.

Bir Feminist Dramaturgi: “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin”

sen-ıstanbuldan-daha-guzelsin

Beyza Ünal

Biz aslında hepimiz aynıyız ve burada size, sizleri anlatıyoruz. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazıp yönettiği Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin, sayfaları çevirdikçe bunu söylüyor okuyucusuna. Ataerkinin, şiddetin ve çaresizliğin coğrafyasında kadın olmak ne demek, bir anneanne, bir anne ve bir kız çocuğunun dilinden en sade hâliyle anlatılıyor: Ayfer, Başak ve Melis. Bu üç kadın ilk bakışta çok farklı birbirinden; aralarında adı kuşak olan dağlar var. Fakat hikayelerini anlatmaya başladıkça, fark ediyoruz ki aslında çok da farklı değiller birbirlerinden; kendilerini kendi yapan yanlarından yaralanmış hepsi. “Annenin kaderi kız çocuğunun çeyizidir” sözünün etrafında dolanarak, bizlerin hikayesini bizlere anlatan bir feminist dramaturgi ile karşımıza çıkıyor Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin.

Yedi bölümden oluşan oyun, 1980-2015 yılları arasında İstanbul’da geçiyor. Aynı karakterlerin yaşamındaki, kişiliğindeki ve kaderindeki değişim gibi, bu yıllar boyunca İstanbul da değişiyor, belki çirkinleşiyor, belki de insan her zaman eskiyi arıyor. Beyoğlu, Taksim, Beşiktaş, kumpirciler, çaycılar, lise yılları… Her biri zamanla ihtişamını yitiriyor, eskilerin yerine yeniler geliyor, yeniler eskilerin yerini ise hiçbir zaman tutmuyor.

“Her yeri deniz olup da bu kadar az yosun kokusu olan başka bir şehir var mı acaba? Bu kadar köprü olup da kimsenin birbirine ulaşamadığı başka bir şehir. Bu kadar çok insanın olup da her yerin bomboş olduğu… Bomboş.” (ss. 1)

“Önce o çay bahçesini kapattılar, sonra da otobüs duraklarını. Bir gün büyüdüğüm otobüs duraklarını… Sonra o binayı otel yaptılar, etrafını kocaman duvarla çevirdiler. Sonra önünden geçerken fark ettim. Oradaki kumpirciyi bile kapatmışlar.  Bok yiyin!” (ss. 30)

Bu İstanbul anlatısındaki en eski şahit ise Ayfer. Karşımıza Alzheimer hastası, huysuz ve yaşlı bir kadın olarak çıkıyor Ayfer. Patavatsız cümleleri, yer yer kullandığı argo lafları bir nevi komedi elementi. Fakat elbette bu komedinin trajik bir perdesi de var. Bu perde Ayfer’in gençliğine, evlilik yıllarına uzanıyor. Sık sık tekrar ettiği gibi sert bir adam olan kocası, üstüne üstlük eski asker, bir gün aniden Ayfer’i ve üç çocuğunu terk edip gidiyor. Üçünü de yalnız başına büyütmek zorunda kalıyor Ayfer, bu yüzden kabuğu sertleşiyor, yere sağlam basmaktan ayakları nasır tutuyor. En önemlisi belki de unutmak istiyor, hatırlamamak ve geçmişle böylece başa çıkmak. Terk edildiği günden sonra, bir daha da evinin perdelerini kapatmıyor.

“Bizim evde perdeler kapanmaz. Perdeleri kapalı evlerde mutsuz insanlar yaşar, mutsuz kadınlar…”  (ss. 35)

Murat Mahmutyazıcıoğlu, Foto: Tiyatrolar

Başak, Ayfer’in kızı, hem de aralarında tek okullu olanı. Kocası Fehmi ise bir hayalet gibi; kendi varlığından çok gölgesi vuruyor Başak’ın hayatına. İrrite edici, olmaz olsun dedirten, olduğu da pek görülmemiş çirkin bir gölge Fehmi. Tıknaz, kısa boylu, huysuz bir adam. Başak ve annesi Ayfer’in kaderi burada örtüşmeye başlıyor, çünkü ikisinin de hayatında bu çirkin ama bir türlü de vazgeçilemeyen gölgeler var. Ayfer’in kocası da eve pek uğramayan, uğradığında da hayal kırıklığından öte bir şey olmayı beceremeyen huysuz bir adamdır. Kendi hayatında bir kere deneyimlemiş olduğu bu figür, kendi kızının, Başak’ın hayatına alınırken hayır dememiştir. Ayfer, bu iki kadının yaşadığı benzer trajediyi şöyle yansıtıyor:

“Ne kadar bana benzemişsin büyüdükçe, ayaklı vicdan azabım gibisin… Bu da bir an geçmiş aklımdan, içime bile söyleyememişim.” (ss. 11)

Oyunun üzerinde Fehmi’ye ait keskin fırça darbeleri de mevcut elbette. Korkulan, çekinilen, aman kızmasın denilerek birçok şeyden feragat ettiren kocaman bir karartı Fehmi. Başak’ın, bilhassa Melis’in hayatında birçok vazgeçişin ifadesi. Trajikomik olan şey şudur ki, Fehmi bütünüyle bir varlık dahi değil. Eşinin hayatını hiçbir şey yapmayarak suiistimal ediyor, Melis ondan hep uzakta korkuyor çünkü Fehmi kızmıyor, kızacağı söyleniyor. Fehmi kavga etmiyor, ya ederse diye korkuluyor. Tıpkı yüzyıllardır patlama anında takılı kalmış bir yanar dağ gibi: Sanki bir felaket olacak, fakat hiçbir zaman olmuyor. Ölümü de aynı bu şekilde oluyor Fehmi’nin; sanki çok kötü bir şey oldu fakat hayır, hiçbir şey eskisinden daha kötü görünmüyor.

“Ölmüş. Ne kadar kolay oldu her şey, diye düşündüm. Son on yılda iki paragraf bile konuşmadık toplasan. “Nasılsın, iyi.” “Nasıl geçti, iyi.” “İyi misin, iyi.” İyi değilmişsin işte. Şöyle tabak fırlatmalı bir kavga etseydik, bir bağırışını duysaydım bari ölmeden. Mıymıntı… Bencil… Hayatımın en güzel günüymüş…” (ss. 61)

Melis ise bu kuşağın son noktası, Başak’ın kızı. Oyunu okurken belki de bizlere en çok benzeyen karakter olabileceğini düşündüm Melis’in. Çünkü o da bu coğrafyadaki çoğu kadın gibi korkutularak, yasaklar koyularak, kısıtlanarak, “aman” diye başlayıp sonu felaketle biten senaryolar duyarak büyümüş. Güzel şeylerin “gizlice” yapıldığı, mutlu olmak için yalanların söylendiği bir gençlik yaşıyor Melis. Çünkü İstanbul annesi için bir girdap, Melis’i içine alacak, ona kötülükler edecek, hayatını zindana çevirecek bir girdap. Tıpkı gençlik gibi, hevesler, hatalar, yanlış kararlar gibi, hayatı bir çırpıda bitirecek tehditle dolu her yer. Başak için Melis’i korumak demek, onu kendi yaşadığı kaderden korumak anlamına geliyor bir nevi. Veyahut kendi gençlik mutluluğu denen şeyin tadını hiç bilmediği için, kızının da bunu tatmaması büyük bir kayıp gibi gelmiyor ona. Bu yüzden zaman zaman öfkeliler birbirlerine. Başak, Melis’e henüz yapmamış olduğu hatalardan dolayı öfkeli, Melis ise hata yapmasına izin verilmemesinden.

Melis’in erkek arkadaşı Okan, başta Melis için iç açıcı, onu yalnızlıktan koruyan, onu anlayan, kollayıcı bir figür. Öyle ki Melis ailesinin evinden ayrılıp onunla yaşamaya başlıyor, onu tüm dayanağı haline getiriyor. Fakat hikâye ilerledikçe onu bu hoşnut olmadığı yaşamından “çekip kurtaran” Okan’ın aslında çok da sandığı gibi olmadığını fark ediyor. Yaşanılmayacak bir yer, belki bir cehennem olarak gördüğü eski evinden daha fazla ev olamıyor Okan ona. Bu utanç ise bir kambur Melis’in omzunda; Okan’ın eve gelmediğini, kendisini öylece ortada bıraktığını söyleyemiyor kimseye. Bunun yerine içmek, dağıtmak ve unutmak istiyor. Unutmak, tıpkı anneannesinin yaptığı gibi.

Ayfer, Başak ve Melis’in birbirine olan öfkeleri işte böyle noktalarda diniyor, kuşak denen dağlar böyle anlarda yıkılıyor ve okuyucu derince bir nefes alıyor; ne kadar anlamıyoruz birbirimizi ve ne kadar benziyoruz birbirimize. Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin bu yüzden içimizden birinin hikayesi gibi, herhangi birinin hikayesi gibi. Murat Mahmutyazıcıoğlu hiç ağdalı bir dil kullanmadan, bir şeyleri kanıtlama çabası içine girmeden, bize bizleri anlatıyor. Köprüden geçerken denizi ayaklarımızın altında hissediyor, hatta uçabileceğimizi sanıyor, perdeden yapılmış elbiselere seviniyor, bazen de öylesine bir ağaca dalıp gidiyoruz: Çok farklıyız ama bir o kadar da çok benziyoruz.

“Kucağıma almışım seni, yürümüşüz beraber. Çelik tellere bakmışım, çimentoya, karşıdan yeni yeni çıkan uzun uzun binalara… Yerdeki asfalta bakmışım… Yolun yarısında yorulanların sigara dumanları arasından geçmişiz, ter kokusu her yer Allah kahretsin! “Boğaz havasının içine ettiniz!” diye bağırdım. “Gel kız eve gidiyoruz, sen İstanbul’dan daha güzelsin.” (ss. 57)

Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin – Fü, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Habitus Kitap, 2017