Burcu Alkan
Sevdiği işi meslek yapanlardanım. Diyebilirim ki, kitaplarla haşır neşir olmanın hayatın profesyonel etkinliği haline gelmesinin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var. Okumayı seven herkes bilir: okunacaklar listesinin sonu hiç gelmez… ve fakat gayet kısa olan insan ömrüne kaç kitap sığabilir? Sürekli kendi kendini çoğaltma büyüsüne kadir bir okunacaklar listesinin peşinde ömür geçirmek asla kazanılamayacak ve siz bitene kadar bitmeyecek bir mücadeledir. Buna bir de “iş” için okumanız gerekenler listesi rakip olduğunda, hatta profesyonel nedenlerle bazı metinlere (arzunuzdan bağımsız olarak) birden fazla döndüğünüzde sevdiğiniz şeyi meslek yapmanın yükünü hissedersiniz. Evet, insan kısa ömrüne kaç kitap sığdırabilir? Nitekim, okuma alışkanlıklarım fena olmasa da elbette benim de ertelediğim yazarlar olmuyor değil.
Mısırlı feminist yazar “Nawal El Saadawi” (İng.) bu yazarlardan biri. Sıklıkla karşılaştığım, önerilenler listemde olan, hatta parça parça okuduğum bu yazarı epeydir bekletiyordum. Ama sonunda doktora zamanlarımdan yine Mısırlı arkadaşım Dalia’nın bir yazısının ilhamıyla hiç değilse bir yerden okumaya başlayayım dedim. Önce Türkçe çevirilerini bulamadığımı düşündüm ama Arap ve Latin alfabeleri arasındaki transkripsiyon farklılıklarından dolayı yazarın isminin Türkçede Nevâl el-Saadavi, Nevâl es-Saadavi, Nevâl El-Seddavi vb. şekillerde yazılabildiğini gördüm. Çeviri ve çevirmen katkısının ayrı bir metne işaret ettiğini düşündüğümden yazıda kendi okuduğum İngilizce edisyonları kullanacağım.
Mart 2021’de ölen Nawal el Saadawi politik ve feminist duruşuyla ve yazdığı etkileyici romanlarla Mısır’ın en önemli kadın yazarlarından biri. İlerici, orta sınıf bir aileden gelmekle beraber çocukluğunda ve ilk gençliğinde toplumun ataerkil yapılanmasından nasibini almış. Fakat küçük yaşına rağmen baskın ataerkil yapılanmanın sorunlarının farkında, sorgulayıcı ve eleştirel bir çocuk olarak -biraz da inadıyla- kendine bambaşka bir yol açmayı başarmış. 1950’lerin kadınları hiçe sayan Mısır’ında akademik eğitimine başarıyla devam ederek hekim olmuş. Tüm bunlar ve dahası otobiyografilerinde ve romanlarında farklı şekillerde ifade buluyor.
Saadawi üzerine çok yazılıp çizildi. Ne de olsa duruşuyla ve metinleriyle önemli bir yazar. Ama okumalarım sonucunda benim ilgim bu malumun ilamından başka bir yere yöneldi. Yazarın içinde yaşadığı toplumsal dönemin şartlarında bir kadın olarak hekimliği ve dahası psikiyatri alanını seçmesinin ne anlama geldiği, nelere mal olduğu kafamı meşgul ettiği için bu yazının meselesini de oradan kurmak istedim. Bu nedenle romanlarından ve denemelerinden değil de otobiyografilerinden yola çıktım: A Daughter of Isis (İsis’in Bir Kızı) ve Walking Through Fire (Ateşte Yürümek).
Mısır’da Kız Çocuğu Olmanın Kederi
1931’de doğan ve 60 yaşında ölüm tehditleri almaya başlayana kadar Mısır’da yaşayan Saadawi hikâyesine kız çocuklarının diri diri gömüldüğü zamanlarda doğmamış olmanın şansından bahsederek başlıyor. Bebek katlinin yerini derin bir kederin aldığı kız bebek doğumlarından biri olan kendi doğumunu da aynı keder örtüsüyle sunuyor:
“During the first days of her life the female infant does not see this sadness. Her eyes which open for the first time on this world are too young, too innocent, unable to see the hidden.” (Isis, s. 19)
(Hayatının ilk günlerinde kız bebek bu kederi görmez. Dünyaya ilk defa açılan gözleri fazla genç, fazla masumdur, saklı olanı göremez.)
Doğumlarında çevredekilerin gözlerinin hayal kırıklığıyla göğe döndüğü, çok küçükken sünnet edilen, kısacık bir çocukluk ve sokakta oynama hakkından sonra büyüdükçe değişen bedenlerinin içine “gelin” adayları olarak sıkıştırılan nice kız çocuğundan biridir Nawal. Saadawi’nin iki ciltlik hayat anlatısının ilk kitabı, “İsis’in Bir Kızı”nın büyük bir kısmı nesiller boyu süregelen ağrılı bir hüzünler silsilesinin anlatısı aslında. Kadınların kızlarına aktardıkları deneyimler, hikâyeler ve her neslin yeniden çoğalttığı bir eşitsizlik, haksızlık, yok sayılmalar zinciri… Saadawi’ninki de büyükannelerin erkek torunlara verdiği kıymet, babaların erkek çocuklarından devam ettirmesini beklediği kalıtsal ve ailevi miras ve teyzelerin/halaların tasvip ettikleri/etmedikleri üzerinden şekillenen kaderleriyle kız çocuklarının aynı örüntüyü takip eden öykülerinden biri. Onun şansı orta sınıf bir aileden gelmesi, ileri görüşlü bir babaya ve kuvvetli bir anneye sahip olmasından ötürü dönüyor ve Nawal çalışkanlığı, hırsı ve zekasıyla kendi şansını yaratma, kaderine yön verme imkânı buluyor.
İlk kitap yazarın çoğunlukla çocukluğunu kapsıyor ve bir bakıma 20. yüzyıl Mısır kültürüne, toplumuna ve tarihine dair önemli bir panorama sunuyor. Osmanlı ve Britanya İmparatorluklarının tortularının gölgesinde, sokak gösterileri ve komünist hareketiyle ülkenin siyasi tarihini Saadawi’nin babasının ulusalcı liberal görüşleriyle birlikte okuyoruz. Her çocuk gibi koşup oynamaktan zevk alan Nawal’ın zamanla ataerkil düzenin yasaklarına maruz kalmasını ve erkeklerin nazarında (“gaze”) bir nesne haline gelen bedeninin sınırlarına duyduğu öfkeyle birleşerek yükselen adalet hassasiyetini görüyoruz. Her köşede karşısına çıkan ve (bizlerin de çok iyi bildiği) “o erkek, sen kızsın” ifadesinde vücut bulan ayrımcılık her rengi “siyah”a dönüştürerek onu “boğuyor.” Şöyle yazmış:
“My anger was still nascent, growing inside me like tender green shoots. Their tender green turned blue, and the blue turned black. The colours intermingled, fused into the black colour of anger, and of the other feelings growing out of it.” (Isis, s. 67)
(Öfkem henüz yeniydi, içimde cılız yeşil fidanlar gibi büyüyordu. Cılız yeşilleri maviye döndü ve mavi de siyaha. Renkler iç içe geçti, öfkenin ve ondan doğan diğer duyguların siyah rengine büründü.)
Tüm bunların arasında yaşından olgun, akıllı, sorgulayıcı bir karakter olarak ailede dikkat çektiğini ama bunun pek de iyi karşılanmadığını öğreniyoruz. Saadawi yazma edimini ve yazarlık deneyimini bu erken yaşantılar ve sıkışmışlıklarla doğrudan ilişkilendiriyor. Çocukluğundan beri okumakla arası iyi olan ve kendince bir şeyler karalayan Saadawi’nin ilk hayali yazmak, okumak, edebiyatla haşır neşir olmak ve kendine hayal gücünden yeni bir dünya yaratmak: “…make the silent child hidden in my depths speak up” (…derinliklerimde saklanan sessiz çocuğun sesini yükseltmek). (Isis, s. 61)
Çocuk Nawal’ın babasının temsil ettiği otorite, erkek kardeşinin babayla eş değerliğinde sahip olduğu özgürlükler ve ayrıcalıklar ve kız çocuklarının yaşadığı eşitsizlik deneyimi karşısında içinde büyüyen öfkeye cevaben yazının, yazarak kendini keşfetmenin sembolik dünyasına yönelmesini Lacanyen bir yerden okumak mümkün elbette. Ama aslında çok da uzağa gitmeye gerek yok. Babasının onun yazdığı bir öyküyü beğenmesi ve yetenekli olduğunu söylemesi sonucunda yaşadığı fark edilme hissiyatı her çocuğun ebeveynlerinin onayına duyduğu ihtiyacın benlik algısının oluşumundaki önemini vurguluyor. Öyle ki, Saadawi yıllar sonra ilk defa yazdığı bir öyküden para kazandığında ilk iş olarak haberi ve telifi babasına veriyor. Ancak tıpkı küçük bir kızken olduğu gibi babasının gözlerindeki “gurur ışığı”nı gördüğünde yazarın kendi içinde de başarısı onaylanıyor (Fire, s. 149).
Elbette burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir mesele otobiyografide anlatıcının aslında kim olduğu ve bunun metnin tonuna dair ne gibi bir etki yarattığı. Otobiyografinin yetişkin yazarı Saadawi’nin dilinin olgunluğu çocuk Nawal’ın dilinin yetmediği yerde imdadına yetişiyor. Bu bağlamda otobiyografi türüne anlatıcı-anlatı arasındaki ilişkinin niteliği açısından bir miktar dikkatle ve sunduğu sahiciliğin sonradan yazılmak suretiyle şekillendiği bilgisiyle yaklaşmak gerekiyor. Bu otobiyografik metni daha az sahici ya da daha az özgün yapmaz elbette, sadece okurun naifliğe kapılmaması (anlatıcı)yazar ile metin arasındaki ilişkiyi daha sağlıklı kurması açısından önemli.
1950’lerde Mısır’da Kadın Hekim Olabilmek
Saadawi’nin eğitimine devam edebilmesinin hikâyesi aslında bize çok tanıdık bir köy-kent karşıtlığı üzerine kurulu. Erkek kardeşi için sıradan olan ama ona kendini kanıtladığı için bir şans ve ayrıcalık olarak sunulan bu deneyim uğruna çocuk Nawal’ın verdiği mücadele, okulun olduğu şehirde akraba yanında kalınan günlerin yahut yatılı okumanın zorlukları ve Türkiye’yi de kapsayan coğrafyada bugün bile aslında kanayan yara olan eşitsizliklerin yükü modernlik ve gelenek arasındaki çatışma hattında sıkışan genç kızların bilindik anlatısı. Yazarın çocukluğunun ve büyüme sürecinin sancılarını okurken Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanıyla başlayan üçlemesini ve Ağaoğlu’nun ne kadar büyük bir yazar olduğunu yeniden düşünmeden edemedim.
Yazarın yazma edimiyle kurduğu ilişki çocukluktan yetişkinliğe hayat hikâyesinin bir kadın anlatısı olarak temel hattını oluşturuyor. Otobiyografinin ilk cildi boyunca yazmanın onun için sığınak, arayış, keşfediş, sırdaşlık gibi nice işlevi olduğuna şahit oluyoruz. Liseden mezun olduğunda ise hayali edebiyat fakültesine girip yazar olmak. Fakat çok başarılı bir öğrenci olduğu için annesi onu tıp okuması gerektiğine ikna ediyor, çünkü sadece “notları düşük olan işe yaramazlar edebiyat fakültesine gider; hem doktor olursa ailesine de ücretsiz bakar” (304). Bu da yine çok tanıdık bir tutum elbette ve 1948’in sonbaharında Nawal el Saadawi tıp fakültesine başlıyor.
Bu noktadan itibaren yazarın yazma edimiyle kurduğu bağ fiziksel beden algısıyla üst üste geçiyor ve aralarındaki karşıtlık bir tür akıl/ruh-beden ikiliğinin altını çiziyor. Çocukken sayfalara döktüğü aklı, ruhu ve yüreği kadavralarla yüzleştiğinde başka bir gerçeklik boyutu kazanıyor. Artık ne akıl sadece kağıtlara aktardığı düşünceleri ne yürek sadece içini döktüğü hislerini kapsıyor. Bedenin, ruhun ve kadın olmanın iç içe geçmişliğinin yükünü de “karın” bölgesine yükleyerek hem hayatını hem yazarlığı tanımlayan üçgeni kurmuş oluyor: çünkü karın doğurganlığın temsili topolojisi olarak dile alınması dahi yasaklı “seks” kavramını da beraberinde getiriyor. Saadawi hekimlik pratiklerinde çıplaklığıyla eşitlenen bedenler ile toplumsallığın kıyafetiyle örtülen bireyler (kişiler, insanlar) arasında yaratılan zoraki bölünmeye deva olması için yine yazıya dönüyor.
Bir Avuç Kadın Hekimden Biri
Nawal el Saadawi tıp eğitimi boyunca da bir avuç kadın doktor adayından biri olarak ataerkil düzenin bozukluklarıyla çatışmaya devam ediyor. Otobiyografisinin ikinci cildinde yazar birlikte öğrenimlerine devam ettikleri erkek sınıf arkadaşları kadar iddialı ve agresif olmayan ve oldukça kısıtlı sayıda ve “cinsi latif” damgasıyla dar bir alanda var olmaya çalışan kadın öğrencilerden biri olarak maruz kaldığı toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini anlatıyor. Dahası hastalarla kurul(may)an ilişkinin insani boyutları da aynı iddialı ve agresif erkek doktor tutumu ve buna paralel giden erkek hasta yakınlarının tavırları karşısında verdiği mücadelelerle ortaya dökülüyor. Dr Nawal zaman zaman ilerici idarecilerden destek alsa da çoğunlukla akıntıya karşı kürek çektiği ve farklı şekillerde tekrar tekrar hiçe sayıldığı bir düzende yine inadı, insani hassasiyetleri ve adalet hissiyatı ile sadece kendisi için değil nice sahipsiz kadın için de yürüttüğü bir kavganın hikâyesini anlatıyor. Kadın hekim olmanın toplumsal açıdan ne anlama geldiği ve nasıl bir deneyim olduğuna yönelik birçok örnek veren yazar ilginç bir detaya da dikkat çekiyor. Evlenmesi beklenen, evlenip boşanan kadın Nawal’ın Dr Nawal olması başka bir toplumsal cinsiyet dengesi oluşturuyor:
“I was a medical doctor. I had become a different being, neither male nor female. I examined men and women, rose above the distinctions imposed by gender, overrode laws that governed the life of women…” (Fire, s. 76)
(Tıp doktoruydum. Başka bir varlık olmuştum, ne erkek ne kadın. Erkekleri ve kadınları muayene ediyordum, toplumsal cinsiyetin dayattığı ayrımların üstüne çıkmıştım, kadınların hayatlarını yöneten kanunları hükümsüz kılmıştım…)
Çalıştığı taşrada bir zamanlar “kadından doktor olmaz” diyenlerin hayat kurtardığında nasıl Dr Nawal’ın Allah’ın bir lütfu olduğundan bahsettiğine şahit oluyoruz (Fire, s. 102). Aslında bu tutum da Deniz Kandiyoti gibi akademisyenlerin modernlik ekseninde kadının konumunu tartıştıkları çalışmalarından bize tanıdık. Gelenekle değişim arasına sıkıştırılmış modern kadınların neredeyse erilliğe kayan, cinsiyetsizleştirilmiş, aseksüel imgesi merkezde de solda da gayet yaygın. Tıbbi bilginin, hekimliğin, bedensel varlığımızın kırılganlığı karşısında hayat kurtarıcılığın büyük bir güç ve böylesi bir gücün de kadınlar için bir özgürlük aracı olduğu Nawal el Saadawi’nin kitabında da kaçınılmaz bir gerçek olarak dikkat çekiyor.
Yazarın iki ciltlik otobiyografisinde de “Bir Kadın Doktorun Anıları”nı anlattığı romanında da (Memoirs of a Woman Doctor) neden, ne zaman veya nasıl psikiyatriyi seçtiğine dair bir bilgi bulunmuyor. Hakkında çıkan tüm kaynaklarda ismi yazar, feminist, hekim ve psikiyatrist olarak geçse de bu son detayın hikâyesi eksik. Belki de tamamen yazarlığa kaydığı, toplumsal sorumluluğunu öncelediği ve ruh sağlığı alanında pek çalışmadığı için olabilir diye düşünüyorum. Fakat Guardian gazetesindeki bir röportajında (“Religion is all politics” – Din tamamen siyasettir) kullandığı dilden psikiyatri deneyiminin ufak da olsa izi sürülebiliyor. Bu röportajda Mısır’da kız ve oğlan çocuklarının ailelerinin sınıflarından bağımsız olarak sünnet edilmelerinden bahsederken çocukluk amnezisinin böylesi bir travmayı unutmaya yaradığını, fakat kendisinin tıp eğitimi esnasında sünnet edilmiş kadınların çıplak bedenlerine bakarken nasıl birdenbire her şeyi hatırladığını ifade ediyor:
“[the memory] moved from the unconscious to the conscious”
([anı] bilinçdışından bilince taşındı)
Her ne kadar yazarın psikiyatri deneyimleri hakkında fazla bilgi olmasa da henüz genç bir köy doktoruyken Dr. Nawal’ın ilk psikiyatrik tanısını koyduğunu öğreniyoruz. Kendine şeytanın dadandığını söyleyen genç bir kadının aslında yaşadığı tecavüzler nedeniyle travmatize olduğunu anlayınca Dr. Nawal kendince onun iyileşmesine yardımcı oluyor. Fakat yine de sonu trajik biten bu hikâyeyle genç doktorda sağlığa ve hastalığa dair önemli bir bakış açısı kayması oluyor.
Nitekim, yazar otobiyografisinin ilk kitabının sonunda yazmaya verdiği önemi yazarlıkla hekimlik arasında bir ayrım kurarak anlatırken aslında önceliklerini de açıkça tanımlıyor. Hekimliğin “insanların maruz bırakıldıkları acılar karşısında” pek bir şey yapamadığını, dahası haksızlıklar ve eşitsizlikler üzerine kurulu sistemin yeniden üretilmesine katkıda bulunduğunu fark ederek yazma edimini “din veya ahlâk veya aşk adına uygulanan adaletsizliklere karşı bir başkaldırı” aracına dönüştürdüğünü söylüyor (Isis, s. 352). Hikâyenin sonunda günlüğüne karaladığı naif aşk, öfke, merak, inat gibi nice duyguyu içeren cümleleriyle yazar olma hayalleri kuran çocuk Nawal, Mısır’ın en ünlü kadın yazarlarından Nawal el Saadawi olmayı ve çocukluk hayalini gerçekleştirmeyi başarıyor.
“For me [writing] is like breathing.” (Fire, s. 19)
(Benim için [yazmak] nefes almak gibi)
***
Nawal el Saadawi. A Daughter of Isis. Çev. Sherif Hetata. London: Zed Books, 2009.
Nawal el Saadawi. Walking through Fire. Çev. Sherif Hetata. London: Zed Books, 2009.
Nawal el Saadawi. Memoirs of a Woman Doctor. Çev. Catherine Cobham. London: Saqi Books, 1988.