.

Tanpınar’ın “Isfahan” Şiiri: Metinlerarası Bir Gezinti

mehmet-samsakcı-ısfahan-ahmet-hamdi-tanpınar

Mehmet Samsakçı

Kendisini daima bir şair olarak gören, hayatı boyunca şiiri kendisine bir mihver ve ideal olarak kabul eden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk şiir çalışmaları, görebildiğimiz kadarıyla ciddî herhangi bir akademik çalışmanın konusu olmadı. Hikâye, roman, deneme, makale, edebiyatı tarihi, günlük gibi nesrin hemen her türünde harikulâde eserler veren, Türk Edebiyatı tarihindeki asıl şöhretini ve seçkin yerini bu türlerdeki eserlerine borçlu olan Tanpınar, esasen şiiri en özel ve mutena bir tür olarak seçmiş, bütün diğer çalışmalarının haricinde bütün estetik kuvvetlerini en iyi ve mükemmel şiirini yazabilmek için seferber etmişti. Bununla beraber istediği şiiri yazamadı, şiirleri konusunda bir türlü ikna olmadı. Sağlığında şiirlerini bastırmak için anlaştığı, sözleşme de imzaladığı Hüsamettin Bozok’a, ağırdan almasını rica ediyor, eserin matbaaya gitmesini geciktirmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bozok’a, 7 Eylül 1959’da Paris’ten yazdığı mektupta, kitabın neşrinin biraz daha ileriye bırakılması için ricalarda bulunur. 1 Mart 1960’ta yine Paris’ten bir mektup daha yazar. “Kitabı ne yapacağız?” der ve ekler:

Adalet (Cimcoz) şüphesiz sana söylemiştir. Kitabı Eylül sonuna çıkartmamız çok iyi olacak. Hem ben İstanbul’da olurum, sana yardım ederim. Tashih işi mühim iş. Hem de elimdeki manzumeler biter; değişecekler değişir. Bilirsin, başka memleketlerde müsveddelerin kendisi yani provalar böyle birkaç ay muharrirde kalır. Hangi şartlarda çalıştığınızı bildiğim için bittabi böyle şey mevzuu-ı bahis değil. Yalnız daha bence kitap şeklini bulmadı. Bu sene dershaneden, mektepten uzak, şiirle başbaşa kalmak fırsatını buldum. Bu bende birtakım şeyleri tazeledi.” (Tanpınar’ın Mektupları, (Haz: Zeynep Kerman), Dergâh Yay., İstanbul 2001, s. 263.)

Hüsamettin Bozok da Tanpınar’ın vefatından bir ay sonra çıkan (kendi dergisi) Yeditepe’de “Bir Kitabın Hikâyesi” başlıklı bir yazı yazmış ve Tanpınar’ın Şiirler’inin basılma hikâyesini anlatmıştır. Bu kitabın adının Ne İçindeyim Zamanın olacağını, sözleşme metnine de bu isimle girdiğini de yine Bozok’tan öğreniyoruz.

Netice itibariyle kitap Şiirler başlığıyla Şubat 1961’de, yani Tanpınar’ın vefatından yaklaşık bir sene önce çıktı. Şair bir anlamda ömrünü verdiği bu kitaba sadece 37 şiirini almıştı. Hem de ne zorluklara katlanarak, kitap çıksın diye nelerden feragat ederek… Oysa Tanpınar, genç bir Darülfünun talebesi iken, bir yandan Yahya Kemal’in, diğer yandan Hâşim’in, uzaktan uzağa da Fransızcanın büyük şairlerin iklimlerinde seyrederken, kendisi de şiir denemeleri yapmıştı. Bunları yayımlamıştı da. Gerçi sonradan bunları yayımladığına pişman da oldu. Yaşar Nabi’nin sorularına verdiği meşhur cevapta şöyle söyler:

“Dergâh”ta birkaç manzume neşrettim. Bunları neşretmemiş olmayı şimdi çok isterdim. Hatta o zaman da içimde bir hata işlediğim hissi vardı. Fakat bir kere kendime karşı zayıf davranmıştım. Adımın tanınmasını istiyordum. Ondan sonra devam ettim ve hemen hemen her müsveddemi neşrettim. Herkes beni fildişi bir kulede yaşıyorum zanneder. Heyhat! Görüyorsunuz ki camdan bir evde oturmuşum. Hayatımın en mühim hadiseleri birbiri ardınca kendi şairlerimi bulmam olmuştur, diyebilirim. Evet, kendimi vaktinde bulamadığım için, başkalarını keşifle meşguldüm.” (Yaşadığım Gibi, (Haz: Birol Emil), Dergâh Yay., İstanbul 1996, s. 306)   

İlginçtir. Tanpınar, Yahya Kemal’le tanıştığı zamanki hâlini (yani hemen hemen o ayları) anlatmak için neredeyse aynı ifadeleri kullanır:

Yahya Kemal’i tanıdığım zaman, henüz ne yapacağını pek iyi bilmeyen, kudretleriyle ihtirasları arasındaki nispeti ölçme fırsatını bulamamış, kendi dünyasını başkalarında arayan, müspet iş olarak sadece şiiri seçmiş bir üniversite talebesiydim.” (“İlk Karşılaşma”, Yahya Kemal, Dergâh Yay., İstanbul 2001, s. 17.)

Bu yazının konusu olan “Isfahan” şiiri işte genç Ahmet Hamdi Efendi’nin Dergâh dergisinde yayımladığı ama yukarıda bahsettiğimiz Şiirler’i arasına almadığı 11 şiirinden birisidir.  Evet, 42 sayı çıkan, döneminin en nitelikli yayınlarından olan bu Dergâh’ın en büyük emektarlarından birisi olan Ahmet Hamdi’nin “Isfahan” şiiri, derginin, Yaya Kemal’in “Kafiye” isimli makalesinin, Hâşim’in “Havuz” şiirinin, Yakup Kadri’nin 14. “Erenlerin Bağından” yazısının, meşhur müsteşrik Franz Babinger’in “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin” başlıklı etüdünün, şiirin ithaf edildiği Ali Mümtaz’ın “Hayal İklimleri” isimli manzumesinin, derginin en büyük emekçisi Mustafa Nihad’ın “Bir Azap” isimli hatıra / anekdotunun yayımlandığı 20 Ocak 1922 tarihli 19. sayısında çıkmıştır. (Bkz. Görsel 1, 2) Yani bu şiir, derginin oldukça kuvvetli, dopdolu, yıldızlarla bezeli bir nüshasına denk gelmiştir.

Şiir şöyle:

ISFAHAN

Ali Mümtaz ‘a

Ufkunda açarken alevden güller

Her akşam Isfahan dertli gönüller

Gibi bu hicranı duyar derinden.

Bir hazin inilti gibi yükselir

O zaman sesler ki akseder gelir

Hazan ne bilmeyen bahçelerinden.

Saatler hüznüyle ilerledikçe

Ağır bir kâbusu andıran gece

Arttırır ruhunun dinmez yasını.

Ve serper dalarken şehir uykuya

Esen rüzgârlara, ürperen suya

Sonsuz güllerinin rayihasını.

Şiirin ithaf edildiği Ali Mümtaz, edebiyat tarihine Bir Gemi Yelken Açtı’sıyla giren Ali Mümtaz Arolat’tır. Tanpınar, kendi ismini de zikrettiği “Türk Edebiyatında Cereyanlar” başlıklı makalesinde “asrın başında doğanlar”ı anlatırken Al, Mümtaz’ı başta zikreder:

 “Ali Mümtaz, Necmettin Halil Onat, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Dergâh mecmuasında yetişen şairlerle bu mecmuaya sonradan iltihak eden Ahmet Kutsi Tecer ve ilk eserlerini 1923’ten sonra neşreden Necip Fazıl Kısakürek, Yedi Meş’ale adı altında toplanan şairler grubu ve nihayet Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi 1908 seneleri etrafında doğan şairler hep hece veznini tercih ettiler.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz: Zeynep Kerman), Dergâh Yay., İstanbul 2000, s.114.)

Tanpınar, yıllar sonra kaleme alacağı Beş Şehir’de Dergâh yıllarını ve dostlarını sayarken de Ali Mümtaz’ı unutmaz: “Bir Gemi Yelken Açtı adlı çok güzel bir şiir kitabı yazdıktan sonra birdenbire şiirden vazgeçen Ali Mümtaz Arolat..,”[1] (Dergâh Yay., İstanbul 2000, s. 67.)

Şiire dönersek:

Başka şairleri medihte pek de hatta hiç cömert olmayan, hele talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın pek çok hikâyesini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü de dâhil olmak üzere romanlarını, hatta Beş Şehir’ini edebiyat tarihini okuyan ama yazı veya röportajlarında bunlar hakkında herhangi bir şey söylemeyen Yahya Kemal’in, hakkında “… Necmeddin Halil’in harp hatıraları için, Ahmet Hamdi’nin Isfahan için birer manzumesini hatırlıyorum ki nadir söylenebilir şiirlerdendirler[2] dediği “Isfahan”, 11’li hece ölçüsüyle yazılmış üçer mısralı dört bentten oluşan bir manzumedir.

Millî Mücadele’nin sonlarına doğru yazılıp yayımlanmış olmasına rağmen millî, fikrî, manevî herhangi gönderme içermeyen, Ahmet Haşim tarzında bütün gücünü tabiatın verdikleri ve hissettirdiklerinden alan (güller, bahçeler, gece, rüzgâr, su) bu empresyonist ve sembolist şiiri, yine Haşim’in, Dergâh’ın ilk sayısında neşrettiği “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirine bağlamak sanıyoruz ki zorlama ve yanlış olmaz. Zira Haşim de söz konusu şiirin ilk dörtlüğünde

Yorgun gözümün halkalarında

Güller gibi fecr oldu nümâyân,

Güller gibi .. sonsuz, iri güller

Güller ki kamıştan daha nâlân;

diyordu. “Isfahan” şiirinde ilginç bir şekilde ilk bentte “Ufkunda açarken alevden güller” diyen Tanpınar, son bentte de doğrudan “sonsuz güllerinin rayihasını” mısraına yer veriyor. 

Tanpınar bu yıllarda bir taraftan Darülfünun’dan hocası olan; tarih, edebiyat, şiir, fikir ve estetik bahislerinde pek çok kavramı ilk kez kendisinden duyduğu Yahya Kemal’in şiddetli tesiri altındayken şiir tekniği ve duyuş bakımından Haşim’e doğru akıyordu. Nitekim Haşim’in vefatından biraz sonra neşrettiği “Ahmet Haşim’e Dair” başlıklı yazısına şöyle girer Tanpınar:

Biz, bugünkü nesil, fikir ve sanat hayatına Haşim’in yıldızı altında girdik. Tefekkür ve tahassüsümüzde Piyale ve Şi’r-i Kamer şairinin büyük tesirleri oldu. İlk yazılarımızı onun etrafında yazdık. Onun için Haşim’e borçlu olduğumuz şeylerin tam bir muhasebesini yapamayız. Bir gün, bu son yirmi otuz senenin fikir ve sanat hayatını toplu olarak tetkik edecek olanlar, onun kendinden sonra gelen nesil için nasıl bir mürşit olduğunu göreceklerdir.

Nurullah Ataç haklıdır: İstikbalin sanat tarihinde bu devrin adı Haşim devridir.” (Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 295.)

Isfahan, İran’ın kadim şehirlerinden birisidir. İslâm öncesi asırlarda, Arapların fethinden sonra, Selçuklular devrinde hatta günümüzde de bölgede çok seçkin bir yeri olan bu şehrin toprağı, suları, ağaçları ve bahçelerinin güzelliği, burayı gören bütün seyyahların üzerinde ittifak ettikleri bir noktadır. Osman Gazi Özgüdenli, şehrin güzelliğini vurgulamak mânâsına Farsça’da hâlâ “Isfahan nısf-ı cihan”, “Isfahan nakş-ı cihan” gibi nitelemeler olduğunu belirtir. (TDVİA, C. 22, İstanbul 2000, s. 501)

Hiçbir zaman, nesirlerinde bile tavsifi bir anlatımı benimsememiş olan, gördüğü bir tabiat parçasını, bir insanı veya nesneyi daima kendi şahsiyeti potasında eritip ona yeni bir şekil verdikten sonra dışarıya vuran Tanpınar’ın bu şiiri de tabiî ki gözümüz önünde çok küt ve kalın çizgilerle bir şehir silueti oluşturmaz. (“Kırmızı” ya da “kızıl güller” demez, “alevden güller” der meselâ. Bu sayede gül, birden kendisi olmaktan çıkar ve imgeleşir.) Çok genç bir yaşta yazılmış olmasına rağmen ustaca söylenmiş bu şiirde yarı gerçek yarı hayal, bir kısmını okurun kendi zihninde yaratacağı, tamamlayacağı, tamamlaması gereken bir şehir resmi söz konusudur.

Her akşam dertli gönüller gibi “bu” hicranı (hangi hicran olduğu belli değildir. Şiirde nasıl ve kime karşı bir hicran söz konusu olduğu söylenmez. Okur “bir hicranı duyar” da denmediği için, muhayyilesini çalıştırmak, zihnini uyandırmak, gerilere gitmek zorundadır) derinden duyan, hazan ne bilmeyen bahçelerinden “bir hazin inilti gibi yükselen seslerin aksettiği”, hüzünlü sesler ilerledikçe ağır bir kâbusu andıran gecenin ruhunun dinmez yasını artırdığı” bir şehirdir Isfahan. Bütün bu “dertli gönül, hicran, hazin inilti, hüzünlü saatler, ağır bir kâbus, dinmez yas” gibi olumsuz kelime ve tamlamalar kederli bir şehir görüntüsü oluşturur okurun zihninde. Birkaç sene önce annesini kaybeden, payitahtı işgal altında bir ülkenin vatandaşı olan, maddî-manevî pek çok mahrumiyetin pençesinde kıvranan bir genç şairin, hiç görmediği ama kitaplardan okuduğu bir kadim şark şehrine dair mısralarıdır bunlar. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, günden güne gelişmekte olan Batı kentlerine nazaran ciddî şekilde gerileyen, iktisadı bozulan, halkı fakirleşen, geleceği meçhul fakat mazisi çok zengin, tabiatı çok renkli bir beldeye ait ifadelerdir.

ahmet hamdi tanpınar sanat anlayışı

Isfahan hakkındaki bu mısralar, Yahya Kemal’in Ocak 1919’da, Şair mecmuasında yayımladığı ve Şark’ın bazı zenginliklerinin bitişine hayıflandığı “İthaf” şiirini de çok anımsatır. Nitekim Tanpınar, hocası hakkındaki kitabının bir yerinde “… Yahya Kemal’inki ise nostalji ve araştırmaydı. O artık bulamayacağını, sanatın dışında o şekliyle hiçbir zaman mevcut olmadığını bile bile eski ledünnî Şark’ı, Tanrı’nın her var olanda kendiliğinden var olduğu, bütün ayrılıkların ilahî aşkta eriyip kaybolduğu, yaşanan hayatın sadece bir aşk neşidesi olduğu Şark’ı arıyor, onun yokluğuna sızlanıyordu.” der. (s. 27) Tanpınar’ın Isfahan’ında da böylesi bir duyuş ve tavır var gibidir. Yine ilginç bir noktadır: Yahya Kemal’in 1944’te yayımlayacağı ve Isfahan’a her mânâda çok yakın bir şehir olan Şirazlı Hâfız’ın Kabri’ni anlatan “Rindlerin Ölümü” şiiri de “bahçesi, kanayan renkli gülü, gönlü her yerde buhurdan gibi tüten rindi” ile Tanpınar’ın “Isfahan”ıyla metinlerarası bir ilişki içinde gibidir.


[1] Aslında Ali Mümtaz şiirden vazgeçmiş değildir. 1960 yılında Hayal İkliminden Dönen Diyor ki başlığıyla bir kitap daha çıkaracaktır.

[2] “Vezinler I”, Dergâh, nr. 20, 5 Şubat 1922, s. 113.