.

Papusza: Ederlezi Kimler İçin Geliyor?

papuzsa-tas-bebek-sınema

Beyza Ünal

Bronislawa Wajs, bilinen adıyla Papusza, şiirleri Lehçeye çevrilen ve yayınlanan ilk Çingene şair. Bu şöhret ilk bakışta güzel görünüyor fakat altında hüzün, acı ve dışlanmışlıkla geçen bir hayat yatmakta. Hayatında yaptığı hiçbir şey kendi seçimi değil Papusza’nın, iki şey hariç: Okuma yazmayı öğrenmek ve şiir yazmak. Ne yazık ki kendi özgür iradesiyle yaptığı bu iki şey aynı zamanda onun laneti. Yönetmenler Joanna Kos-Krauze ve Krzysztof Krauze’nin bizi bir geçmişe, bir geleceğe götürerek, zamanın çizgisel akışının dışına çıkarak anlattığı bu “parçalı kurgu” film, Papusza’nın yollarda, başını sokacak bir evi olmadan geçirdiği parçalı hayatını anlatıyor: Bir kadın, bir anne, öğrenmeye aç bir genç kız ve en önemlisi bir şair. Ancak, “Bana şair demeyin,” diyor Papusza, “ya kibrimden ya da kederimden ölürüm”.

Film çizgisel bir zamanda ilerlemiyor, Papusza’nın hayatından kesitleri zaman içinde karışık olarak görüyoruz fakat bu sıralamanın sinematografik bir amaca hizmet ettiği aşikâr. Filmin ilk sahnesinde gece vakti doğum yapmakta olan bir kadın görüyoruz ve hemen yanı başında ona eşlik eden yaşlı bir kadın var. Çingenelere göre bir bebek doğduğunda ruh yükselir ve onun payına düşen tüm iyi ve kötü şeyler o anda yazılır. Bu sebeple bu küçük, güzel bebeği dualar okuyarak getiriyorlar dünyaya: “Dünyada bir tüy kadar hafif ilerleyesin.” Adının ne olacağı sorulduğunda ise annesi şu cevabı veriyor: Papusza, yani “oyuncak bebek“. Küçük ve güzel, tıpkı bir oyuncak bebek gibi. Fakat yaşlı kadının sözleri, sanki gelecekte ne olacağını çoktan biliyormuş gibi, bir cümlede anlatıyor Papusza’nın kaderini: “Ya büyük bir onur ya da büyük bir utanç kaynağı olacak.”

Film sıralı çizgiden taşıyor ve bizi Avrupa’da Çingene ya da Yahudi olmanın eziyet olduğu yıllara, Papusza’nın çoktan evlenmiş olduğu ve küçük bir Çingene topluluğunda göçebe bir hayat yaşadığı yıllarına götürüyor. Onlar için ev kelimesi zihinlerinde bir çatı ve dört duvarı çağrıştırmıyor; onlar için ev demek ağaçlar, ormanlar ve yollar demek; geceleri ateş başında şarkılar söylemek ve dans etmek demek. Atlı arabalarla ya da yürüyerek sürekli yer değiştiriyor, tüm dünyayı evleri olarak görüyorlar. Çünkü onlar için bir yerde birden fazla kalmak, aynı nehirde iki kez yıkanmak, aynı ağacın gölgesinde iki kez serinlemek haram. Bu onların laneti: Sonsuz, bitmek bilmeyen değişim. Papusza böyle bir hayatın içinde, kendisinden yaşça büyük kocası ve bir çocuğuyla birlikte, şair olduğunu dahi bilmeden yaşıyor. Onun için şiirler akla gelip giden şeyler; tıpkı nehir gibi, kalıcı değil ve değişip gitmeye mahkûm. Ancak hayatlarına, daha doğrusu küçük topluluklarına bir gadjo girdiğinde her şey değişmeye başlıyor. “Gadjo”, çingenelerin çingene olmayanlar için kullandığı bir söz, çingene dilinde yabancı demek. Bu Gadjo, polisten kaçtığı için çingene topluluğuna sığınmak isteyen bir yazar: Jerzky, çingene deyimiyle Gadjo, her zaman elinde bir defter ve kalemle dolaşan, sürekli okuyan ve yazan genç bir adam.

Jerzky bu toplulukta tanışmış olduğu Papusza’nın bir şair olduğunu henüz bilmiyor, garip değildir ya, Papusza’nın kendisi dahi şiir yazdığından habersiz. Bir sahnede, Papusza’nın oğlu ve Jerzky arasında geçen bir diyalogda, çocuk sürekli elinde kalem ve defterle ne yazdığını soruyor ve şu cevabı alıyor: Şiir. “Şiir nedir?” diye soruyor küçük çocuk. Jerzky ise şöyle yanıtlıyor: “Şiirler, yarın geldiğinde bana dünümü hatırlatan şeylerdir.” Tıpkı filmdeki zaman algısının kopukluğu gibi, “Çingene dilinde” diyor Papusza, “dün ve yarın aynı kelimedir.” Çingenelerin yazılı bir dili yoktur, hafızaları yoktur, onlar için sadece “an” vardır: Dün ve yarın sadece bir yanılsamadır, bugün ise tek gerçektir. Filmin baştan sona sıralı bir çizgide ilerlememesinin nedeni seyircide böyle bir “zamansızlık algısı” yaratmaktır çünkü bu sahneden anladığımız üzere çingeneler zamanın ötesindedir.

Papusza’ya göre çingenelerin zamansızlık algısı ve “belleksizliği” hem bir lütuf hem de bir ceza. Jerzky ile konuşmalarında “Benim gözlerim siyah, seninkiler yeşil ama dünyayı aynı görüyoruz” diyor. “Aynı şeyi görüyoruz ama farklı bakıyoruz: Senin halkın güçlü, benimkiler ise zayıf.” Bu konuşmada çingenelerin zayıf olmasının nedeni bir belleklerinin olmaması, tıpkı aynı nehirde iki defa yıkanmak gibi bir hafıza inşa etmek de yasak onlara. Fakat belki de bu bir nimettir, diyor Papusza, çünkü bu onları endişeden koruyor. Ayrıca, hafıza yazmak demektir ve yazmak çingeneler için lanetlidir. Yazmak anı ölümsüzleştirir, yazmak aynı nehirde iki kez yıkanmaya neden olur; yazmak çingenelere göre değildir.

Bir çingene kızı olarak Papusza, okuma ve yazma arzusu içine düştüğünde ise henüz 11 yaşında. Sarhoş bir üvey baba ve okumanın ne demek olduğunu dahi bilmeyen bir annenin kızı olarak okuma yazma öğrenmek için kendi yolunu bulmak zorunda kalıyor ve böylece bir tavuk çalarak, onun parasıyla ders almaya başlıyor. Hayatının ilk lanetiyle tanıştığı, harflerin birkaç çizgiden daha fazlası olduğunu öğrendiği bu yıllarda, yönetmen bizi bir başka sahneye götürüyor ve çalıştığı yerde karşılaştığı ve tanımadığı bir kadın, şöyle söylüyor Papusza’ya: “Hayat akıllı kadınlar için zordur.” Hiç tanımadığı bu kadın, çoktan küçük ellerine bulaşmış bu laneti görür gibi konuşuyor. Çünkü doğru söylüyor, hayat akıllı kadınlar için zordur ve daha küçük yaşta okuma yazma öğrenmiş bir çingene kızı için daha zordur. Azınlığın içindeki azınlık olmak, hayatını hep alışılmışın dışına kurmak ise Papusza’nın kaderinde vardır.

Zaman geçtikçe Jerzky, çingene topluluğunun ayrılmaz bir parçası haline geliyor ve onlarla birlikte göç ederek, yemeklerini paylaşarak, sohbetlerine katılarak ve yaşam tarzlarına asimile olarak iki yıl geçiyor. Bu sürenin sonunda hakkındaki tutuklama emri kaldırılınca, artık bu toplulukla birlikte yaşamak için hiçbir nedeni kalmıyor. Onun için çingenelerin hayatı sadece legal sistemden bir kaçış, aykırılığa ufak bir yolculuk. Vedalaşmaları sırasında Jerzky, Papusza’ya şiir yazmaya devam etmesi gerektiğini, hatta şiirlerini kendisiyle de paylaşmasını söylüyor. Oysa Papusza, Jerzky ona söylemeden önce yazdıklarının şiir olduğunu dahi bilmiyordu. Belki bu sebeple, ona hayatının en büyük lanetinin ve lütfunun adını öğrettiği için, ayrılmadan önce Jerzky’nin dudaklarına bir öpücük konduruyor. Bu öpücük Papusza’nın isteyerek ve bilerek yaptığı üçüncü şey. Öpücüğün ardından sahne değişiyor ve Papusza’nın henüz çok küçükken görücü usulü evlendiği sahneye gidiyoruz. Bu keskin geçiş, Papusza’nın yaptığı seçimler ile ona dayatılan zorunluluklar arasındaki zıtlığın altını çiziyor.

“kimse anlamaz beni
ağaçlardan ve sulardan gayri
dile geliyor düşüncelerim
her şeyi, her şeyi nasıl kaybettiğim
her şeyin nasıl benden alındığı
gençlik yıllarımla birlikte.”

Jerzky’nin Papusza’nın hayatına girmesi hem Papusza için hem de ait olduğu topluluk için ilk önemli değişimdi. Sonraki değişim ise, Jerzky’nin ayrılışından hemen sonra meydana geliyor. Yeni yasa değişikliğiyle birlikte Çingeneler göçebe yaşam tarzlarını terk edip, diğer insanlar gibi evlere yerleşmek zorunda bırakılıyorlar. Bu değişim onlar için işkenceden farksız, ormanları, nehirleri, dere kıyılarını terk edip adına “ev” denilen hapishanelere hapsedilmek gibi. Yaşamlarına bir tehdit hatta bu, bildikleri öğrendikleri tüm doğrularına doğru sallanan öfkeli ve tehditkâr bir parmak, diyor ki onlara: Yaşayacaksınız ama bir şartla, diğerleri gibi olacaksınız. Çingenelerin evleri artık tüm dünya değil, uyuyabildikleri, ateş yakıp sohbet edebildikleri her yer evleri değil artık: Çirkin kenar mahallelerdeki eski, küflü evler artık onların yuvası. Sahne değişiyor ve Papusza’nın kocasını bu eski ve küflü mahallelerden birinde, yeni evlerinin önünde, eskiden ev dedikleri her şey olan o at arabasını parçalarken görüyoruz: Bu bir başkaldırış, bir isyan, aynı zamanda da umudun yitişi. Bir zamanlar o at arabasıydı onları yeni dağlara, yeni ırmaklara götüren fakat eğreti mahalle kenarlarında bir önemi kalmadı artık onun. Geçmiş ellerinden alındı, silindi ve at arabasıyla birlikte parçalara ayrıldı: Otorite kazandı. Bu sahneler boyunca, her ne kadar filmin fonunda çalmasa da zihnimin fonunda Ederlezi’yi duydum. Çünkü bir zamanlar ev dedikleri ormanlarda, ateş yakarak kutlayacakları, dans edecekleri ya da umut edecekleri bir şeyi kalmamıştı artık çingenelerin. Küflenmiş evlerinin dört duvarı arasına hapsolmuş, sahip oldukları her şeyi yitirmiş bir toplum için Ederlezi bu sene neden gelsin ki, diye düşündüm. Ederlezi kimin için gelsin bu sene, kime umut versin, kimin dileklerini gerçekleştirsin? Artık ateşler söndü ve o ormanlar beton duvarlara dönüştü.

Sa o Roma, babo, e bakren čhinen

A me, čoro, dural bešava  

A, odo, daje, amaro dive

Amaro dive, Ederlezi

E devado, babo, amenge bakro

Sa o Roma, babo, e bakren čhinen  

Ej, sa o Roma, babo, babo

Sa o Roma, o daje S

a o Roma, babo, babo Ej,

Ederlezi, Ederlezi Sa o Roma, daje.

Otoritenin zaferinin ardından, Papusza bir yandan yeni hayatına alışmaya, bir yandan da şiirlerini Gadjo’ya göndermeye başlıyor. Hep nehirleri ve ormanları anlattığı şiirleri, ev dediği yerden koparılmış bir kadın olarak onun yeni yuvası oluyor. Neredeyse bütün sahnelerde yalnız artık Papusza, ona eşlik eden ağaçlar yok, yalnızca sigarası var yanında, bir de şiirleri ve küflü evi. Öte yandan, Jerzky ise çingeneler için bir hafıza yaratma peşinde. Papusza’nın şiirlerini yayınlatmak ve bir belleği olmayan bu topluma bir bellek vermek istiyor. Nihayetinde başarıyor ve Papusza’nın şiirlerini bir gazetede yayınlatıyor. Alışılmışın dışında bir şey bu: Bir çingene kadının şiirlerini gazetede görmek, hatta bir çingene kadının şiir yazdığını görmek. Artık herkes Papusza’nın bir şair olduğunu biliyor. Bu şöhret başta herkesi gururlandırsa da daha sonra kader kendini yazıyor ve yazmak tüm çingeneler için olduğu gibi Papusza’nın da laneti haline geliyor.

Jerzky’nin Papusza’nın şiirlerini yayınlatmanın yanı sıra çingenelerin yaşamı hakkında bir kitap hazırladığını öğreniyoruz. İki yıllık bir deneyimden sonra ortaya çıkan bu kitap, hem Lehçe hem de çingene dilinde yazılmış, çingenelerin hayatına dair birçok bilgi ve hatta sırla dolu bir kitap. Papusza ise endişeli, çünkü yazmak hafıza demek ve hafıza endişeye neden olur. Hatırlamak da yazmak gibi bir lanettir. Papusza’nın endişesi boşuna değil, çünkü bu kitabı duyan çingeneler buna şiddetle karşı çıkıyor. Tarih boyunca onlar hakkında tek bir yazılı kaynak bile yok, bu yüzden bu kitabın yayınlanması sırlarını açığa çıkaracak ve şimdiye kadar bildikleri, daha doğrusu onlara öğretilen her şeye zarar verecek. İşte tam bu noktada kader kendini yazıyor: Gadjo ile dostluk kurarak, şiirler yazarak, alışılmışın dışına çıkarak Papusza bir günah işledi ve kendi halkı tarafından dışlanıp lanetlendi. Önce büyük bir gurur, şimdi ise büyük bir utanç kaynağı oldu.

Kendi insanları tarafından dışlanan, kendi oğlu tarafından bile ötekileştirilen Papusza, artık bu lanete sebebiyet veren şeyin şiirler olduğuna emin. Bu yüzden tüm şiirlerini yakmaya, yok etmeye çalışıyor, hatta elinde olsa zihninden dahi söküp atmak istiyor tüm satırları. Çünkü şiir bir şeytan şimdi, ruhuna sızan, baştan çıkaran, kendi insanlarını kendine düşman eden bir şeytan, bir günah.

Kimlerin ağzı lanetler bizi?

 Tanrım, dinleme onları,  

duy bizi! 

Filmde Nazi soykırımına dair kapsamlı bir tasvir yok fakat Papusza’nın “Kanlı Gözyaşları” gibi bazı şiirlerinden şairin katliamdan kıl payı kurtulduğunu anlıyoruz. Filmin bir sahnesinde, bir ahırda katledilmiş onca insanın arasında, hâlâ hayatta olan bir bebeği buluyor Papusza; bebeği alıp kendi oğlu gibi büyütüyor. Şiirlerinde, ve filmin bazı sahnelerinde, Almanlardan kaçarken ormanlarda nasıl saklandıklarını, nasıl acı çektiklerini, açlık ve susuzluktan, soğukta donarak nasıl öldüklerini anlatıyor. “Kanlı Gözyaşları” şiiri şu notla başlıyor: “1943’ten 1944’e kadar Volyň’de Alman askerlerinin altında nasıl acı çektik).”

Ve sen, benim küçük yıldızım!
Şafakta nasıl da büyüksün!
Kör et şu Almanları!
Aklını al şunların ki yaşasın
Yahudi ve Çingene çocukları!

Karakış gelip çattığında,
ne yapar bir Çingene kadın küçük bir çocukla?
Nereden bulsun giysiyi?
Her şey paçavraya döndü gitti.
Ölesi gelir insanın.
Kimse bilmez, yalnız gök bilir,
ağıtlarımızı yalnız nehir duyar.
Kimin gözleri görür bizi düşman gibi?

Böyle buz gibi gecede,
küçük bir kız öldü
ve dört gün içinde
dört oğlanı gömdü anneler
karın içine.
Güneş, sen olmayınca işte böyle,
gör bak, bir küçük Çingene,
nasıl öldü bu koca orman içinde.

Kocasının ölümünden sonra Papusza hayatının geri kalanını tarot kartları okuyarak, dilenerek, eskisi gibi tavuk çalarak ve üstünde koca bir lanet taşıdığına inanarak geçirir. Bilinç seviyesinde düşünme yetisini kaybetmiş olmasına rağmen, çaldığı ilk tavuğun hayatının ilk lanetini getirdiğini hep hatırlıyor, hiç unutmuyor. Kendi halkına ve ailesine felaket getiren, herkesin yüz çevirdiği bir şair olmaktansa, okuma yazmayı dahi bilmeyen biri olmayı, akılsız bir kadın olmayı nasıl da arzuluyor! Çünkü hayat akıllı kadınlar için zordur, bunu da hep hatırlıyor.

Azınlığın içindeki azınlık Papusza, ellerini günaha bulamış, büyük bir utanç getirmiş ve bildiği herkesin laneti olmuş. Yine de, Çingenelerin, Çingene kadınlarının belleği oluyor Papusza; sahip olmayı hiç istemedikleri, korktukları ve kaçtıkları bir bellek. Veyahut bir başkaldırış; zamanın ötesinde bir zaman çizgisi yaratan, seslerini duyurmayı hayal dahi etmemiş insanların seslerini çoğaltan, hatırlamamanın, hiç yaşamamış olmak anlamına gelmediğini anlatan bir başkaldırış. Papusza’nın isyanında dün farklı yarından; dün ve yarın, iki farklı kelime.

“Gelin dünyanın dört bir yanındaki Çingeneler, gelin yanıma. Gelin ormana, büyük ateşin başına.”