.

Babaannemin Mektubu

Şebnem İşigüzel

Şebnem İşigüzel’in, “Ölümünün 50. Yılında Suat Derviş” anması etkinlikleri kapsamında 1 Ekim 2022’de “Bugünün Edebiyatından Suat Derviş’e Bakmak” panelinde yaptığı konuşmanın metnini Sanat Kritik okurlarımızla paylaşıyoruz.

Babaannemin Mektubu

Herkese merhaba,

Hepiniz hoş geldiniz.

Bugün günümüz edebiyatından Suat Derviş’e bakacağız. Kendisi benim doğumumdan bir yıl önce 1972 Temmuz’unda ölmüş. Doğum tarihi çoğu yerde karışıklık göstermekle birlikte muhtemelen 1901.

Ben konuşmama babaannemin mektuplarından parçalar okuyarak başlayacağım çünkü kendisi Suat Derviş’i tanımış. Bu mektubu 1972 yılında Anadolu’da resim öğretmeni olarak görev yapan arkadaşı Şirin’e yazmış.  İşte babaannemin Suat Derviş’ten söz ettiği mektuptan parçalar:

“Geçen pazar bizimkileri  (Bizimkileri dediği, evin kadınları, annem, yengem, kız kardeşi…) Boğaz’da Foçalı’ya götürdüm. (babaannem araba kullanırdı dolayısıyla herkesi her yere o götürürdü. Foçalı o dönem meşhur bir balıkçı) Malum büyük gelin gebe. Canı balık çekti. Ama tutturdu kalkan tava. Bu mevsim bulunmaz ki. Öyle diyemedim tabii bu aklı havada şaşkın İstanbul kızına. Gidince bir balık bulur yerdik nasıl olsa.  Hatta belki bir başka balığa kalkan tava dedirtsem, tembihlesem şef garson Hüsnü’yü, biliyorsun daha emekli olmadı, okul kapanınca gel, senin için de masa kuralım, öyle sanıp bile yiyebilirdi bizimki. Zaten pek iştahsız. Bulantıları yeni bitti. İki çatal alır bırakır, kalkan mı, tekir mi neyse ne olduğunu anlayacak kadar tadını idrak edemezdi. Sadece istemeyi bilen bu nesil niye bu kadar hissiz? Neyse. Foçalı’ya gittik ve neredeyse duvar dibinde, çantası kucağında, çeneciğinin altından sarkan gerdanı bile titrek tedirgin oturmuş kimi görsem beğenirsin? Suat Hanım’ı. Suat Derviş’i. Meğer ablası Hamiyet Hanım’dan intikal etme umudu bulunan bir küçük miras hikâyesi varmış. Avukat, konuşmak ve izahat vermek için buraya davet etmiş ancak az evvel lokantayı arayıp gelemeyeceğini bildirmiş. Çantası kucağında öylece oturmuş bekliyordu Suat Hanım ve ben yanına gidene kadar beni seçemedi. Gözleri neredeyse görmüyordu lakin hiç belli etmedi. Onu almaya birileri gelecekmiş. “İyi ki bir şeyler yiyip içmemişim,” deyince içim sızladı, pek üzüldüm. Rahmetli babacığımın Lozan Konferansı izlenimlerini anlattırdığı Suat Hanım bu duruma düşecek kadın mıydı? (Lozan Konferansı’na döneceğiz) Sadece Lozan’ı değil Montrö’yü de izlemiş ve bilirsin rahmetli babacığım pek meraklıydı siyasete, Suat Hanım bize geçti miydi, “anlat kızım,” der geçerdi karşısına. Annem bu ilgi alakadan rahatsız olurdu. Kıskandığından değil. Günün birinde bizi de yazar korkusundan. O yılarda ilk romanı da çıkmıştı çünkü. Bizim yazılacak ve anlatılacak kadar ilginç bir hayat serüvenimiz var mıydı Şirin?

Babam bir tarafa… Ya biz? Kolejde romanlarını az okumadık. Sizi almaya gelecek olanları arayalım, gelmesinler, benim davetlim olun, sizi gelinlerimle tanıştırayım, sonrasında sizi evinize kadar bırakırım dedim. Gözleri halen gök mavisiydi. İnsanın göz renginin değişme ihtimali olmaz zaten biz yanlış hatırlarız ama çok solmuştu. Sesimin geldiği tarafı doğru seçip görüyormuş gibi bakmayı pek zeki bir kadın olduğundan iyi beceriyordu. Memnun oldu sanki ya da ben öyle sandım. Lütfen buyurun, ben size masamıza kadar eşlik edeyim deyip elimi uzattım. Asaleti hiç değişmemişti. Hepimizde var bu. Bizim gelinlerde biraz eksik lakin. Sonradan görme ailelerin, cumhuriyet zenginlerinin kızları oldukları için mi? Bazen öyle nobran ve hodbin benim gelinlerim. Niye acaba? Suat Hanım’a masamıza kadar eşlik ederken, keşke dedim,  masadaki dangalaklara evvelden izahatta bulunsaydım. Suat Hanım kim bilmezler ya da anlamaz, onun gönlünü kırarlar. Sonra bu işin içinden tereyağından kıl çeker gibi çıkmak için Almanların pek iyi yaptığı şeyi yaptım ve Suat Derviş’i bizimkilere takdim ettim. Hoş, kız kardeşim Nilüfer Sultan onu tanıyordu ancak kulağıma eğilip ne dese beğenirsin, abla bu kadın komünist oldu değil mi? Koskoca Suat Derviş’ten aklında kalan bu mu aptal? Cevap vermek yerine dürttüm bir güzel. Böyle yapmayı da halayıklardan görüp öğrenmiştik. Rahmetli babam fark etmiş, birbirini dürtmenin ve topluluk içinde kaş göz etmenin pek kaba saba davranışlar olduğu hususunda hane halkımızı uyarmıştı. Malum bizde de anne tarafım saraya alınmış güzel kız soyuydu, ötesi değil. Terbiye iki tarafta iki kuşak boyunca iyi eğitim ve tedrisattan geçince mümkün oluyor. Suat Derviş öyleydi işte. Hakikat iyi bir aileden geliyordu ve fevkalade yetiştirilmişti. Ancak ailesinin başına gelen talihsizlikler onun hayatına da sirayet etti. İzdivaçları hayatını yerle yeksan etti. Kendisi de yazı hayatında kullandığı zekâsını hayata aktaramadı, kendisini koruyamadı. Zamanla bundan edebiyatı da etkilendi. Mektep arkadaşı görümcem Saliha’nın dediği gibi kurnazlık nedir bilmedi, yanlış zaman ve yanlış insanların elinde oyuncak oldu, kaderinin önünde savruldu gitti.  Romanlarını ne kadar severek okuduğumu bilirsin. Vallahi roman kahramanlarına acır gibi acıdım bu büyük edibeye, zavallı Suat Derviş’e. Yazar olma hülyalarımıza iyi ki son vermişiz Şirin öyle değil mi? (Babaannem böyle diyor, kendisini kandırıyor ama arkadaşı Şirin cevaben yazdığı mektubunda onu bir güzel hizalıyor. O cevaben yazılan mektuptan bir küçük alıntı yapıp geçiyorum: Ben vali karısı resim öğretmeni sen eğitimli bir tüccarın kolejli karısı oldun, ayıplanmaktan korktuğumuz için yazamadık, sanat yapamadık, özgürlüğün bir bedeli varsa bunu ödeyemedik, tam esaret de değil bizimkisi ama Allah aşkına o budala dünürlerinle mutlu musun Zeynep ? Belki Suat Hanım madden bizden eksik ama yine bizden fazlasıyla mesuttur çünkü o özgürlük nedir bildi. Biz hiç bilemedik. ”

Babaannemin mektubunda sözünü ettiği Suat Derviş’in aile hikâyesini kısaca açalım. Osmanlının eğitimli ailelerinden ancak ne Osmanlı’ya ne Cumhuriyet’e “olamayan” bir aile bu. Osmanlıya olamıyor çünkü fazla aydın. 1908 Meşrutiyeti destekliyor aile her medeni aile gibi. Hatta annesi İttihat ve Terakki Cemiyetinde,  yani el mahkum bu arada İttihatçilere bağlılık, Vatan Yahut Silistre’yi sahneye koyduruyor ve küçük Suat, provalarda Abdülhamit’in kızlarından Zekiye Sultan’ın kucağında filan oturuyor. Ertesi yıl 31 Mart ayaklanması oluyor, hürriyet, eşitlik rüyası suya düşüyor. Bu ayaklanmada evleri basılıyor ve aile komşuları Jak Mandil’in evine sığınmak zorunda kalıyor*(*Kaynak, Liz Behmoaras, Suat Derviş Biyografisi, Remzi Yayınları ) Aynı ayaklanmada Osmanlı’nın aydınlarından Halide Edip Adıvar’ın Mısır’a kaçmak zorunda olduğunu hatırlayalım. Baba doktor. Jinokolog. Annesi Hesna Hanım saraylı. Suat Derviş’in annesinin babası Kamil Bey sarayın orkestrasının şefi.

Dönelim yine babaannemin mektubuna:

“Şirincim sen de bilirsin ki bizim aile Suat Derviş’in asıl baba tarafını iyi tanırdı. Anne tarafım Bebek’ten bilirmiş aileyi. Ben Suat Hanım’ı masamıza getirip bizimkilere onu mühim romanlarıyla tefrikalarıyla hatırlatarak takdim ederken benim zevzek kız kardeşim en son söyleyeceği şeyi evvela söylemesin mi? Dedeniz 14 çocuğuna rağmen karşısında raks eden Şevkidil’e vurulup onu almış, sonra da yalının kapısında kalmış, annem ağabeylerime nasihat etmek için anlatıp dururdu. ( Burada babaannemin bu satırlarına arkadaşı Şirin’in cevaben yazdıkları ilginç. Şirin, babaannemin yazdıklarını düzeltiyor diyor ki “unutma dedesinin Abdülhamit tarafından zehirlendiği de rivayet ediyordu ki bizimkiler öyle olduğuna inanırdı. Çünkü çağrılan doktorun ‘bana daha fazlasını söylemek düşmez,’ dediği söylenilirdi.”)

Suat Derviş böyle bir aileden çıkıp yazar oldu. Osmanlı zehirletti, cumhuriyet beslemedi. Sonrasında da komünist olduğu için sevilmedi. Kitapları Sovyetleri övdüğü için basılmadı. Cumhuriyet besleyemedi meselesine de açıklık getirelim: Suat Derviş gibi eğitimli batılı bir kadını nasıl beslemez?  Şöyle eksik bir şey var bu hikâyede, o da şu: Cumhuriyet, Türk feminizminin gelişimine önemli katkılar sağlamış olmasına rağmen, reformları her şeyden önce “modern bir millet yaratma projesi” çerçevesinde gerçekleştirildiğini kabul etmek gerekiyor. Cumhuriyet döneminde kadınların parlementoya girişi, onların “aktif politika”ya katılımını sağlayamadı. Fatmagül Berktay’ın “Türkiye’de Kadın…” da belirttiği gibi, “Kadınların tecridi nasıl şeriat döneminin bir göstergesi [idiyse], şimdi de birer yurttaş olmaları, ulusal bir devletin göstergesi” olmuştu. Kadınlar hâlâ bir “gösterge”, bir “simge”ydi”.  İşte bu yüzden cumhuriyet, Suat Derviş gibi özgürlükçü kadınları yeterince besleyemedi.

Babaannem Suat Derviş’e rastladığını anlattığı mektubuna şöyle devam ediyor:

“Bozuk bir saatin günde iki defa doğruyu göstermesi gibi bizim Nilüfer Sultan (babaannemin kız kardeşi daha önce de adı geçti)  iyi bir şeye parmak bastı ve rahmetli babamızın Lozan Konferansı izlenimlerini Suat Derviş’e sorup durması bahsini açtı. Suat Derviş gazeteciliği de yazarlık gibi pek sevdiğinden buna memnun oldu. Kendisini masamızın en başına oturtmuştum. Sanki bunu beklemiyordu. Ama dinle Şirinciğim asıl tuhaf şey bundan sonra oldu: Benim kalkan balığıyla levreği ayıramayan safdilli gelin “Aaa Lozan Konferansı’nı bizzat izlediniz mi ?”diye sordu. (Suat Derviş 23 yaşında bir gazeteci olarak sadece Lozan’ı değil Montrö Anlaşması’nı da izliyor. Büyük bir hayat tecrübesine sahip. Bunu en güçlü aktardığı kitapları hiç kuşkusuz “İstanbul Çökerken” gibi röportajlarını topladığı kitapları.) Sorsam tarihi bilemez ama bunu neden sormuş biliyor musun? Amerikalı yazar Hemingway de oradaymış. Biliyorsun benim iki gelin de Amerikan Koleji’nden olduğundan bunların edebiyat hocası boğaz tokluğuna Hemingway’in o gazete yazılarını düzeltirmiş o tarihte.  Bu yüzden bizimkisinin aklında kalmış hocasının anlattıkları. Suat Derviş, Hemingway’i biliyordu elbette Nobel ödülü aldığından onu tanımayan yoktu ama Lozan da kendisi gibi gazetecilik yapan Hemingway’i hatırlamıyordu. “Öyle miymiş,” dedi hatta. Küçük gelin de “Siz de Nobel alacak mısınız ?” diye sordu. Ayol şaşkın, kadının kitaplarını basmıyorlar. “Nobelli bir yazarla aynı ortamda bulunmuşsunuz da” diye açıklama da yaptı. “O işler öyle olmuyor efendim,” dedi Suat Derviş, ne desin? Ben Hemingway’den bir şey anlamadım valla dedim. Oysa ikisi de gazeteci olmasına rağmen berikinin sade bir dille yazmasından etkilenmiştim. Suat Derviş iyi yazardı, güzel eserleri vardı ama her şeyi fazla fazla katmıyor muydu? Oysa gazetecilik ikisine de gündelik olanı takip etmeyi ve bunu anlaşılır bir dille aktarmayı öğretmişti. Biri bunu edebiyatına geçirmiş, Suat Hanım dünya gailesi içinde debelenip durmuş idi, bilmiyorum Şirin, bu bana hep böyle gelir bilmem sen ne düşünürsün? Gerçi beriki erkekti ve İngilizce yazıyordu. Zaten bu dünya erkeklerin elinde değil mi? Suat Derviş keşke Berlin’de kalsaydı diye düşündüm. Edebi münasebetleri yükselir, geçim derdinden kurtulur, romanlarına daha iyi bir yön tayin eder ve belki Almanca yazıp öne geçerdi. Şanssızlık işte. O kadar yanlış bir zamanda orada bulunmuştu ki.”

Babaannem haklı. Suat Derviş, Hitler iktidara geldiği için Berlin’den ayrılıyor. Burada belki toplumsal gerçekçi yazar olarak tanımlanan (bu toplumsal gerçekçiliğe de bakacağız) Suat Derviş’in 1901’den 1972’ye yaşadığı dönemde dünyaya da bakmak lazım neler oldu. İki Dünya Savaşı geçirdi dünya. Suat Derviş bir de çöken, batan imparatorluğu gördü. Dağılan Avrupa’yı gördü. Nazileri gördü. 50’li yıllar ve sonrasında komünizmden korkan dünyayı gördü. Yani talihsiz bir iklimde çiçek açtı. Oysa çok erken yaşta ilk romanını yayınlıyor. Lozan’ı takip ettiğinde henüz 23 yaşında. Hoş o yıllarda bunlar işe koyulma yaşları ama iyi başlangıç yapıyor.

Yine mektuba dönersek,

“Bizimkiler çoğunluk tefrika edilmiş eserlerinden tanıyorlardı tabii. Gelinler daha çok annelerinin teyzelerinin okuduğunu söyleyip hatta küçük gelin gözleri iyi görmeyen ninesine tefrikaları kendisinin okuduğunu söyleyip işi bulandırdı. Buna rağmen Suat Derviş romanlarından, yazdıklarından, kendisinden bahis açılmasına memnun olmuştu. Ben mütealayı bizim salakların hatalı idraklerinden kurtarmak amacıyla, ben sizin en çok Olan Şeylerin Romanı eserinizi severim dedim. O roman benim için bir kırılma noktasıdır dedi. Toplumsal gerçekçiliğe yönelişinin başlangıcı olarak görüyordu bu eserini.”

Burada ben araya gireyim: “toplumcu gerçekçilik”, yazarın edebiyat anlayışında yeni bir yönelim olarak belirmekteydi doğru. Derviş, bu yeni yönelimi çok geçmeden terk ettiyse de, adının “toplumcu gerçekçilik” ile birlikte anılmasının önüne geçemedi. Bu tercih, Derviş’in yapıtlarının yaklaşık dörtte birini reddetmesine neden olmuş ve bu romanlarla birlikte yazarın adının da edebiyat tarihinden bir ölçüde silinmesine yol açmıştır diyebiliriz.* ( *Toplumcu Gerçekçı̇ Türk Edebı̇yatında Suat Dervı̇ş’ı̇n Yerı̇, Çı̇men Günay)

Babaannemin mektubuyla devam edersek…

“Romanda beni en çok etkileyen sahneyi de hatırlattım bilmem hatırlar mısın Şirin ?  Roman fabrika işçisi Nazlı ve çevresini anlatır. Bir işçi çalışamaz halde yaralanmıştır. Müdürün Almanya’dan getirdiği kanaryasının öldüğünü ve çok üzgün olduğu için bu işçiyi yani Arif’i kabul etmeyeceğini söyleyen bekçi, Namık’tan işçi hakları üzerine uzun bir konuşma dinlemek zorunda kalır. Saatlerce beklettikten sonra Arif’i odasına kabul eden müdür ise, eline bir gümüş lira sıkıştırıp genç adamı gönderir. Suat Derviş bu hatırlayışım karşısında fevkalade mutlu oldu. Ancak romanın sonrası ne kadar karışıktı öyle değil mi? Olmayan şey kalmıyordu. Hatta kız sonunda metresi olduğu adamın evinde hırsız sandığı babasını öldürüyordu yanlışlıkla. Muhtemelen tefrika edildiği için neşredenler öyle istiyor olmalıydı. Yolda ne okuduğumu sorunca ona Nabokov’u, Proust’u söyledim. Sessizce dinledi beni. Onlarda da her şey vardı ama kim bilir belki dilleri belki neşredenler sayesinde anlatacaklarını yerli yerine yerleştirmeyi beceriyorlardı. Evet Dostoyevski de kumar borcunu ödemek için çalakalem yazdı ama insanlığı içine itip bütün hallerini gösterecek derin bir kuyu kazmayı başardı. Suat Derviş Hanım daha yetkin olabilirdi kuşkusuz çok yetenekliydi ama elini kolunu bağlayan bir şanssızlığı vardı. Onu kimse koruyup kollamadı.” (Şirin, cevaben yazdığı mektubunda, Thomas Mann da şanssızdı ama daha yetkin şeyler kaleme alabildi diyor ve Suat Derviş’i yazdıkları üzerine derin düşünememiş olmakla eleştiriyor.)

Babaannem mektubunun ilerleyen bölümlerinde bu arada kitap gibi mektuplaşırlarmış arkadaşı Şirin’le,  Suat Derviş’i kendi kullandığı aracıyla Beyoğlu’na evine bırakmaya gidişini anlatıyor. Onun öncesinde ilginç bir bölüm daha var bu mektuptan onu da ileteyim:

“Suat Derviş ortaya getirilen salatadan bir lokmacık, o da bize ayıp olmasın diye yedi. Anladım ki bu gururlu ve asil kadın daveti bile kabul etmeyecek kadar incinmiş. Bu kadar incitilmesine üzüldüm. Bilirsin Mehmet, (amcam) Suat Derviş’in Reşat Fuat’ın yanında (Suat Derviş’in eşi)  hastanede eşine refakat ettiği günlere tanık olmuş (amcam doktordu) partili gençlerin evlerine yiyecek içeceklerle gittiğini duymuş olduğunu aktarmıştı. İlk romanı Kara Kitap’ı da pek sevdiğimi belirttim ki konu konuyu açsın ancak bizim gelinler yeni manikürlü tırnaklarını seyre daldıklarından konu dağıldı gitti tabii. Suat Derviş besbelli tırnaklarını benim gibi kendisi yapıyor, temizliyor ve cilasız, boyasız bırakıyor olmalıydı. Bizim gelinlerin tırnaklarını çiçeğe durmuş nar dallarına, kirazlara, eriklere benzetti. Hayret bizimkiler hoşlandılar bu iltifattan. Edebiyatla araları olmadığına anlamıyor çoğu insan böyle incelikli benzetmeleri. Onları yeni ecnebi artistlere benzetse fevkalade memnun olurlardı ama gülümsediler ve “yazar olmak kendini nasıl da belli ediyor,” bile dediler, hayret. Suat Derviş aynı zamanda gazeteci olduğunu hatırlatıp gözlem ve gerçekleri aktarma becerisini oradan devşirdiği anlattı.”

Benim de en son okuduğum Nişantaşı Teneke Mahallesi isimli sosyolojik araştırmada karşıma Suat Derviş in bu yoksul bölgede yapmış olduğu röportajlar çıktı. Gazetecilik ona her türlü topluluğun arasına girip çıkma imkânı vermişti toplumsal gerçeklik üzerinden daha fazla yükselebilirdi. Marguez de eski bir gazeteciydi ve dil üzerine düşünerek, büyülü gerçekçiliği yaratarak yükseldi. Kazuo İshigura, Günden Kalanlar’da tarihi bir zaman dilimini aktarır, her şey gerçeğe uygundur, bunu nasıl bir edebi çerçeveye yerleştireceği üzerine düşünmüştür. Suat Derviş’in epeyce yaratıcı malzemesi vardı ama bunlar üzerine düşünecek ve plan yapacak zamanı olamadı. Yok sayıldığı ve yeteneği görülmediğinden, yeterince takdir edilemediğinden, günümüz tabiriyle yeterli “motivasyonu” bulamadı.

Babaannem yolda kendisine Zeynep Oral’a verdiği röportajı hatırlatıyor. Aktardığına göre Suat Derviş  bu hatırlatmadan memnun:

“Bizimkileri Foçalı da bırakıp yola koyulunca kendisi de derin bir soluk aldı. Hak verdim bizimkilerin muhabbetinden ya da muhabbetsizliğinden bun gelmiş olmalıydı. Zeynep

Oral’a verdiği mülakattan bahis açtım. Gözlerindeki rahatsızlığa rağmen üç ayrı roman üzerinde çalıştığını söylüyordu orada. Tabii gözlerindeki rahatsızlığı hatırlatmadım. Bu romanlardan biri, “Son İstanbul olaylarını ele alan ‘Kanlı Pazar’”dır diyordu.  Kesip sakladıydım hemencik oradan baka baka yazıyorum sana, “Diğeri, “11’lerin Romanı” ismini taşımaktadır; üçüncüsü ise, kalp ve beyin ameliyatları üzerine kurulmuş bir farstır.” Bana da otomobilde Fosforlu Cevriye’yi Gülriz Sururi için senaryolaştırdığı havadisini verdi. Sevindim. Sadece o romanla bilinir tanınır olması haksızlık sayılsa bile. Acaba sözünü ettiği o karakol aynasını, hani “Bu karakol aynası sadece sürtüklerin kendilerini seyrettikleri aynaydı. ” dediğini, gazetecilik yaptığı yıllarda bizzat görmüş müydü ? Ardından bekledim ki o konuşsun o anlatsın. Bunun onu son görüşüm olduğunu bilseydim hem daha fazla sohbet eder hem de söz verdiğim üzere en kısa zamanda ziyaretine giderdim. Hatta bunun planını bile yapmıştım. Balık Pazarına alışverişe geldim diyecek, ona da beraber yiyeceğimiz öğle yemeği için alışveriş edecektim. Sadece karın mı doyuracaktık? Belki bana biraz feminizm anlatır, erkekler arasında nasıl korkusuzca kalabildiğinin izahatını yapar, benim de en azından torunlarımı yüreklendirmemi sağlayacak bir neticeye varmama sebep olurdu. “Evli kadından feminist olmaz,” dedi İnci. Sen elindeki konken kağıtlarıyla haşır neşir ol, münasebetsiz, diyemedim tabii. (İnci, babaannemle Şirin’in ortak arkadaşı) Eşitlik herkesin isteyeceği ve arzulayacağı bir şeydir öyle olması gerekmez mi Şirin? Sen İstanbul’a gelince benden duymuş gibi yapmayıp ağzının payını verirsin İnci’nin.”

Bana kalırsa “Kadın” olmaya ilişkin sorunlar, toplumsal kurallar ve yerleşik ahlâk anlayışı, yine Derviş’in ilk hedeflerindendir. Olan Şeylerin Romanı’nın anlatıcısı, fabrika kapısında sevgililerinden dayak yiyen kadınlar için, “İki erkek birbirine saldırdığı zaman ayırmaya teşebbüs edenler çok olur ama bir erkek kadınını döverken müdahale etmek adeta onlara adâb-ı muaşerete sığmaz gibi geliyor” diyerek toplumsal kuralların kadının “aleyhine” işlediğini vurgular  mesela.

Babaannemin mektubunun Suat Derviş’li bölümleri bu kadar. Suat Derviş aynı yıl 1972 de ölüyor. Bir yıl sonra yani 1973 de bir başka mektupta Suat Derviş şöyle var:

“İkinci torunum dün sabah dünyaya geldi Şirincim. Bu defa kız bebek olması bizi fazlasıyla mesut etti. İşigüzel ailesi olarak uzun zamandır bu kadar bahtiyar olmamıştık. Ev erkekten geçilmiyordu biliyorsun. Bu sabah isim olarak ne tavsiye edeceğimi sordular. Nezaketen tabii. Dudak büktüm ama biliyorsun aklımdan geçeni, bu kıza Suat adını vermek istediğimi. Duyunca irkildiler. “Erkek ismi,” dediler. Bir yerde haklılar elbette o kadar kız torun bekleyip umut edip erkek adı vermek durumu hicvetmek olurdu. Küçük gelin pek akıllı olduğundan “Geçen yıl karşılaştığımız, o yazar hanımefendi, Suat Derviş münasebetiyle mi bu ismi vermek istiyorsunuz?” dedi. Evet dedim ama üzerinde durmadım. “Yoksa torununuz büyüyünce yazar olsun mu istiyorsunuz ?” dediler. Hepimiz çok neşeliydik, isim bahsinde işi inada bindirmedik. Kendileri yeni isimlerden birisini münasip gördüler. İlk kız torunuma Şebnem adını verdik. Bu modernite ismi daha önce duymuş muydun? Kim bilir belki bizim eremediğimiz yazarlık hülyalarına bu kız bebek hasıl olur Şirincim ne dersin?

Teşekkür ederim. Bugün bu ilham verici kadını konuşmak gerçekten mutluluk vericiydi. Ben de günümüz edebiyatından Suat Derviş’e, kurgusal bir mektupla selam vermek istedim.