
Serdar Soydan
İbrahim Hoyi, 1941 yılında Son Posta için hazırladığı röportaj dizisinin sonuncusuna bu başlığı atmış. O güne kadar ismini duymadığımı sanıyordum Leman Ahıskal’ın. Fakat sonra notlarımda arattım, duymuşum; hatta Yeni Mecmua ve Modern Türkiye Mecmuası dergilerine dair aldığım notlarda kaydetmişim; Leman Ahıskal’ın bu dergilerde öyküleri varmış.
Araştırmaya başladım.
Bu röportaj, elliyi aşkın öykü, bir roman… Hepsi buydu. 1938-42 yılları arasındaydı tümü. Ya sonrası? Bir muamma.
25 Aralık 1942 tarihinde Cumhuriyet gazetesine verdiği ilanda emekli hava yüzbaşısı olan kocası Arif Ahıskal’ın kırkı için ertesi gün mevlit okutacağını söylüyor, tüm dostlarını Aksaray, Küçük Langa Caddesi, numara 11’deki evine davet ediyordu. Hakkında ulaşabildiğim son kayıt bu oldu.
Belki eşinin ölümüyle uzaklaşmıştı yazmaktan. Depresyon ya da hayat gailesi… Bambaşka telaşlar, uğraşlar, maişet derdi içinde öyküler, romanlar silinmişti aklından. Bilemiyorum.
Sonrası unutuluş. Kadın yazarları tarihlerine lütfen alan ‘erkek’ tarihçiler tabii ki ondan, üretiminden bahsetmemişti. Hiçbir kaynakta geçmiyordu adı. Eserlerinden hiçbiri kitaplaşmamış, güne kalmamıştı.
Sadece ondan mı bahsetmiyordu peki ‘erkek’ edebiyat tarihçileri? Bir o mu yitip gitmişti yıllar içinde?
Notlarımı açtım yine. Diğerlerini, en azından isimleri bir kez kayda geçsin, yıllar sonra anılsın diye arayıp buldum. Edebiyat ufkunda bir belirip bir kaybolan diğer kadınları.
Perihan Ömer, İnci Özkurt, Rebia Arif (Bilgin), Seniha Sami…
Tüm bu kadınlar, yazdıklarıyla, geride bıraktıkları izler, seslerle araştırmacıların ilgisini bekliyor. Yaz başında, saptadığım tüm bu isimlerin izini sürmüş, notlar çıkartmıştım. Her birinin külliyatını ortaya çıkartacaktım, kayda geçirecektim. Telif sorununu çözer, varislere ulaşabilirsem belki birer kitap, belki de bir araştırma.
Rebia Arif’in Yeni Asır’da tefrika halinde kalan ona yakın romanı… Perihan Ömer’in Cumhuriyet’teki iki tefrikası ve otuza yakın öyküsü… Seniha Sami’nin Muhit dergisinde öyküleri, Türk Kadın Yolu’nda yarım kalan romanı… İnci Özkurt da Yarımay ve Yeni Mecmua’da yayınlatmış öykülerini.
Araya başka işler, uğraşlar girdi. Yaz bitti.
Şimdi Leman Ahıskal’ın ulaşabildiğim tek röportajı ve seçtiğim iki öyküsüyle birlikte bu kısacık notu, belki birilerinin dikkatini çeker, bu isimlerin izlerini sürenler çıkar umuduyla paylaşıyorum. Sizleri bir zamanların en genç, en yeni romancısı Leman Ahıskal ile tanıştırıyor, baş başa bırakıyorum.
En Yeni ve En Genç Romancımız Leman Ahıskal[1]
Salonda üç kişiyiz. Tayyareciliğe dair yazılarla epeyce alakayı çeken Arif Ahıskal, eşi genç romancı Leman Ahıskal ve ben. Yazı dünyamıza gireli daha iki yıl olduğu halde geniş bir okuyucu kütlesine kendisini sevdirmiş olan Leman Ahıskal, ne tuhaf, birçok hanımlarımızda gördüklerimizin aksine, hiçbir jest yapmadan, elini sallamadan, yüzünde fazla mimikler yaratmadan konuşuyor.
“Benim söyleyecek neyim var ki efendim? Daha bu meslekte pek yeni, pek tecrübesizim. Bu mülakatlarınıza beni katmasanız, mazur görseniz olmaz mıydı? Nasıl anlatayım, neyi anlatayım, öyle değil mi Arif?
Evet… Bugün yirmi yedi yaşında bulunuyorum. Çocukluğum Erenköy’de geçti. Babam çok mutaassıp bir askerdi. Orta tahsilimi İstanbul’da yaptım. Ondan sonra beni mektepte okutmayarak aldı. Onun için de hususi tahsil gördüm. Genç kızlığım da Trakya’da geçti. Sakin, kendi haline ve denilebilir ki evimin muhitinde, içinde bir hayat… Her genç kız gibi ben de evlendim. 1935 yılına düşer. Pek öyle seyahatlerim olmamakla beraber, 1937’de Paris’e gittim. Epeyce istifade ettim. Şimdi de dört buçuk yaşında bir oğlum var. Bilmezsiniz, ona ne düşkünüm, ne düşkünüm beyefendi.”
Leman Ahıskal’ın evlilik hayatına karışması ve varlığını Arif Ahıskal’a bağlaması, onun için çok mesut bir dönüm noktası olmuş ve bu tarihten (1935) sonra edebiyata atılmış. Şiir yazmış, hikâye, manzum piyesler yazmış.
Halide Edip, Hüseyin Rahmi, Burhan Cahit, Reşat Nuri onun yolunu aydınlatan birer projektör olmuş, üzerinde haylice tesirlerini bırakmışlar. İşte bu beş sene zarfında vücuda getirdiği yazıların hiçbirini neşretmemiş ve bu hal 1939 yılına kadar devam etmiş. O sıralarda çıkan Modern Türkiye Mecmuası’na yolladığı “Balkan Kaşarı” isimli hikâyesi basılmış ve böylelikle o mecmuaya bir seneden fazla amatör olarak hikâye vermiş. Ondan sonra da Tan’da, Cumhuriyet’te, Vakit’te hikâyeler yazmış.

Leman Ahıskal bu müddet zarfında tek bir roman kaleme almıştır: İçtimai nakiselerin, eksikliklerin teşrihini yapan ve bir aile faciası karşısında bir kocanın vaziyetini neşterleyen bir roman: Benekli Boncuk. Genç romancı bu eserini hiç beğenmiyor. Kocasının teşvikiyle, bir deneme mahiyetinde olarak ve daha ziyade ileride yazacağı romanlara bir hazırlık teşkil etmek üzere yeni bir eser hazırlamaktadır.
Leman Ahıskal’a romanın bir tarifini yapmasını rica ediyorum:
Hayat arkadaşı Arif Ahıskal söze karışıyor.
“Müsaade ederseniz ben cevap vereyim. çünkü Leman’la biz birbirimizi tamamlarız,” diyor ve ilave ediyor. “Bence roman vakaları olduğundan daha heyecanlı göstererek sıralamak sanatıdır.”
Genç romancı kocasının fikrini şöylece hülasalandırıyor.
“Doğrusunu isterseniz, ben romanın tarifini hiç düşünmedim. İnanışımca roman nihayet anlatılmak istenilen herhangi bir veyahut müteaddit vakaların kalıplaşmış ifadesidir. Hikâyelerimde ise daha ziyade muhitimizdeki vakaları düzgün bir şekilde vermek gayesini güdüyor, realizme kaçmaktansa romantik tarzı seviyorum.”
Leman Ahıskal, garp edebiyatıyla pek fazla uğraşmıyor. Tercümeleri az okumuş. Şimdi ise hiçbir roman okuyamıyormuş, “Çünkü vaktim yok. Hep çocuğumla meşgul oluyorum,” diyor. Halide Edip’i çok fazla beğeniyor. takdir ediyor, Muazzez Tahsin’i, Peride Celal’i de övüyor ama Peride Celal’in Ana-Kız isimli eserinden hiç hoşlanmıyor. Kerime Nadir için pek tesirli yazıyor diyor. Mebrure Sami’den tek bir satır bile okumamış. Mükerrem Kâmil Su’yu çok seviyor, Güzide Sabri’yi de beğeniyor. Cahit Uçuk için de “Eğer kendisi yazıyorsa,” şartını koşarak çok güzel, kuvvetli yazıyor hükmünü veriyor.
Leman Ahıskal’ın hazırlamakta olduğu yeni eserin ismi İsyan’dır. Bu romanda, muharrir bir dağlı kız ile İstanbullu bir kızın paylaştıkları bir sevginin tahlilini yapmaktadır. Kanaatince de bu ikinci denemesi “İnşallah daha kuvvetli olacak,”tır.

“Hakiki Hayat, Bir Kuruşa!”[2]
Anası, babası sağken o da neşeli ve toramandı. Hem o zamanlar her şey, her şey ucuzdu. Patatesi altı kuruşa, kuru fasulyeyi on altıya, arada sırada evlerine giren sığır etini de otuz kuruşa alıyorlardı. Necati mektepten döndüğü zamanlarda bir üstün sınıf arkadaşlarının ellerindeki onlukları, koltuk altlarındaki kutuların camlarına vurarak, “Yeni hayat, bir kuruşa!” diye feryatlarını bekler ve annesinin vereceği kırklıkla bir tane alarak ağzını tatlılardı.
Ne güzel günlermiş onlar. Soğanın göbeğini, zeytinin irisini seçer, ayırır yerken, çocuk mantığı başka bir şey düşünemezdi. Uçurtmasının çıtasını limon sandığından hazırlayıp da mahalle bakkalından yirmişer paraya beş tabaka kâğıt aldı mı, koca bir pazar gününün kahkahadan çınlamayan saati kalır mıydı acaba?
Ne mutlu günlermiş onlar. Babasının bir elinde yemek sepeti, öteki elinde su testisi, Veliefendi Çayırı’na doğru yola çıktılar mı, Necati’nin iştihadan ağzı sulanır, anacığının hazırladığı yalancı dolmaların hasretini dört saat öncesinden çekmeye başlardı. Pirinç ucuz, yağ ucuz, hayat sanki Necati için bedavaydı.
Bir gün babası ansızın gözlerini yumunca Necati’nin küçücük boyu kısaldı, beli büküldü ve mağrur başı yana devrildi. Küçüldü, küçüldü de bir avuçluk zavallı oluverdi. Aksi gibi harp de başlamıştı. Anası el kapısında çamaşır yıkayacak, komşu evinde tahta silecek takatte değildi. Bir evin temeli çöker de, çatısından hayır kalır mıydı hiç?
Artık Necati, mahallesinden geçen ve çil meteliğin cam üstündeki keskin sesi arasında Yeni Hayat satan arkadaşlarına uymak mecburiyetinde kalmıştı. Ama bu seferki hayat çeşitleri de harple beraber değişmişti. Önceleri kakaolu ve lüks olan hayatlar, şimdi naneli, limonlu ve turunçlu kalıplara, kıyafetlere girmişlerdi. Adlarını da hemen değiştirerek yeni hayattan hakiki hayata atlamışlardı.
Gün geçtikçe her şey pahalılaşmaya başladı. Patates otuza, fasulye otuz beşe, et yüz yirmiye çıkınca, yeni veya hakiki hayata kimsecikler bakmaz oldu. Boğaz mücadelesi bir kuruşluk hayatı geride bıraktı. Ama Necati hâlâ hakiki hayat satmakta ısrar etti.
Kış birdenbire bastırdı. Sefalet de Necatilerin evine kıştan daha beter bir afet oldu. Bu minik çocuğun gözünde, anasının baba sağlığındaki güler yüzünü görmek ışıltıları yanıyordu. Çorapsız, pabuçsuz ve ceketsiz bir halde sokaklara düşerek mektep kapılarında hakiki hayat satmaya başladı. Eh, biraz bir şeyler kazanıyordu ama pek karın doyurmuyordu.
Bir ara Necati’yi Taksim Meydanı’ndaki saatin dibinde görenler oldu. Direğe yaslanmış, her tarafı mosmor, bağırıyordu.
“Hakiki hayat, bir kuruşa!”
Bir sabah, sıhhi imdat otomobilini Ayaspaşa’ya çağırarak içine, dokuz, on yaşlarında bir çocuğu yarı donmuş bir halde yatırmışlar. Koltuğunun altında sıkı sıkı tuttuğu üstü cam kapaklı bir tahta kutu içinde dört, beş tane sarı ve yeşil renkte dört köşe şekerlerden, yeni hayatlardan, o günkü adıyla da hakiki hayatlardan varmış.
Bu yavruyu tanıyanlardan birisi, fersizleşmiş gözlerine nasılsa bakmış. Donmuş nazarlarda bir sürü manalar gizliymiş. Kendi kendine mırıldanmış ve yürümüş.
“Hakiki hayat, bir kuruşa!”
Dostlar Başına[3]
Etrafına çevrelendikleri saç mangala sürülü cezvelerden kahvelerini boşaltan Hürmüz anlatıyordu.
“Bu kadar yalancılık olmaz hemşireciğim. Onu rahmetli Hacımın kavuğuna anlatsınlar benim… Yok haspam on üçünde.. Daha neler.. Agucuk bebek…”
“Bu mahallenin yabancısı olsak neyse ne ama… Şu kızcağız elimizde doğdu işte. Neyin nesidir? Akarı, kokarı var mıdır? Yaşı ne, başı ne? Bilmez olur muyuz artık.”
“Dur hemşire, dur! Hesabı kolay. Mücevher, Nazmiye’yi doğurduğu gece evladım Mustafam azı dişlerini çıkarıyor, kucağımda cansız yatıyordu. Dün gibi aklımda. Doktor ‘Dişlerinin çıkması geç kaldı diye beş vakitte dua edin. Eğer bu çocuk dört yaşında olmasaydı zor kurtulurdu,’ demişti.”
“Bu hesaba göre Mustafa şimdi kaçında?”
“Allah sağlık verirse kasımın on birinde yirmi beşini alacak.”
Hürmüz birdenbire durakladı. O her zaman Mustafa’sının on altısında dünyaya getirdiğini söyler ve zamane kızlarının bu yaşta yumurta haşlamasını beceremediklerini çekiştire çekiştire anlatırdı. Şimdi de yaşının kırkı aştığını söylüyordu. Bir kadın için kırk bir yaşındayım demek, olur olmaz kişinin harcı değildir. Hemen sözü değiştirdi.
“Demek Nazmiye’yi görücüye çıkarmışlar.”
“Çocuk da bankada memurmuş. İpek gibi delikanlı, bu zamanda böylesi zor bulunur diyorlarmış.”
“Annesiyle ablasının kıyafetlerine bakılırsa gün görmüş insanlara benziyorlar.”
“İlahi kardeş… Kaynananın boynundaki gerdanlıkla görümcenin kulağındaki gül küpelere bakarak söyleme… Onlar çarşı malı. Kaldırılmışa benziyorlar.”
“Allah aşkına size ne oluyor? Kendiniz mi varacaksınız, yoksa verecek kızınız mı var? Dedikoduyu bırakın da başka şeylere bakın.”
“Nemize lazım ama. Nazmiye görücülere çıkmak istememiş. Soğuk davranmış. İstemem diye ayak diremiş.”
Hürmüz Hanım dayanamadı. Bir şey söylemiş olmak için yumurtladı.
“Aşüfteliğinden… Kim bilir ne yüz karası vardır haspamın. Yirmisini aşmış bir kız evde kalmış sayılır. Daha ne bekliyormuş nazeninim. Hangi kara gözlülerini acaba?”
Hürmüz’ün bu sözü, ortada bir soğukluk yarattı. Herkes biliyordu ki Nazmiye ile Hürmüz’ün Mustafa bir yıldır gizli gizli sevişiyorlardı. Bundan haberi olmayan Hürmüz’le Nazmiye’nin annesi Mücevher’di.
*
O gece Nazmiyelere giden boşboğazlardan biri Hürmüz’ün söylediklerini birer birer Mücevher’e anlattı. Hürmüz’le Mücevher’in evleri bitişikti ve Hürmüz ara kapıdan geçerek komşusunun bahçesindeki kuyudan su alırdı. O sabah gene su almaya geçti. Kovaların gürültüsünü duyan Mücevher gevşeyen sinirlerini daha fazla tutamayarak sabahlık kıyafetiyle bahçeye bakan pencereye fırladı. Saçlar dağınık, göğüs bağır açık, yarı beline kadar sarktı ve feryadı bastı.
“Utanmaz, arlanmaz karı! Faraş ağzını açıp ortalığı pisleteceğine kendi kirlilerini temizlemeye bak! Bir de sıkılmadan, hangi yüzle kuyumdan su alıyorsun? Surat surat değil ki, mezada çıkarılmış bin bir yamalı yatak çarşafına benziyor.”
Neye uğradığını şaşıran Hürmüz kendini toparladı, kuyunun çıkrığını bıraktı, kova gittikçe hız alarak indi ve suya çarpınca tok bir ses çıkardı. Bu ses, elleri kalçasında bekleyen Hürmüz’e cesaret verdi.
“Bana bak karı,” dedi, “kendine gel. Yoksa pusulanı şaşırtır, yelkenleri boşalmış salapuryalar gibi karaya oturturum seni. Ağzını kapa, açarım ağzımı!”
“Ne dedin şıllık! Aç da görelim ne çeşit mallar var. Meraktan kurtuluruz.”
“Meraktan kurtulacağına içinin dertlerinden kurtar kendini.”
“Dertler senin kapını çalsın, sürtük karı!”
“Mal meydanda ayol. Durup dururken İshak kuşları gibi feryada başlamanın sebebi var. Göğüsler meydanda. Her tarafın açık, pencereden niçin sarkıp bağırdığını bilmiyor muyum ben düzgünlü karı? Büyücü yosma! Karşı komşunun gene kocasına görünmek için… İnkâr et bakayım.”
“Aynaya bakan kendini görür… Yedi mahalle aşırı erkeklere iç çeken kim acaba? Mendebur! İlahi dostlar üstüme fenalıklar gelecek. Can kurtaran yok mu?!”
“Var var… Komşunun oğlu doktordur. Çağır. Derdine derman bulsun!”
Bu sırada sokak kapısı sert sert çalındı. Mücevher cevap vermeye vakit bulamadı, pencereden ayrıldı. Hürmüz de söylenerek içeri girdi.
“A üstüme iyilikler… Karıya fırsat versem başıma çıkacak. Ayağımın pabucu!”
*
Hürmüz’ün Mustafa mahalle imamını, Mücevher’in Nazmiye muhtarın karısını araya koyarak annelerini barıştırmaya çalıştılar. Hürmüz “Olmaz da olmaz… O aşüfteyi oğluma almam,” diyor. Mücevher de “Kızımı bir kaşık suda boğar, kan kusturur o karı,” iddiasında bulunuyordu. İki tarafa da kati teminat verildi. Ve kavgadan iki buçuk ay sonra Mustafa ile Nazmiye evlendiler. Hürmüz’le Mücevher de barıştılar. Barıştılar ama… Hürmüz “Erkek anasıyım ben. Mücevher ayağıma gelsin,” demişti. Mücevher de kızının hatırı için her şeye razı olmuştu. Yalnız Hürmüz’ün düğün gecesinden kaynanalığa başlamış olmasını hiç de hayra yormamıştı. Hürmüz düğün gecesi Mustafa’nın arkadaşlarına “Oğlum yandı,” diyordu. “Karılar ne yapıp yaptılar, Mustafa’mı büyülediler. Ağzını bağladılar. Kuzu ettiler… Nur topu kızlar elimin altındayken hiçbirini beğenmedi de bu sıskayı sevdi. Mustafa’mda da mide yokmuş doğrusu. Karıya benzer bir tarafı olsa bari…”
Nazmiye hakikaten kan kusuyordu.
Daha düğünün ertesi günü bulaşık yıkamış, üçüncü günü Hürmüz kapı kapı dolaşırken zavallı kız çamaşıra girmişti. Buna Mustafa da diş biliyordu ama ne yapsın ki biri anası, öteki de karısıydı.
O gün gene Nazmiye çamaşır yıkamıştı, Hürmüz de camie, mevlide gitmişti. Akşam geç vakit işini bitiren üç aylık gelin kolay olur düşüncesiyle kıymalı yumurta pişirdi, sofrayı kurdu ve bekledi. Mustafa da gelmişti. Hürmüz mevlitten sonra bir iki ahbabı da ziyaret etmeyi ihmal etmemişti. Nihayet eve geldi. Çarşafını çıkararak merdiven başına katladı, koydu. Ortaya konan kıymalı yumurtayı görünce suratı buruştu. Bir lokma alınca çenesi açıldı.
“Maşallah,” dedi. “Kıymanın tuzu yetmiyormuş gibi bir avuç da sen koymuşsun. Bu da yemek mi? Kocan olacak şu eşek herif de it gibi akşamlara kadar koşsun, kazansın, evde karım var diye taşısın. Sonra da yesin. Öyle ya… Cici karısı yaptı… Yer!”
Sofrayı bırakarak kalktı, odasına gitti. Nazmiye’nin gözleri yaşardı. Mustafa’nın rengi morardı. Bakıştılar ve kalktılar.
Yarım saat sonra Hürmüz gene sofraya dönmüş iştahla yumurtayı yiyordu. Yüzü, gözü morarmış, yer yer berelenmişti. Mustafa, Nazmiye’ye “Anamın hastalığını keşfettik. Korkma… Bundan sonra mesut olacağız,” dedi.
Hürmüz artık ev işlerini üstüne almıştı.
“Çocuklar gençtirler. Haklarıdır, gezsinler,” diyordu. Çok nazın âşık usandırdığının farkına varabilmişti hele şükür.
[1] Son Posta, 27 Ekim 1941. (“Kadın Romancılarımızla Mülakatlar” serisi içinde)
[2] Cumhuriyet, 19 Nisan 1942.
[3] Cumhuriyet, 21 Temmuz 1941.