
Hafize Çınar Güner
Türkiye’de her geçen yıl gelişmekte olan çocuk edebiyatına yeni bir soluk getirmek hedefiyle yola çıkan Meav Yayıncılığı ilk çıktığı 2017 yılından itibaren yakından takip ediyorum. İnsan ve hayvan haklarına ve doğaya saygılı, hiçbir ayrımcılığa fırsat vermeyen, tarafsız duruşuyla var olma iddiası taşıyan ve bu iddiasını da yayınladığı kitaplarla ortaya koyan Meav’ın özellikle çeviri eserlerini beğenerek okuyorum. Bu kitaplardan Kuşa Dönüştüğüm Gün’ü Cumhuriyet Kitap zamanında, Vrakipom’u ise bu platformdaki bir yazımda anlatmıştım. Dileyenler o yazımı buradan okuyabilirler. Yayın hayatına başladığı ilk yıllarda resimli kitaplarıyla dikkatleri çeken Meav, zamanla ilkokul çağı çocukları için de kitaplar yayınlamaya başlamıştı. Acaba bu kitapların sayıları artar mı diye düşünürken Meav Genç etiketiyle iki gençlik kitabı yayınladı. Üstelik bu iki kitap da yerli yazarlara ait. Bugüne kadar yayınladığı kitaplarında yayınevinin adını kitapların kapağında görmezken bu kez dış kapakta MEAVGENÇ logosuyla karşılaşıyoruz. Baskı kalitesinden ödün vermeyen yayınevi Şanu ve Flamingo Rüyası adlı bu iki yeni kitabı da iyi bir baskı kalitesiyle ve sert kapakla okura sunuyor. Flamingo Rüyası, çocuk edebiyatının yakından tanıdığı Zeynep Alpaslan’ın kaleminden çıkmış. Şanu da ise yeni bir isimle, Nazlı Demet Uyanık ile tanışıyoruz. Yazarın kısa özgeçmişine baktığımda Sırtında Sepeti, Lemur Dergi, Bilim ve Gelecek, Kafkaokur, Yeşil Direniş, ARETE gibi çeşitli kitap, dergilerde yazıları yayınlandığını öğreniyorum. Sanırım Şanu yazarın ilk kitabı. İlk kitabın heyecanını çok iyi bilirim. Herkesin hemen okumasını ister ve size kitabınızla ilgili bir şeyler söylemelerini beklersiniz. Gerek bu sebeple gerekse Uyanık’ın Şanu aracılığıyla bizlere söylediklerini kıymetli bulduğum için bu yazımda Şanu’yu anlatmak istiyorum.


On iki yaşındaki Şanu, hiç görmediği ama babasından sıkça dinlediği memleketi Arhavi’yi göreceği için çok heyecanlıdır. Heyecanın bir başka sebebi ise hiç tanışmadığı Nana’sını yani büyükannesini görecek olmasıdır. Babasıyla küs olan büyükannesi sonunda Şanu’yu görmeyi kabul etmiş ama belli ki bu ziyarette torununun yanında oğlunu istememiştir. Aksi, titiz ve sert biri olarak ün salan Nana’sı acaba öz torunu Şanu’yu nasıl karşılayacaktır? İstanbul’dan otobüsle tek başına yola çıkan (tabii otobüsteki hemşerilere emanet edilen) Şanu’nun yolculuğu uzun ve maceralı geçer. Çünkü Karadeniz doldurularak yapılan sahil yolu dalgaların etkisiyle yarıldığı için otobüsü yolda kalır. Tıpkı gerçekte de olduğu ve olabileceği gibi! 2014 yılında Bulancak Sanat Tiyatrosu’nun davetlisi olarak Karadeniz’e gittiğimde ben de denizle insanın bağını koparan bu zihniyete şaşırmıştım. Akşam yemeği için oturduğumuz Yelken Kulüp’ün denizle bir ilgisi yoktu. Deniz var mı yok mu belli değildi. Sayfa 12’deki “… En azından sahilimiz, kumsalımız vardı. Şimdi memlekette deniz var mı, belli değil?” satırlarını okurken aklıma yıllar önceki o gezi geldi.
Şanu maceralı otobüs yolculuğunun ardından Arhani’yi görünce şaşırır. Birbirinden çirkin binalarla, gökdelenden bozma apartmanlarla karşılaşınca tadı kaçar. “Burası Arhavi mi? Aynı İstanbul gibi,” diyerek dudak büker. Neyse ki Nana’sını görünce biraz olsun rahatlar. En azından Nana’sının evi ve bahçesi güzeldir ve Nana’sı ona iyi davranır. Şanu burada kaldığı sürece Lazcayı, Laz yemeklerini, otantik evleri, doğayı keşfeder ve Nana’sının sırrını da çözer. Ama onun asıl isteği babasının hep anlattığı gürül gürül akan pırıl pırıl dereyi görmektir. Ancak Nana’sı buna bir türlü izin vermez. Şanu da Nana’sının sözünü dinlemez. İşte fantastik ögelerle renklenen çarpıcı öykü de tam burada başlar. Bu öykü boyunca yazar okura insanla doğa ilişkisini sorgulatır. Sayfa 30’da Nana’ya “İnsan hem insandır… Hem de insan olmayandır. Herkesin içinde ağaçların, derelerin, kuşların ruhu dolaşır…” dedirterek insan olmanın da anlamını düşündürtür.


Şanu, özgür akan dereyi görmek için çıktığı yolculukta dereyle, tek edilmiş evle, Pen3o’ların yani salyangozların kraliçesiyle, Germakoçi ile konuşur. Biraz düş biraz gerçeğin içinde yol alırken yolu dere için eylem yapan çevrecilerle kesişir ve burada Kabkalar ile karşılaşır. Tüm meselenin insan olmaktan ya da Kabka’ya dönüşmekten geçtiğini anlar. Şanu’nun başına gelenleri bir bir anlatıp kitabı okumaya niyetlenenler için öykünün sürprizini kaçırmak istemiyorum ama şu kadarını söylemeliyim ki Şanu kökleriyle buluşurken ben de uzak olduğum bir kültürü yakından tanımış hatta Arhavi’nin de Artvin’in bir ilçesi olduğunu öğrenmiş oldum. Evet, itiraf etmeliyim ki bu bilgi benim için yeniydi. Yazar kendi kültürünü öykü aracılığıyla okura tanıtırken bu kültüre dair bakış açılarını da irdelemekten geri kalmamış, Lazlara dair önyargılara da değinmiş. Kitabın sonunda ise “Yazarın Notu”, “Germakoçi”, “Lazca”, “Öyküde geçen Lazca kelime ve deyişlerin anlamları” ve “Teşekkür” bölümlerine yer verilmiş. Ben kitabı okurken Germakoçi ve birçok Lazca sözcüğü sonundaki bölümleri fark etmeden merak edip araştırmıştım.
Sade ve akıcı diliyle, kurgu ve gerçek arasında kurduğu lezzetli dengesiyle, derdi ve iletisiyle Şanu bize o coğrafyada daha pek çok hikâyenin saklı olduğunu sezdiriyor. Sadece hikâyeleri merak etmekle kalmıyor en kısa zamanda bir Doğu Karadeniz turuna çıkmak istiyorum.