlığa gömülen adam karısına baktı şaşkınlıkla. “Bana ne üşüyorsan,” diye geçirdi içinden. Öyle ya karısından ona neydi? Düşüncelerini daha ileriye götürdü. Hindistan onu ne ilgilendirirdi? Yunanistan nesineydi? Ne diye şu toprağı, şu kadını, şu çocukları benim saymalı? Gerçi şuradaki çocuklar benim soyumdan, yanımdaki kadın benim karım, ayak bastığım yer benim toprağım; ama onlarla aramda hiçbir bağ yok gerçekte.”

Roman, Mearsault’nun annesinin yaşlılar yurdunda öldüğünü bildiren bir telgraf ile başlar. “Bugün anne öldü.” Öyle ki annesinden bahsederken bile iyelik eki kullanmayan karakter her şeyle olduğu gibi annesiyle de arasına bir mesafe koymaktadır. Annesinin cenazesine katılan Mearsault’nun davranışları deyim yerindeyse çevresindekiler tarafından tek tek kayıt altına alınır. İkinci bölümde yer alan mahkeme sürecinde birinci bölümdeki davranışlardan sorumlu tutulan Mersault suçlu kabul edilerek idama mahkûm edilir.

Foto: zekidemirkubuz.com

Yabancı’dan esinlenen Yazgı filmi ise Karanlık Üstüne Öyküler üçlemesinin ilki olarak çekilen, gümrük bürosunda çalışan, hiçbir neden yokken bütün eylemlerinde kendisini suçlu hisseden ve bu ruhsal durumunu irdelemeye bile gerek duymayan bir adamın öyküsüdür. Demirkubuz, “Bütün hayatım boyunca taşıdığım suçluluk duygusunu olduğu kadar, imtiyazlılara ve gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere duyduğum nefreti anlatmayı hep istiyordum,” diyecektir bu film için. Annesi bir gece ölünce Musa, annesini sevdiği halde hiç acı duymaz; hatta bu yitirişin getirdiği rahatlamadan memnun olur. Öyle ki annesinin öldüğünde mutfağa yönelir, kendine bir sütlü kahve hazırlar ve televizyonun karşısına geçerek kahvesini bitirir ve ardından ertesi gün işe gider. Tıpkı Mearsault gibi annenin ölümüne kayıtsızdır. “Bu benim hatam değil,” diyerek patronundan izin ister. Musa’nın umursamazlığı ve ilgisizliği onu diğer bireylerden farklı kılmaktadır. Bu tutumu diğerleri tarafından tuhaf karşılanacak, anlaşılamayacaktır. Demirkubuz, Musa’nın sorulan sorulara verdiği cevapların edilgenliğini daha fazla ön plana çıkarmak için kamerayı sabit tutar. Kullanılan bu teknik ile Musa’nın kayıtsızlığı daha belirgin hale gelmektedir. Yabancı’nın Mearsault’su da patronundan aldığı izin konusunda benzer bir tavır takınır. Annesi haftanın son günü gömülmüştür ve izni hafta sonu ile birleşince dört gün olmuştur ve bu durumun onun suçu olmadığını düşünmektedir. Mearsault’ya evlenme teklif eden Marie’nin aldığı cevap gibi Sinem’in evlilik teklifine “Benim için fark etmez, sen istiyorsan evlenebiliriz,” diyen Musa evlilik konusunda da kayıtsızdır. Çünkü temelde hayatın akışının değiştirilemeyeceği, yazgının esiri olduğumuz gerçeği ile yüzleşmek zorunluluğunun getirdiği bu tavrı karısının onu aldatması meselesinde de devam ettirecektir. Her şeye ‘evet’ diyen Musa için Demirkubuz şu yorumu yapacaktır:

“Bence insanlığın çok büyük bir bölümü, iç dünyası olarak benim hikâyemdeki Musa gibi… Kimse acı çekmek, annesi öldüğünde üzülmek istemiyor ve karısı aldattığı zaman buna kayıtsız kalmak istiyor. Ama kendilerine ait olmayan yükler, imajlar yüzünden herkes bunu oynamak zorunda kalıyor. Musa’nın asıl farkı şu: Bugünkü insanlığın üstlendiği statü ve kimliklerden oluşmuş bir varoluşu reddetmesi. Yani bu süslerden, bu giysilerden arındırıldığı zaman geriye kalanı göstermesi. Musa bütün bunları açığa çıkaran, ikiyüzlülüğü açıkça reddeden, dürüst ve saf bir adam. Onu seçmemin sebebi de burada.”

Albert Camus, Mearsault’nun hayata karşı tavrını birinci bölümde şöyle devam ettirir. Kendisinden istenilen her şeye uyan Mearsault, komşusunun teklifi ile plaja gider. Raymond ile plajda karşılaştıkları Araplar arasında bir husumet vardır ve bu çatışmaya her şeye evet diyen Mearsault da dahil olur. Mearsault, Raymond ve Araplara arasında çıkan kavgayı önce seyreder ve sonrasında Raymond’u korumak için ondan aldığı silah ile plaja yeniden döndüğünde Arap’ı beş kurşunla öldürür. Üstelik belirgin bir nedenle yapmamıştır bunu. Kısaca güneşi suçlar mahkemede. Çünkü ona göre bir adamı suça sürükleyen çevresindeki uyarıcılardır. Güneş, deniz, parıldayıp duran kumsal, ışığıyla gözünü kamaştıran Arap’ın bıçağı, sıcak, tabanca…

İkinci bölümde ise Mearsault tutuklanır. Camus burada tam anlamıyla Mearsault’nun avukatın, savcının, jüri üyelerinin, tanıkların gözünden yabancılığını gözler önüne serer. Verdiği cevapların hiçbiri toplumun beklentilerine uygun değildir. Mehmet Rifat’a göre davayı yöneten ve izleyen herkes kendini tehdit altında hissetmektedir. Gizli bir hakikati dile getiren bu adam toplum için tehlikelidir. İnsanlıkta kendi duyarsızlığının bilincini uyandırabilir.

İkinci bölüm Demirkubuz’un Yazgı’sında farklıdır. Romanı çok güzel bulduğunu söyleyen Demirkubuz, sinema filmi için uygun olmadığını belirtir. Bu nedenle yeni bir hikâye yazmaya karar verir. Türkiye’de geçecek bir hikâye inşa eder. Cezayir’de yaşayan bir Fransız’la Türkiye’de yaşayan bir Türk’ün aynı karanlıktan beslendiğini, kendilerini fiziksel olarak çevreleyen coğrafi, sosyal, sınıfsal, kültürel koşullara rağmen insanın her yerde insan olduğunu anlatacaktı bu hikâyede. Bir doğuluyla bir batılının, özünde aynı insanlık temasıyla yoğrulduklarını (aynı doğanın ve tanrının ürünü oldukları için), aynı meseleleri yaşadıklarını, yukarıda saydığımız farklılıkların sadece biçimsel olduğunu göstermesi açısından önemliydi ona göre. Böyle olduğuna daha öncesinden de inandığını söyler. Yabancı Hıristiyan bir hikâyedir ama bunu bir Müslüman hikâyesine çevirmek için kolları sıvar. Özellikle final sahnesindeki konuşma farklı olmak zorundadır. Papazla yapılan konuşmanın Müslüman bir savcı ile yapılmasına karar verir.

Camus’nün romanında Meursault’yu ve yargılanacağı cinayeti işler. Yazgı’da ise cinayeti işleyen Naim (Musa’nın patronu) suçu Musa’nın üstüne atar. Naim, ilişkisi olduğu Sinem’in Musa’yla evlenmesini kıskanmaktadır. Musa, kendini yeterince savunmaz ve cezaevine girer.

Foto: zekidemirkubuz.com

Demirkubuz romanın ikinci bölümdeki mahkeme sahnesinden farklı olarak başka bir hikâye kurgular. “Yabancı’nın ikinci yarısını, özellikle mahkeme bölümlerini çok didaktik buldum. Bu nedenle Musa, filmde işlemediği bir suçu üstlenmek zorunda kaldı. Çünkü mahkeme sahnesinin tatmin edici biçimde çekilmesi imkansızdı. Ayrıca romanın bu bölümünü beğenmedim,” diyerek bambaşka bir yol çizer kahramanına. Musa’nın savcı tarafından sorgulanması ve avukat ile konuşmasının yer aldığı bu bölümde Musa’nın davranışlarının absürtlüğü konusundan ipuçlarına tanık oluruz. Soru cevap biçiminde devam eden bu sahneler; romanda yer alan mahkeme sürecinin ironisi bu kez gıcırdayan, kapanmayan kapılar ile simgeleştirilir.

Dan Fainaru’ye göre Yazgı filminin özgün metnin anlatısından ayrılışları, romanı bilenleri rahatsız edebilir. Camus’nün romanı yazdığı 1940lı yıllarda Cezayir’de hâkim olan siyasi iklime yapılan göndermelerin yokluğu özellikle rahatsız edicidir. Ancak filmlerinin yapımcılığını, senaryosunu ve kurgusunu da üstlenen, yani tam gün auteur’lük yapan Demirkubuz, soğuk bir ilgisizlik kılığına girmiş ahlaki kargaşa, duygu taahhüdüne karşı bir silah olarak yabancılaşma, sahip olmayanlar tarafından sahip olanlara duyulan güvensizlik gibi maddeleri içeren gündeminin peşindedir. En önemlisi, kahramanın her davranışında suçluluğun gölgesi vardır; her davranışını suçluluk duygusu yönlendiriyor gibidir. Sonuna kadar tutarlı olan Demirkubuz, kolay çözümler önermiyor. Onun yerine, gördüklerini yorumlamayı izleyiciye bırakıyor.

Sisifos Söyleni ile hem romanın hem de filmin dayanağı olan absürde kavramının felsefi dayanaklarını ortaya koymak roman ve filmin derdini anlamak açısından önemli olacağını düşünüyorum. Camus’ye göre insan ile dünyaya ayrı ayrı baktığımızda uyumsuz değillerdir. Absürde kavramı insanın ihtiyaçları ile dünyanın bunlara karşılık verememesinden doğar. Hayallerinden, umutlarından yoksun bırakılan insan bu dünyada kendini yabancı hisseder. Çünkü üzerinde yaşadığı dünya ne onun özlemlerini karşılar ne de onu ödüllendirir. Sisifos Söylencesi’nde yer alan şu pasaj yaşadığımız dünyayı vurucu bir ifadeyle resmeder. “Gün gelir dekorlar yıkılır. Yataktan kalkma, tramvay, büroda ya da fabrikada dört saat, yemek, tramvay dört saat çalışma, dinlenme, uyku ve aynı ritimle pazartesi salı çarşamba perşembe cuma cumartesi, çoğu zaman kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden” sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar” işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır ama aynı zamanda bilincin hareketlenmesini başlatır. Onu uyandırır ve gerisine yol açar.”

Absürtten üç sonuç çıkarabiliriz. Ona bilinçli bakmak anlamında başkaldırmak, yani ona boyun eğmemek; absürdün bilincine varmanın doğal sonucu olarak özgürleşme; yaşam deneyimlerini çoğaltmak, şimdiki zamanların bilincinde olmak anlamında tutku.

Kaynaklar:

Albert Camus- Yabancı- Can Yayınları

Albert Camus- Sisifos Söyleni- Can Yayınları

Albert Camus- Mutlu Ölüm- Can Yayınları

Mehmet Rifat- Başkaldıran Yalnız Adam, Albert Camus ve Çağdaşları- YKY

Ali Osman Gündoğan- Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi-Birey Yayınları

zekidemirkubuz.com’da yer alan “Yazgı” ile ilgili röportaj ve yazılar