Melike Sönmezer
melikesonmezer@sanatkritik.com
“Unutulmayacak olanlar kalır…
Ya hatırlayamayacaklarımız”
Ece Temelkuran
Hayatlarımızın unutulmayan dönemleri vardır. Bu dönemlerin içerisinde okuduklarımız, izlediklerimiz ya da bir koku bizi o ana götürebilir. Devir kitabı benim için tam olarak o anları yaratan kitap oldu. Lisans eğitimim için Eskişehir’de tek yaşıyorum. Yıl 2019 ve Devir 2015 yılında ilk baskısını yapmış. Daha önce Ece Temelkuran okudum, dilini biliyor ve seviyorum fakat nasıl olduysa bu kitabı gözümden kaçmış. Arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine kitabı alıp eve kapatıyorum kendimi. Biraz okuyup dışarı çıkarım derken tüm hafta sonunu temel ihtiyaçlarım dışında yerimden kalkmadan kitabı okuyarak geçiyorum. Beni o kadar içi sürüklüyor ki, telefonumu bile kapatıyorum kimse Ali ve Ayşe’yle arama girmesin diye. Bir daha böylesine akan bir okuma süreci geçiremedim. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen kitapçılarda kitaba rastladığımda ya da içerisinde Ankara, kuğular geçen bir metin okuduğumda bu kitabı anmadığım tek bir an bile yok. Devir: Hiç unutmadığım güzel bir ev gibi.
Roman 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesinde Ankara’da geçiyor. Ankara ve darbe edebiyatımızda çok işlenen iki başat unsur. Fakat bu romanı diğerlerinden ne ayırıyor derseniz iki çocuğun gözünden biz Türkiye’yi okuyoruz. Türkiye’deki politik hareketlilik arka fonda akıp gidiyor.
Bu roman Ali’nin, Ayşe’nin ve de kuğuların romanı.
Yaşları birebirine yakın iki farklı sınıfın çocukları Ali ve Ayşe. Ayşe orta sınıf bir ailenin, Ali ise taşradan Ankara’daki bir gecekondu mahallesinde yaşayan ailenin çocuğudur. Ayşelerin evine Ali’nin annesinin temizliğe gelmesiyle başlayan arkadaşlık Türkiye’nin tarihini önüne katarak bizi hikâyesine dâhil eder. Ayşe de Ali de Heidi izlemeyi, ekmeğe sürülen çikolatayı, Ayşe’nin ananesinin onları gezmeye götürmesini çok severler.
Ayşe’nin annesi Sevgi mecliste çalışmaktadır. Kendisi öğrenciliği sırasında 12 Mart muhtırasında hapse girmiş ve o dönem öğrenci hareketlerinden olan sevgilisinden ayrı düşüp politik olmayan sıradan bir evlilik hayatı yaşamayı isteyen Ayşe’nin babası Aydın’la evlenip kendine yeni bir yaşam kurmuştur. Sevgi’nin İzmirli olan annesi Nejla Hanım Ali ve Ayşe’nin dostluğunun bir parçasıdır.
Ali’nin annesi Aliye Hanım, Ayşelere temizliğe gelip gitmesiyle evde hep yalnız olan Ayşe’ye arkadaş, Nejla Hanım’a ise bir yoldaş olmuştur.
Ali ve Ayşe’nin gözünden darbe öncesindeki siyasi çatışmaları, Türkiye’deki dönemin dergilerini, yeni çıkan şarkılarını, eğlence anlayışını yansıtmaktadır. Ali’nin gecekondu mahallesindeki devrimci abiler, ablalar onun için bir rol model olmuştur. Özellikle üniversitede okuyan, yeşil parka giyen hep onunla güzel konuşan, kitaplar getiren Hüseyin abisi. Hüseyin ve Birgül dönemin birer yansımasıdır ve Ali’nin ağzından anlatılır. Ayşe, Ali’den duyduğu Hüseyin abi ve Birgül abla öykünür.
Ali’nin mahallesinde elektrik, su sürekliliği olan bir şey değildir. Ayşelerde yediği şekerlerden onların evinde yoktur. Ayşe gibi odası, oyuncakları ve de televizyonu yoktur. Kuyudan korkar, mahalledeki çatışmalardan korkar ama o mahalledeki çocuklarla oynar. Hüseyin abisi ODTÜ’lüdür. Ali için ODTÜ iyi bir şeydir. Hüseyin abisi korkularından onu korur. Ali, tüm bu karmaşanın içerisinden okuyarak kendini korur.
“Kafamın içinde çok şey var anne. Kitap okuyunca geçer sadece.” (Ali)
Ayşe annesiyle meclisin kütüphanesine girer buradaki devasa arşivi görür.
“Kelebekler meclise girse ne güzel olur. Giremezler ama.” (Ayşe)
Bir gün babasıyla yolda giderken bir eylemin ortasında kalır. Ama bu sorun değildir. Çünkü abi ve ablalar oyun oynamaktadır.
Onun odası bir karakolu görür, bazen sesler yükselir. Ayşe’ye bu seslerin bir oyun olduğunu söylerler. Abi ve ablalar oyun oynuyor. Ayşe de odasının camından hep o sesleri dinler. Onların evi sıkıcıdır hep televizyonda adamlar çıkıp bağırır, anne ve babası hep gazete okuyup onun bilmediği kelimelerinden konuşurlar oysa apartmanları öyle mi? Ayşelerin apartmanında çalan şarkılar, yazın kızartılan patlıcan kızartmasının kokusu, komşunun okuduğu Hayat mecmuası, Ayşe’ye hep eğlenceli gelir. Darbenin hemen öncesinde akıp giden hayatın bize en sahici yerden yani çocuk gözünden anlatılır. Sahi tüm bu çalkantılar olup biterken dönemin çocukları ne hisseti? Ece Temelkuran kurmacada bunu öyle bir verir ki, roman bittiğinde Ali ve Ayşe artık kalbinizde sizinle yaşamakta, kuğular akılınızın hep bir köşesinde gezinmektedir.
Nejla Hanım Ali ve Ayşe’yi 12 Eylül öncesi bir cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrasının konserine götürür.
“Çok güzel, çok güzel…Çok güzel olduğu için ağlamak geldi içimden. Müzik çok güzel bir şeymiş.” (Ali)
Bu konserde Ali ve Ayşe’nin önündeki sırada 12 Eylül darbesini yapacak olan paşalar da vardır. Ali, paşaların Çankaya’daki parkta her şeyi gören kuğuların uçmasın diye kanatlarındaki bir kası kesme emri verdiklerini duyar.
Bu iki çocuk o kuğuları kurtarmak için baş başa vererek bir kurtarma planı yaparlar. Bu planın neticesi 12 Eylül darbesinden birkaç gün sonra Karadeniz yolunda onları özgürlükle selamlayan kuğularla son bulur.
“Ali bence biliyorlar işte. Herkes kuğulara ne olacağını biliyor.” (Ayşe)
“Bilmiyorlar, sadece biz biliyoruz.” (Ali)
Kitap bitince çocukluğun o saf duyguları dudağınızın kenarında bir tebessüm olarak kalacak ve Ankara’yı özlediğinizi fark edeceksiniz. “Yaşamadım bilmiyorum” dediğiniz ne varsa o hisler omuzlarınıza gelip konacak.
Ali ve Ayşe’nin elinden tutup kuğuları görmeyi, parkta dolaşmayı ve dondurmalarınız erimeden yeme telaşına düşeceksiniz. Ardından o telaştan yorulup Ankara’nın bir öğle sıcağında Ayşe’yle eve gelip ağacı gören odasında öğle uykusu çekmeyi, ananesinin dikiş kutusundaki iğnelerle konuşmayı, evin içerisinde unutulmuş tel tokalarla ittifak yapmayı, Ali’yle beraber kitap okumayı arzulayacaksınız.
Ve tabi tüm diğer susmayan düşünceler beynimizin içerisindeki parkta yerini bulacak.