
Burcu Alkan
Bir yıldan fazla çevirisi üzerinde çalıştığım ve yakın zamanda Alfa’dan çıkan William Blake biyografisi şairin Vala, or The Four Zoas (Vala, yahut Dört Zoa) başlıklı “vahiy kitabı”ndan bir parçayla açılıyor:
[O how couldst thou deform those beautiful proportions / Of life & person for as the Person so is his life proportiond]
Ah nasıl bozabildin / güzelim simetrisini hayatın ve kişinin / değil midir Kişinin kendi kadar ancak / hayatının simetrisi
Peter Ackroyd’un William Blake’ini çevirmenin zorlu olabileceğini baştan düşünmüştüm. Velhasıl tahmin ettiğimden bile daha çetin ceviz bir çalışmaydı. Fakat gerçek şu ki kitabın en başındaki epigraf, metni çevirmem için bir çağrıydı. Pandemi döneminde üzerine çok düşündüğüm bu dizeler aslında ilk okuduğumda değil, Türkçeye çevirdiğimde beni derinden etkilemişti. Kendi dilimde yeniden ifade etmeyi denediğim ses işitmeye ihtiyaç duyduğum bir sitemdi. Tınısını yakalamak için yüksek sesle okudukça bana iyi gelen, temrin gibi tekrar ettiğim, yüzyıllar öncesinden yankılanan bir sitem. Şiir doğru karşılaşma anlarında parlayan bir estetik biçim. Herhangi bir zamanda sadece sözün gölgesi olacak kelimeler bazen hiç beklemediğiniz bir yerden sizinle konuşur.
William Blake (1757-1827) Romantik Dönem şairlerinden ama onu romantik bir şair olarak değerlendirmek kaba bir edebiyat tarihçiliğine teslim olmak demek. Sıklıkla ifade edildiği üzere Blake İngiltere’nin son dindar şairi, ki kendini John Milton’ın mirasçısı olarak görmüştür. Ama onun dindarlığı dönemin inanç anlayışıyla çetrefilli bir ilişki içindedir. Lord Byron ve Samuel Taylor Coleridge gibi romantik şairlerle dönemleri örtüşür. Ama onların öncülüdür ve doğaya güzellemeler yapan bir romantizmden uzaktır. Ayrıca sadece bir şair değildir. Kendi tekniğini icat etmiş bir gravürcü ve akademi mezunu bir ressamdır. Ama üslubunun özgünlüğüyle sanat çevrelerinin de dışına düşer. Ayrılıkçı bir Protestan, özgün bir sanatçıdır. Ama aslen bambaşka bir gerçeklikle meşguldür. William Blake zamanlar üstü olduğu için anlaşılmamıştır. Yalnız bırakılmışlığın tüm sıkıntılarına rağmen inatla inandığı sanatı üretmeye devam eden imanlı bir radikaldir.

“Ayrılıkçı” Blake
Blake Kitab-ı Mukaddes’in evde günlük okuma olduğu, siyasi olarak radikal bir duruşa sahip Londralı esnaf bir ailenin çocuğu. Etrafta melekler gören, Tanrının bir pencere kenarında kendisine göründüğü, tek başına Londra civarında yürüyüşlere çıkan içe kapanık, asi ve aksi bir oğlan. Akademik eğitiminin zayıflığı bilinir ama onun derdi zaten başkadır. Ona bahşedilen bambaşka bir çağrıya kulak vermektedir ve çağrının onun zihninde aldığı şekli yakalamak, görsel ve sözel olarak onu ifade edebilmek hayatı boyunca kendini adadığı sanatıdır.
Blake’in dindarlığı “ayrılıkçı” Protestan temeller üzerine kuruludur. Ailesinden getirdiği bu inancın etkileri, kendini Milton’ın varisi olarak gören Blake’in “dindar”lığının altyapısını oluşturur. Fakat Kitab-ı Mukaddes’ten yaptığı -ve alışıldık olanı arzulayanların yüz çevirdiği- çizimler bambaşka bir dünya görüşüne işaret eder. Blake kendi kozmolojisini yaratmanın peşindedir. İmanından gelen kuvvet, eleştiriye açık olmayışı ve doğru bildiğine dair inadı ona özgü bir dünya görüşü kurgulamasını ve yaşadığı yıkımlara rağmen vazgeçmeyişi, dengi olmayan bir sanatçıya dönüşmesini mümkün kılar. Varsın zamanında anlaşılmamış olsun, bugün ikinci bir Blake yoktur.
Sanatı
Gravürcü çırağı olarak eğitim aldıktan sonra Kraliyet Akademisi’ne giren Blake bazı anlar dışında burada kendini hep eğreti hissetmiştir. Okulun ideolojisinden pek hazzetmese de çalışmalarını tamamlar. Oraya ait olmadığının herkes farkındadır ve edindiği bir iki arkadaş dışında Akademi’den pek de bir şey almadan kendi yoluna devam eder. Resimlerinde aldığı eğitimin izleri görülmekle beraber, asıl bu eğitimin doktrinlerini nasıl kendi üslubu için harmanladığı ve nasıl kendi üslubunu ona karşıt kurduğu dikkat çekmektedir. İstediğinde Akademi’nin arzuladığı türden eserleri rahatlıkla üretebilen Blake bunu yapmayı reddetmekle kalmaz, Akademi’nin hassasiyetlerine sert bir eleştiriyle karşı durarak direncini de gösterir.
Müthiş bir renk skalası vardır ve dönemin en iyi “renkçi”si olarak bilinir. Kendine özgü yöntemler icat eder. Farklı versiyonları olan ve farklı isimlerle anılan “Mimar Tanrı” parçası gibi muhteşem eserleri vardır. Fakat asıl bakanı rahatsız eden bir ayrıksılık resimlerinin temel niteliğidir. Blake’in resimleri alışıldık estetik algılarla değerlendirmeye müsait değildir. Çoğu zaman “güzel” demenin zor olduğu ama kuvvetinden kaçılamayacak kompozisyonlar kurar.


Blake’in resimlerinin “güzel” olmayan “kuvveti” hiddetten ve acıdan beslenir. Öfkeli bir adamdır Blake. Sadece kendine değil, başkasına yapılan haksızlıklara karşı da öfkelidir. Hiddetinin karşılığını kutsal metinlerin karanlık köşelerinden bulup çıkarır. Fakat bu öfkenin hemen yanı başında derin bir hüzün, yalnızlık ve çekilen acılar vardır. Özellikle acı çeken, acıyla kıvranan, yıkımı tadan ve yalnızlıkla sınanan figürleri resmettiği çalışmalarının çizgileri daha bir kendinden emin, daha bir güçlüdür. Blake’in ruhunda ve sanatının kozmolojisinde öfke ve acı ayrılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir, resimleri yalnızlığında bilenen ve beslenen bu iki duygunun üzerinde yükselir.
Şiiri
Masumiyet ve Deneyim Şarkıları Blake’in en iyi bilinen şiirlerini içerir. Bu şiirler romantik bir hassasiyete en yakın olduğu eserlerdir. Çocukluk ve masumiyet ile çocukların çektiği acılar üzerinden masumiyetin yitimi tema olarak ön plana çıkar. Ki, bir çocuğa eziyet eden komşusunu tekme tokat dövmüşlüğü vardır. Bu hassasiyetin evrilmiş bir modelini 19. yüzyılda Charles Dickens romanlarında görürüz. Ayrıca hayvan portreleri Tanrının yaratımını ve kudretini anlattığı şiirlerinde öncelikli semboller arasındadır. Tüm kudret ve hiddetiyle kaplanı yaratan Tanrı aynı zamanda masumiyet ve kırılganlığıyla kuzuyu da yaratmıştır. Bu iki imge iç içe geçmiş haliyle belki de Blake’in anlatı aynasında gördüğü kendisidir.
Fakat şair daha az bilinen şiirlerinde yarattığı epik unsurlarla bambaşka bir evren kurgular. Dindarlığı gibi bu nitelik de Milton’la arasında kurduğu bağdan beslenir. Milton’ın epik algısı ve kutsal anlatıları yerleştirdiği kompozisyon Blake’e göre asli ve orijinal olan İngiliz epik anlayışıdır. Böylece, kendi yarattığı tanrıları birbirine karşıt koyarak konuşturduğu Yaradılış ve Düşüş hikâyeleri anlatır. Yaradılış anlatıları ruhaniliğinin, düşüş anlatıları değişip dönüşmekte olan dünyanın izdüşümleridir. Hayatının büyük kısmını savaşların ve yoksulluğun gölgesinde geçirmiş olan Blake için dünyanın gidişatı kötüdür. Bu da metinlerinde iyinin ve kötünün mücadelesi olarak öne çıkar. Masumiyet ve iyilik – deneyim ve kötülük Blake’in dert edindiği ana meselelerdir.

Romantik hareketin öncülü oluşunun en açık ifadelerinden biri Aydınlanma karşıtlığıdır. Akla yönelttiği eleştiri onu zaman zaman garip inanışlara ve batıl inançlara yöneltmiş olsa da modernlik eleştirisi çok da yersiz sayılmaz. Fabrikaların artışı, yarattıkları kirlilik ve bilimsel aklın kendi dışındaki her şeye kapalı olması Blake için kabul edilemezlerdendir. Fakat doğayla ilişkisi Göl Şairleri gibi (Wordsworth, Coleridge vs.) refah ve idealizm kanadından değildir. İman, gizem ve ruhani olanın akılla anlaşılamazlığı şairin içsel dünyasının özünü oluşturur. Ona göre aklın üstünlüğü sanılan inanış görülemeyenin kudretine dair körlüktür. Velhasıl, Blake’in imanı zaman zaman “delilik”le suçlanmasına da neden olmuştur ki bu da anlaşılamamış olmanın hasarına katkıda bulunmuştur.
Willliam Blake resimleriyle ve şiirleriyle İngiltere’nin belki de en özgün sanatçılarından biri. Eserlerini sevip sevmemek -ki iki şekilde de kuvvetli tepkilere neden olabilirler- belki tercih meselesi olabilir. Fakat şu da var ki onun üslubunun kendine özgülüğü görmezden gelinmesini neredeyse imkânsız kılmaktadır. Yüzyıllar sonra bile geçerli olan bu durum belki de sanatçının kendi hayatında en çok şikâyet ettiği yok sayılmaya cevabıdır. Onu yalnız bırakanların çoğu bugün unutulmuşken Blake’in eserleri net bir dirilikle ilgi çekmeye devam etmektedir.
Ah neden farklı bir suretle doğdum ben?
Irkımın geri kalanı gibi doğmamış olmam neden?