.

Fahim Bey bizim neyimizdi ve şimdi neyimiz olur?

Hasan Öztürk

hasanaliozturktrb@gmail.com

Fahim Bey ve Biz, Abdülhak Şinasi Hisar’ın (1887-1963) ilk romanıdır. 1941 yılında yayımlanan roman, 1942’de, CHP’nin ‘sanat mükâfatı’ uygulamasının ilki olan ‘roman armağanı’ üçüncüsü seçilmiştir. Roman, tekniği ve adını veren karakteriyle eleştirilmiş, kimilerince de beğenilmiştir. İkinci büyük savaş sonrasının ‘toplumcu’ edebiyat ortamında ‘edebî şaşkınlık’ yaratmış romanın, ödüle layık görülmesi de ayrı bir tartışma konusudur.

İlk heyecanın sonrasında uzun yıllar boyunca yazarının adıyla birlikte unutuluşa terk edilen Fahim Bey ve Biz, zamanla değişen edebiyat anlayışı ve yazarın kitaplarının yeniden basılmasıyla edebiyat okurunun gündeminde yerini almaya başladı1. Fahim Bey ve Biz, ‘Abdülhak Şinasi Hisar’ın romancılığı’ için başlangıç metni olmanın ötesinde edebiyatımızın roman vadisinde, geleneğin dışına çıkışta tartışmalı bile olsa ilk sayılabilecek bir metindir.

Adı bilinmeyen anlatıcısından dinlediğimiz Fahim Bey ve Biz, birkaç cümleyle özetlenebilecek bir romandır. Bursa’nın seçkin ailelerinden birinin oğlu olan Fahim Bey, Galatasaray Lisesinde okumuştur ancak düzenli bir işi olmadığından günlük yaşamında güçlüklerle karşılaşmaktadır. Yakın çevresindekilerin gözünde ‘aptal’ ya da ‘sinsi’ birisi görülen içe kapanık Fahim Bey, bazı yerlerde ücretsiz çalışsa da kendisinden çok şey bekleyen babasına mahcup olmamak için borçlanarak odalarını dolduramadığı, boş odasında sabahleyin keman çaldığı bir konak kiralar. Londra elçiliği üçüncü kâtipliğine atanan Fahim Bey, II. Meşrutiyet’in ilanıyla resmi görevinden ayrılarak İstanbul’a döndüğünde Saffet Hanım ile evlenir. Evliliği pek de iyi gitmeyen Fahim Bey, devrin “teşebbüs-i şahsi” modasına uyarak hayalini kurduğu pamuk ticareti işini kendi başına yapmak ister ancak ortak olacak kimseyi bulamaz. Yaptıklarını bir düzene koymak, daha doğrusu bir şey yapıyor görünmek için Galata’da bir ofis kiralayan Fahim Bey, ofisinde ne iş yaptığını bilmeyen han çalışanlarının alay konusu olmak bir yana kirasını bile ödeyemeyince ofisi boşaltmak zorunda kalır. Boşaltılan odadaki dosyaları inceleyenler, onun hayali işlerle uğraştığını anlayınca onların gözünde de ‘zavallı’ ve ‘deli’ sayılır. Sonunda, üzüntülü ve yaşlanmış Fahim Bey, düşündüklerini yapamamış olmanın karamsarlığıyla sessiz sedasız hayata veda eder. Roman, ‘Fahim Bey’ ile sınırlı kalmayıp bir de ‘Biz’ sayfası açtığından o sayfaya da bakılmalı.

Roman ödülü ve ödüllü romanlar

1942’deki ‘roman armağanı’ jürisinin kararı, 1928 harf devriminden sonraki romanları değerlendirip ilk üçe girenleri ödüllendirmektir. 1928-1941 arasında yüz elliyi aşan sayıda roman yayımlanmışken jüri, çok az sayıdaki romanı değerlendirmiş ve ilk değerlendirme; Yaban (Yakup Kadri), Sinekli Bakkal (Halide Edip) ve Fahim Bey ve Biz (Abdülhak Şinasi) sıralamasıyla sonuçlanmıştır. İlk üçe giren romanların yeniden değerlendirmesiyle bu kez sıralama; Sinekli Bakkal, Yaban ve Fahim Bey ve Biz olarak değişmiştir. Bu değerlendirme için ‘sanat mükâfatı’ vermeyi kararlaştırmış CHP’nin, ilk aşaması ‘roman armağanı’ olan sanat ilgisi ve Fahim Bey ve Biz’in üçüncülük derecesi üzerinde önemle durulmalıdır.

CHP’nin ‘roman armağanı’ jürisinin ölçü aldığı yıllar arasında yayımlanan romanlardan birkaçının adını vereyim: İki Süngü Arasında (Aka Gündüz), Halas (Mehmet Rauf), Yaprak Dökümü (Reşat Nuri), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye, Bir Tereddüdün Romanı (Peyami Safa), Çıkrıklar Durunca (Sadri Ertem), On Yılın Romanı (Ethem İzzet Benice), Çingeneler (Osman Cemal Kaygılı), Ayaşlı ile Kiracıları (Memduh Şevket Esendal), Çıplaklar, Açlık (Ahmet Refik Sevengil), Kuyucaklı Yusuf (Sabahattin Ali), Üç İstanbul (Mithat Cemal Kuntay)… Bazıları ‘edebiyat’ bazıları da ‘rejim’ açısından önemli ve yazarları adını duyurmuş romanlar varken 1941’de yayımlanan ve yazarın ilk romanı Fahim Bey ve Biz ilk üçe girmiş, ilginç! İlk romanı, hemen o yılın değerlendirmesinde ilk üçe girmiş yazar her nedense sonrasında ‘kenarda bırakılmış’ bir romancıdır, bu da ilginçtir!

Edebiyat jürilerinin tartışılmadığı dönem pek olmamışsa da 1940’ta yayımlanan Sabır Taşı (Necip Fazıl Kısakürek) kitabının 1947’de CHP’nin ‘piyes ödülü’ almasındaki politik manevrayı, 1942 için de söylemek abartı sayılır mı kestiremedim açıkçası. Ödül alan üç romanın edebi değerini tartışmadan dönemin politik anlayışının edebiyat ortamına yansıyan bir görüntüsüne dikkat çekeyim istedim. 1942’deki ‘roman ödülü’ sıralamasında üç isim; Halide Edip, Yakup Kadri ve Abdülhak Şinasi; 11 Kasım 1938’de cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü dönemindeki ‘hümanist’ söyleminin ve öncesindekilere “ihtilaf ve nifak şahsiyattan doğmuştu” diyen İnönü’nün belki biraz da barışma isteğinin edebiyat alanına yansıması gibi geldi bana. Cumhuriyet rejiminin çeyrek yüzyıllık iktidarının ikinci yarısına hükmedecek İnönü, öncelikli olarak selefinin önemli isimlerini zaman içerisinde etkisizleştirmeyi ve sonra Atatürk dönemindeki muhalifleri rejimle barıştırmayı seçmiştir. Romanları ödül almış üç yazar da bu yönüyle dikkatimi çekmiştir açıkçası.

Halide Edip Adıvar, rejimin kuruluşunun hemen sonraki yıllarında eşiyle birlikte gönüllü sürgüne zorlanmış, on beş yıllık sürgün hayatından sonra ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’ye dönebilmiştir. Türkiye’ye dönen Halide Edip, gelir gelmez İstanbul Üniversitesinde hoca olarak görevlendirilmiştir. Türk’ün Ateşle İmtihanı kitabının Türkçeye çevirisi bile uygun görülmemiş Halide Edip, 1942’de Sinekli Bakkal romanıyla ilk sıradadır2. Varlığını rejime ve kurucusuna adamış Yakup Kadri, devrimlerin felsefesini yapacağı ve aynı zamanda partinin yayın organı olacak dergisini çıkarmak için Atatürk’ten ve İnönü’den izin alarak “Kadro” dergisini birkaç arkadaşıyla çıkarır. Ne var ki aynı dönemde “Ülkü” dergisinin sorumlusu Recep Peker, kendisine alternatif ya da rakip olacağını düşündüğü “Kadro” dergisini kapattırabilmek için hiç hesapta yokken Yakup Kadri’yi 1934’te Tiran (Arnavutluk) büyükelçiliğine gönderir ki sonrası, “devlet hizmetinde hiç bulunmadığı”nı söyleyen Yakup Kadri için hüzündür3. Neyse ki Yakup Kadri’nin 1932’de yayımlanan Yaban romanı on yıl sonra ikinci seçilmiştir. Yoluna, ‘reddi miras’ ilkesiyle çıkacak Cumhuriyet rejimi henüz kurulmamışken 1921’de “Dergâh” dergisindeki yazılarıyla adını duyuran Abdülhak Şinasi, on beş yaş küçüğü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle sanatı “geçmiş zamanın peşinde bir yorulma gibi” anlayan yazardır. Abdülhak Şinasi, yine Tanpınar’ın deyişiyle “geçmiş bir zaman, hepimizin peşinden içlendiğimiz ve hatıraların gözüyle kendisine döndüğümüz uzak bir zaman” onun, “tılsımlı sayfalarında perde perde açılıyor” olan ilk romanı Fahim Bey ve Biz ile yayımlandığı yıl üçüncülük ödülü almıştır4.

Tartışılan teknik yeni (mi?)

Abdülhak Şinasi’nin romanlarında yaptığı, kendi zamanına kadarki olay/hikâye odaklı roman anlayışının dışına çıkarak başka bir teknik ve yeni bir dille roman yazmasıdır. Fahim ve Biz, onun romancılığı adına konuşan ve aynı ölçüde hakkında konuşulan bir romandır. On iki başlıkla tamamlanan romanı baştan sona yürüten bütün bir ‘olay’ yokluğu, zamanına kadarki romanlara göre bir eksiklik sayılmıştır. Olayın bütünlükten yoksun parçalı oluşu, romandaki kişiler arası kopuklukla ‘zaman’ için de geçerlidir. Saatle ya da takvimle ölçülen çizgisel zaman yerine iç içe geçmiş zaman halkalarından oluşan bir yapı vardır romanda. Yazarının, belki zamanından önce kullandığı bu başka teknik/ler, Fahim Bey ve Biz romanının bizdeki edebiyat eğitiminin roman kategorilerine yerleştirilemediğinden tartışmaları da başlatmıştır.

Fahim Bey ve Biz yayımlandığı günlerde kitaba yönelik eleştirilerin ilki, türünün ‘ne’ olduğuna dairdir. Onun diğer romanlarıyla (Çamlıca’daki Eniştemiz, Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı) ile anıları (Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri) ve biyografileri (İstanbul ve Pierre Loti, Yahya Kemal’e Veda, Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı) birbirlerine yakınlıklarıyla eleştirilen bu tür belirsizliğini pekiştirir. Abdülhak Şinasi, “edebî nevilerin tariflerine lüzumundan fazla kıymet verilmemek lâzım geldiği, zira bunların çok kere müptedilere anlatılacak şeyleri kolaylaştırmak için kullanılan sathî birtakım kalıplar olduğu” teziyle ‘roman’ yazmış ancak onun yazdığı, Georg Lukacs’ın prizmadan kırılarak yansımış güneş ışığı tezini5 andırır biçimde farklı parçalar olarak görünmüştür karşıdakilere.  Tanpınar, roman karşısındaki şaşkınlığını, kitabın benzemediği türleri çoğaltarak gösterir: “Ona şüphesiz ki, bir roman diyemezdik. Hattâ bildiğimiz şeklinde bir hikâye bile değildi; bununla beraber bu kitabı metodla yapılmış bir röportaj veya anket addetmek, büyük bir farika ve zenginliklerini adeta inkâr etmek olacaktı.”6 O yıllarda “Geçmiş Zaman Elbiseleri” hikâyesini yazmış ve Huzur hazırlığındaki Tanpınar’ın bu şaşkınlığı ilginçtir.7

Tanpınar’ın anlatımıyla “bir şair işçiliğini bir mozaikçi sabır ve dikkatiyle birleştirmiş” yazarın, türüyle eleştirilen romanı diliyle de eleştirilmiştir. Okuyanlarının tanık olduğu söz tekrarlı ve uzun cümleli Fahim Bey ve Biz romanı için romanın yayımlanışından çeyrek yüzyıl sonraki yazısında Ahmet Oktay (Papirüs, Aralık 1966), “Hisar’ın geveze bilinci” belirlemesini, “Bitmez tükenmez betimlemeler yapan Hisar, aforizmalar da sıkıştırır ara yerlere, ama insani ya da gayriinsani olanı somutlayamaz hiçbir kez.”8 cümlesiyle açıklar.

Abdülhak Şinasi’nin edebiyat dili işçiliği, o yıllarda çoklukla ‘toplumcu’ beklentilerle göz ardı edilince Fahim Bey ve Biz de toplumdan uzak olmakla eleştirilir. Romana yönelik bu eleştirilerin elbette haklı sayılabilecek gerekçeleri vardır bu nedenle romancının, yaşanan zamanı olumsuzluklardan sorumlu tutarken geçmişi ideal zaman sayan anlayışının bu eleştirilerde payı olduğu göz ardı edilmemelidir. Abdülhak Şinasi, dostu Ahmet Haşim hakkındaki kitabında ilginç bir anısından söz eder. Avrupa’dan yeni dönmüş, adını vermediği bir yazar arkadaşı kendisine, “Memlekete bugün döner dönmez ilk defa, Ahmet Haşim’e rast geldim ve kendisine fena çattım,” demiş. Onun “zavallı Ahmet Haşim’e” çatma gerekçesini soran Abdülhak Şinasi’ye yazar arkadaşı, “Yalnız bir sanatkâr kalmak istediği ve sosyalist olmadığı için!” cevabını vermiş. Abdülhak Şinasi, karakteri Fahim Bey kadar şair dostu Ahmet Haşim ile de yakındır, bilelim.

Roman yazmadan önce roman türüyle ilgili görüşlerini yazmış, Maurice Barres ve Marcel Proust okuru Abdülhak Şinasi’nin aynı zamanda bir eleştirmen olduğu dikkatlerden kaçmış gibidir. İlk romanından on yıl önceki “Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?”9 başlıklı yazısında, romanına yönelecek eleştirileri, vaktinden önce cevaplamıştır. “Roman öyle zengin bir edebiyat vadisidir ki her türlü tarzı istif eder.” (…) “Romanı birtakım vak’aların gene birtakım tahkiye usullerile hikâyesi addedenler kendi kanaatlerine göre birçok kavaid vaz’ına kalkışarak esasen bu nokta-i nazarı kabul etmemiş olanların eserlerine iyi roman değil yahut sadece roman değil diyorlar.” (…) “Eğer roman şekillerinin hepsine de büsbütün lakaytsanız yeni telakkisi ile edebiyata pek merakınız yok ve nokta-i nazarınız biraz eskimiş demektir. Eğer edebi olmayan romanlardan başkalarına alâkadar değilseniz edebî bir irfanınız ve zevkiniz yok demektir.” Bizde, zamanı erken ve önemli roman görüşleridir bunlar.

Abdülhak Şinasi’nin, ilk romanına yönelik eleştirilere cevaben yazdığı anlaşılan “Edebiyatta Roman” (Ulus, 5 Eylül 1943) yazısındaki “Romanın bir genel kuralı yok, türlü biçimlerinin amaçlarında da birlik yoktur ve hem de denilebilir ki, kaynağı ve doğası bunların olmasına engeldir. O, tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, bilimin, masalın bir mirasyedisidir.”10 karşılığından yarım yüzyıl sonra bile değişmeyen roman beklentilerinin oluşu11, edebiyatın ‘yazarlık’ sorunu eksenindeki tartışmalarla ilgili olduğu anlaşılıyor.

Hasan Bülent Kahraman, “Yeni Politik Roman ve Minör Edebiyat, ya da Ediplerle Muharrirlerin Savaşı” başlıklı yazısında, edebiyatın majör-minör ve muharrir-edip karşıtlıklarına giden belirsiz yolu açarken bizim roman durağımızda bir açıklama yapıyor: “Türk romanının yapısı bu çerçeve [sosyal olanla politik olanı bir potada kaynaştırmayı hedeflemiş roman] içinde belirmiştir. Bu roman söz konusu yatakta akmaya devam eder. Ne var ki, bütün ezoterik çıkışlarına rağmen roman bir teknik meselesi olarak kalacaktır. Kimsenin itirazı olmayacak nokta şudur: Türk romanı 1980’lere gelinceye değin bu ana niteliğini korumayı sürdürür. Büyük ölçüde mesaj vermeye dönüktür. Bir fonksiyon icra etme kaygısı içindedir. Toplumsal-siyasal kanavayı sadece işlemekle kalmaz. Onu aynı zamanda kurmak amacını da güder. Arada çok ayrıksı romanlar ve romancılar da elbette vardır.”12 Kahraman, bu alıntımın sonunki “romanlar ve romancılar” için ad verseydi ilk olarak Abdülhak Şinasi’yi yazardı diyebilirim.  Onun, alıntımdan sonraki edip-muharrir karşıtlığı, yazıda vurgulandığı üzere Roland Barthes’ın “Yazanlar ve Yazmanlar” (Eleştirel Denemeler, 2012) yazısına çıkarıyor yolu. Bu bağlamda Abdülhak Şinasi, 1941’deki Fahim Bey ve Biz romanıyla Barthes’ın “edebiyatçılar kulübünden ayrılan yazar-yazman” dediği entelektüel karşısındaki “yazar olmak isteyen” kişi yani ‘edip’ sayılmalıdır. İlk romanıyla ilgili eleştirilere cevap sayılacak yazsında, “Başkalarının besteci, ya da ressam olmak yeteneğiyle doğdukları için, müzik ya da resimle uğraştıkları gibi, yazarlar da yazmak gereksemesiyle doğdukları için yazarlar. Bu yetenek onlara dışardan verilemeyeceği gibi, kendi buldukları ve uydukları sanat kuralları da dışın kendince buyruklarıyla belirlenemez.” dediği için böyledir.

Bize yakın ve yabancı komşumuz Fahim Bey

Fahim Bey ve Biz romanında, anlatıcının babasının hem okul hem de gençlik arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz Fahim Bey, “kendi hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkalarına kapalı birer dünya” olan insanlardan biridir. Öyle sıklıkla karşılaşılamayacak türde ‘özel’ ve aynı zamanda ‘tuhaf’ kişilerdendir o. Ne, yaşadığı dünya umurundadır onun ne de o dünyanın umurundadır, onu beklemeyen bir dünyada doğmuştur. Tanpınar’ın şiirinden esinle ‘ne mekânın içinde ne büsbütün dışında’ olan Fahim Bey, bakanların her birinin kendilerince gördüğü kişidir. Dünyanın içindedir elbette ancak kendi içinde bir dünyası vardır onun. Asaf Halet Çelebi’nin şiiriyle kendi içindeki mağarasında “bir yığın kitap” olan ve “Bakanlar bana / gövdemi görürler / Ben başka yerdeyim.” diyen ‘Cüneyd’ benzeridir Fahim Bey de. Anılarıyla romanları iç içe geçmiş, yazdıklarının tamamını “hatıra” sayan Abdülhak Şinasi’nin; “kendini gören herkesin türlü türlü bulduğu, başka başka bildiği” roman karakteri, romanın anlatıcısı ve romanın yazarı olarak kendisi, birbirlerinden ayırt edilemeyecek benzerlikleri olan kişilerdir. Dolayısıyla romandaki Fahim Bey, yazar Abdülhak Şinasi’nin, romancı için “İyi bilmediği, mahremiyetlerine girmediği ve hayatını aralarında geçirmemiş olduğu insanları nasıl yaşatabilir?” sorusunun cevabı olmuş bir karakterdir.

Birbirinin devamı olarak yayımlanan “Romancının Şahısları I-II” (Varlık, Kasım1946; Aralık 1946) yazılarında Abdülhak Şinasi, romanda karakter yaratma sorununa açıklık getirirken bir yandan da “Zavallı Fahim Bey, mezarında dünya haberlerini duyabilseydi ölümünün de, hayatında olduğu gibi, kargaşalık içinde devam ettiğini öğrenecekti.” alaysı cümlesiyle eleştirilere de cevap verir. Roman yazarının, “şahıslarına başkalarını inandırabilmek için evvela kendisinin inanması” gerektiğini düşünen Abdülhak Şinasi, romancıların ‘uydurma’ kişiler yerine aralarında yaşadığı, yakından tanıdığı kişileri romanlarında yaşatmasından yanadır ki kendisinin yaptığı da budur. Gerçek yaşamda, kapalı dünyalarına girebilecek kadar yakından tanıyabildiğimiz sayıca az kişiyi yaşatmak da romancı için bir tür görevdir ona göre. “Ve onlara acır. ‘Zavallı adamlar! Siz hayatınızı mübarek saydığınız bir iki his namına kurban etmişsiniz! Halbuki benden başka bunu anlayan bir şahidiniz bile kalmamış! Bari ben size şahitlik etmeli değil miyim?’ diye düşünür.”

Abdülhak Şinasi’nin ‘şahitlik’ ettiği ve “kafesteki kuşları azad eden çocukların duyacakları bir hazla” romanında yaşatarak kurtardıklarından biri, ‘-mış gibi’ yaşamış ve öyle yaşarken de ‘dikiş tutturamamış’ Fahim Bey, ‘tuhaf’ bir insandır doğrusu. Onun tuhaflığını, gazetelerde “hazin bir vefat” başlığıyla duyurulan ölüm haberinin, sonraki gün değiştirilip düzeltilmesiyle başlamış sayamayız çünkü Fahim Bey, adıyla da “bir yanlışlığın kurbanı olmuş” kişidir. “Arapçada ‘Fahim’ kelimesi kullanılmadığından, o zamanlar sık sık duyulan Devlet-i fahîme’ tabiri gibi” yanlış bir isimle bilinmek bir yana Süleyman Nazif ile bu isim yanlışlığı nedeniyle görüşememiştir. Babalarının, kendilerinden çok şeyler beklediği çocuklardan biri olan Fahim, başarılı olamamış bir mahcuptur. İstanbul’a gelecek babasını mutlu etmek için borçla kiraladığı konağın “eşyasız ve perdesiz” odaları onun sabahları, “keman meşk etme” işine yarar o kadar. Fransız tiyatro kumpanyasındaki aktrisin hayranı Fahim Bey’in, kadına bütün parasıyla aldığı “çiçek” Sirkeci’ye bir arabayla getirilebilmiş. Kadının kompartımanına sığmayan çiçek, “lokantalı vagonun bir köşesine” bırakılmış öylece. Benzeri bir ölçüsüzlük elbise siparişinde yaşanır. Londra elçiliği üçüncü kâtipliğine başlayan Fahim Bey’in, “yeni girdiği hayat için” sipariş verdiği elbiseler, “kapıdan içeri sığmayan bir ambar” ile gelmiş elçiliğe. Elbiselerin borcunu ödeye ödeye bitiremeyen Fahim Bey, giye giye yıpratamaz ki yenilerini alsın. Yıllarca bu ilginç elbiseleri giyen Fahim Bey’le “bu av esvaplarını böyle odanın içinde sinek avlamak için mi giymişsin” diyerek eğlenirmiş dostları.

Fahim Bey, evinde olduğu gibi toplumsal yaşamda da güven verememiş çevresine. Saffet Hanım, “fikrî üstünlüğünü” kavrayamadığı kocasının, eve gelirken “yeni cins bir kahve, yeni bir fincan ve bir cezve” getirmesini beklerken içeri girer girmez “Radyum keşfolunmuş” haberini verirmiş Fahim Bey. Evinde, “kendi zibidiliği meydana çıkmasın diye karısını el âlemin derdiyle oyalamak istiyor” bilinen Fahim Bey, dışarıda “her dereden su getirir ama sözleri sudan sayılmaz” birisidir.  Meşrutiyet’in ilanıyla “teşebbüs-i şahsi” modasıyla insanların, “refahlarını devlet kapılarının dışında aramaya heves ettikleri zamanlar” o da Donkişotvari bir cesaretle projeler düşünmüş ancak “icraat sahasına geçememiş”  ve sonrasında “işini güya hakikaten işliyormuş gibi idare etmek oyununa kapılırmış” ne yazı ki.

İsmail Habib Sevük, romanın yılındaki yazısında, “Müellif iyice olgunlaştıktan sonra pek geç verdiği bu ilk eserinde iki şey ile doludur. Biri hayatta tanıdığı Fahim Beyin enteresan tipi, diğeri kendinde toplanan fikirleri boşaltma ihtiyacı.” yargısıyla romanın teknik kusurlarından söz ederken bütün bildiklerini “esere boca etmiş” yazarın bu eylemine romanın karakterini alet ettiğini de vurgulamış oluyor. Romanı okuyanlar, anılarla yürüyen roman metninin sonlara yaklaştıkça ‘olay/hikâye’ anlatma biçiminden ‘sohbet/deneme’ yazma yöntemine geçtiğini görmüşlerdir. Romancının sözüyle “Zaman her şeyi unutturarak her malumattan yeni cehaletler doğurur.” ise anlam irtifası yaşanan dünyada, geçmişine sığınan Fahim Bey aracılığıyla bugün yüzleştiğimiz, ‘insan olmak’ sorunudur. Ne çok maddeyi gündemimize ekleyip de Cüneyd gibi “kendi cübbesi altında /yok oldu” gitti Fahim Bey.

Modern çağın imaj dünyasında, “Bizim için ölüm yani kendi dünyamızın ölümü kâinatın en mühim hadisesidir.” diyebilir miyiz gerçekten? Adına, “evvel zaman” denilen günlerdeki gibi “söz söylemeye imkânımız ve söz dinlemeye vaktimiz olan günler ve geceler” olacak mı bundan sonraki zamanlarımızda? Bugün de “En büyük teselli dinlenilmek ve anlaşılmış gibi cevap almaktır.” beklentisiyle yaşamıyor muyuz? Biz de “yaşadıkça kendi kabuğunu yetiştiren sümüklü böcek gibi talihimizi biz kendimiz öreriz.” diyebilir miyiz ki? “Bir insanın kendi kendisinin olduğunu sandığı adamla onu başkalarının olduğunu sandıkları adam arasında ne ayrılıklar vardır!” gerçeği için daha kaç tecrübe yaşamalıyız? Fahim Bey’den sonra biz de “Ölüm korkusuyla masalına binbir gece devam eden Şehirzâd gibi, tutturmuş olduğu hikâyesine herkesin devam etmesi lazım gelir!” demiyor muyuz?

“Türk romanının ağır toplarından biri olmakla birlikte, belki bir sahra topu olarak çok başarılı”13 Abdülhak Şinasi, bu ilk romanıyla Tanpınar, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk çizgisiyle edebiyat dilinde belirginleşecek zihinsel bir dönüşümü başlatmıştır desem romanı abartmış sayılmam herhalde. Romandan anladığı, “insanların hayatlarını hikâye ve tabiatlarını ifade etmek” olan Abdülhak Şinasi, hayatta kazanmaya dair bir başarısı görülmeyen ‘lüzumsuz adam’ sayılacak kişiden yarattığı kahraman Fahim Bey karakteriyle bugün de konuşup değerlendirmemiz gereken insanı ve onun ilişkilerini tartışmaya açmıştır. Edebiyatımızda Fahim Bey’e gelinceye kadarki başkarakterlere dikkatle bakılırsa sanki onlar yaratıcılarının götürmek istedikleri yerlere ulaşanlardır. Hemen bütün işlerinde “biraz da yüksekten muhakeme etmek kudreti, bir parça da atisiyle iştigal eden hayal kuvveti” olmayan Fahim Bey ise tam tersine, gidilecek yeri olmayan söz yerindeyse bir anti-kahramandır, yazarın yolunda değil de kendi içindedir. Bu karakteriyle Fahim Bey ve Biz, belleğimizde karakterleriyle kalmış romanlara eklenecektir. Bize “Sanki kim biraz deli değildir?” sorusunu sormakla kalmayıp her birimizden bir parça taşıyan ve biraz da biz olan Fahim Bey bizimledir.    

Notlar/Açıklamalar:

1. Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz, haz. Sevdagül Kasap, (İstanbul: Everest Yay., 2022); yazıda kitabın bu baskından yararlanılmıştır.

2. Bu dönemdeki gelişmeler için bkz. İpek Çalışlar, Biyografisine Sığmayan Kadın Halide Edip Adıvar (İstanbul: Everest Yay., 2011)

3. Yakup Kadri, politik bir dayatmayla içine düşürüldüğü bu güç durumu, ilk kez 1955’te yayımlanan Zoraki Diplomat adlı anı kitabında anlatır.

4. Yazarın ayrıntılı biyografisi için bkz. Necmettin Türinay, Abdülhak Şinasi Hisar (İstanbul: MEB Yay., 1993)

5. Georg Lukacs, “Denemenin Doğası ve Biçimi Üzerine” çev. Nurdan Gürbilek,  Defter 1, Ekim-Kasım-Aralık 1987, s.111

6. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Fahim Bey ve Biz” (Tasvir-i Efkâr 15 Eylül 1941), Edebiyat Üzerine Makaleler, haz. Zeynep Kerman (İstanbul: Dergâh Yay., 1977), s.408

7. Fahim Bey ve Biz romanının, yayımlandığı yıllarda farklı yönleriyle değerlendirmeleri için bkz. Hüseyin Özçelebi, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri 1939-1950 (Ankara: Kültür bakanlığı Yay., 1998), s.176-81; Suat Derviş, romanın basıldığı yılda yayımlanan yazısında (Yeni Edebiyat, 1 Birinci Teşrin 1941), kitabı okuyanın yazarın etkisinde kalarak kendisine, “acaba bu eser kabında yazılı olduğu gibi bir hikâye mi, bir roman mı, yoksa sadece bir hatıra defteri mi” diye sorduğunu söylemekle tür belirsizliğine vurgu yapar.; Toplumbilimci Niyazi Berkes, romanın “dilinin çok güzel olduğunu söylemiş” olanlara katılmayarak metnin, “aruzla yazılmış gibi” ağır tempolu, adeta “deve yürüyüşü ahengini” veren bir roman olduğunu söyler. (Yurt ve Dünya, 1.11.1941) ; Suat Derviş’e göre yazarın kendisi “hayatı bilmiyor, cemiyeti tanımıyor” olduğuna göre romanı da “hiçbir şey değildir.” Ömer Faruk Toprak da romanla aynı yıldaki yazısında (İnkılapçı Gençlik, İkinci Teşrin 1941), Fahim Bey’in hayatının kimseyi ilgilendirmeyişini, “Türkiye’de zümre edebiyatı değil, memleket edebiyatı doğmalıdır.” gerekçesiyle eleştirir.

8. Aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar (İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2008), s. 86

9. Abdülhak Şinasi Hisar, “Roman Nedir, Niçin ve Nasıl Yazılır?” (Milliyet, 17 Şubat 1931), Kelime Kavgası, haz. Tahsin Yıldırım (İstanbul: Selis Kitaplar, 2005), s.172-77

10. Kelime Kavgası, s. 179

11. Samim Kocagöz, “Kara Kitap Tartışması” (Adam Sanat, Nisan 1991) başlıklı yazısında, Fahim Bey ve Biz eleştirilerine yakın görüşler önerir. “Romancı yeteneğini beğendiğim, ilk iki romanını –Cevdet Bey ve Oğullar, Sessiz Ev- çok başarılı bulduğum Orhan Pamuk’un bu son romanını okuman için üç kez elime aldım bıraktım. Dişimi sıktım okuyayım diye. Benim romancı görüşüme, tutkuma çok ters geldi. Konusu değil romanın yazılış biçimi, biçemi beni hiç sarmadı. (…) durduğum yerde Orhan Pamuk’un yeteneği için üzüntüye kapıldım. Dilde, biçimde, biçemde yenilik uğruna neden yeteneğini harcıyordu? (…) Yazarımız dedi ki ‘Ben Ali gitti, Veli geldi tutumu ile roman yazmam.’ Bütün gelmiş geçmiş yazarlar romanın ŞEKLİNDE, BİÇİMİNDE, DİLİNDE yenilik yapmayı düşünmemişler, ama devrine, dönemine göre romanın içeriğinde yeniliğe gitmişlerdir. (…) Ne var ki Orhan Pamuk’un yeteneğinin (heder) olmasına razı değilim. Moda olmaktan, herkesi birbirine katarak şahlanmaktan, Türkçeyi soğan doğrar gibi doğramaktan vazgeçeceğini ummak istiyorum… Bize, ıkına sıkına okuyacağımız romanlar değil, ‘Ali geldi, Veli gitti’ biçiminde romanlar yazsın.” Aktaran: Fethi Naci, Roman ve Yaşam (İstanbul: YKY, 2002), s. 37; F. Naci, alıntıladığı kısımda S. Kocagöz’ün dil ve anlatım yanlışlarını da düzeltmiştir.)

12. Hasan Bülent Kahraman, “Yeni Politik Roman ve Minör Edebiyat, ya da Ediplerle Muharrirlerin Savaşı”, Post-Entelektüel Dönem ve Edebiyat (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2009), s.177

13. Murat Belge, “fahim bey ve biz”, Edebiyat Üstüne Yazılar, (İstanbul: YKY, 1994), s. 315