Abdullah Ezik ve İpek Bozkaya, haziran ayı Odak Yazar konuğumuz Sezen Ünlüönen ile kitapları, edebî serüveni ve edebiyat-akademi ilişkisi üzerine konuştu.
İmtiyaz yahut Cici Kızlar İçin Bir Roman:
Abdullah Ezik: Biz her ne kadar sizi 2017’den beri tanıyor olsak da aslında sizin yazın serüveniniz, yazma hikâyeniz çok daha eskilere uzanıyor olsa gerek. Bize ilk olarak edebiyatla nasıl tanıştığınızı ve yazmaya nasıl karar verdiğinizi anlatabilir misiniz?
Kendimi bildim bileli okumaya çok düşkün bir çocuktum ama benim için esas kırılma lisede yatılı bir okula gitmemle gerçekleşti. Birdenbire hatırı sayılır bir Türkçe edebiyat kütüphanesine erişimim oldu—evde ailemin mütevazı kitaplığındaki kitapları evire çevire baştan okumak, konu komşudan ödünç almak yerine ne bileyim Leylâ Erbil’leri, Pınar Kür’leri, Peride Celâl, Sevim Burak’ları arka arkaya okuyabildiğim ve okuduklarım hakkında başkalarıyla konuşabildiğim yeni bir evrende buldum kendimi.
Okulumuzun çok adanmış, işini seven edebiyat öğretmenleri hep oldu. Kim hangi kitabı okuyor dikkatle takip ederler; okul gazetesi, tiyatro kulübü, edebiyat müzesi gibi öğrencilerin edebiyatla haşır neşir olabileceği pek çok etkinlik organize ederlerdi. Bunların hepsi yeni yetişmekte olan, edebiyata düşkün bir genç için çok büyük şanslar.
Ben bu sayede liseyi bitirdiğimde “yazar olmak istediğimi” biliyordum. Senelerce farklı mecralarda, bloglarda, çevrimiçi dergilerde yazdıktan sonra 2017’de Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nin çıkmasıyla da iş resmiyete bindi!
A.E.: Edebiyat doktoranızı Harvard’da sürdürüyorsunuz ve bir disiplin olarak doğrudan edebiyatın içerisinden geliyorsunuz. Bu süreçte akademik yazı ile yaratıcı metin üretimi sizde nasıl şekilleniyor? Bilimsel bir disiplin olarak da edebiyatı benimseyen biri olarak, yazım sürecinizde kendi metinlerinize nasıl yaklaşıyorsunuz?
Yazım sürecinin tamamı bilinç düzeyinde olmuyor; insanın kitabına giren, kitabında olup biten her şeyden haberi olmuyor tabii ama edebiyat formasyonunun hem kişinin beslendiği kaynaklar açısından bir zenginlik sağladığını, hem de kendi yazdıklarının biçimsel ve yapısal olarak ne mânâya geldiğini düşünmesi için kimi araçlar sunduğunu düşünüyorum.
Benim uzmanlığım on dokuzuncu yüzyıl İngiliz edebiyatı mesela ve bence aile on dokuzuncu yüzyıl romanının en önemli mevzularından biri. Ben de o nedenle Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde aileyi ele alırken romanın bu temel temasına biçimsel bir gönderme yapmak, romanı o geveze, durmadan lafa karışan on dokuzuncu yüzyıl anlatıcılarını andırır bir anlatıcının ağzından yazmak, biçimle içeriği örtüştürmek istedim. Ya da İmtiyaz gibi baştan sona Nergis’in bilincine temerküz edilmiş bir romanda Nergis’in bilincinden ayrılmanın taşıyabileceği anlamları bilerek kimi edebi tercihlerde bulundum.
Vaktimin çoğu kitaplar ne demek istiyor; bir hikâyenin öyle değil de böyle anlatılması ne anlama geliyor sorularıyla meşgul olarak geçirdiğim için biri şurada bitiyor, diğeri burada başlıyor diye keskin çizgilerle ayırmak pek mümkün değil sanırım. Karşılıklı birbirlerini beslediklerini ümit ediyorum diyelim.
A.E.: Yeni romanınıza geçmeden önce kitabın başlığından ve başlığa taşıdığınız “cici kızlar” ifadesinden söz etmek istiyorum. Ana hatlarıyla Nergis, Dilrüba, Eylem gibi iyi eğitimden geçmiş kadın kahramanların hikâyesini anlatan bu kitap, hangi cici kızlara hangi cici kızların hikâyesini anlatır? “Cici kız” sizin için kimdir?
Dediğiniz gibi “cici kızlar”ın belli bir sınıfsal konumu ya da yaşam tecrübesini imleme ihtimali her zaman var. Ama beni bu başlığı koymaya yönelten şeylerden biri, bilhassa Türkiye’de neredeyse tüm kadınların bir çeşit “cici kızlığa” itildiği fikriydi. Yani “fedakâr ol, alttan al, nazik ol, başkalarının talep ve beklentilerini kendi istek ve ihtiyaçlarının önüne koy, aman tacizcini bile rencide etme, kendinin ne istediğini düşünme, kendi hayatını kurma, hep başkalarının söylediklerine cevap ol” türü bir baskının hayatlarını ördüğü kadınları tarif ediyor biraz da “cici kızlar” benim için.
A.E.: İmtiyaz yahut Cici Kızlar İçin Bir Roman yayımlanan ikinci romanınız. Her iki romanda da kıyısından köşesinden (ilkinde doğrudan) aileye değindiğiniz, bir aile hikâyesi anlattığınız görülüyor. Bu noktada “aile” kavramı sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Sanırım benim romanlarımda aile o meşhur şarkıda dendiği gibi “varlığı bir dert, yokluğu yara” bir olgu büyük ölçüde. Yani her insan gibi gerçekçi her roman karakteri de (açıkça adı konmasa ya da hikâye için görece önemsiz de olsa) bir ailenin ürünü, bu aileden de kimi olumlu kimi olumsuz şeyleri miras almış oluyor. Bu mirasla ama az ama çok bir çatışma içinde olmayan bir insan ya da karakter düşünmesi zor. Tabii ben burada aileyi kişinin doğumundan yetişkinliğine ulaşan süreçte onu çevreleyen ağ gibi de anlıyorum. Böyle anlaşıldığında da ailesiz, yani köksüz kökensiz; ortaya çıkma, beslenme (ya da beslenememe), büyüme yetişme hikâyesi olmayan bir roman kahramanı tasavvur etmekte zorlanıyorum. Bu türden bir kahraman tasavvur etsek dahi, bu sefer de ailenin yokluğu kendini resmin merkezine, açıklanması gereken bir eksiklik olarak yine de yerleştirmeyi başarır gibime geliyor.
Tabii her romanda aileyi aynı şekilde anlayıp anlatmak da mümkün (ya da arzulanır) değil; her romanın aileye, o dünyayla tanıştırma, dünyayı öğretme ve dünyadan sakınma mekanizmasına atfettiği önem de aynı değil. O nedenle Kıymetli Şeylerin Tanzimi sizin de dediğiniz gibi aileyi bir kurum olarak masaya yatırırken, İmtiyaz’da aile, hikâyenin merkezine aldığı karakterlerin neden böyle insanlar olduklarına dair izahın bir parçası olarak kitabın asıl meselelerinin bir iki adım gerisinde duruyor. Başka bir deyişle, merkezi değil de geri planı şekillendiriyor.
A.E.: İmtiyaz yahut Cici Kızlar İçin Bir Roman kadınlar arasında geçen, başlı başına kadınların hayatına odaklanan bir kitap. Nergis, Lale Ela, Jen, Gülistan Hanım, Eylem, Dilrüba, anne ve daha niceleri. Kitap başlarken tüm hikâyeyi kadınlar üzerine kurmak gibi bir düşünceniz var mıydı yoksa bu durum metnin yazım sürecinde mi ortaya çıktı?
Sadece kadınlar üzerine kurulu bir kitap olsun diye çıkmadım cidden yola, zaten bence İmtiyaz için Ekin ve Louis Martin’in hikâyeleri de çok ikincil öneme sahip değil esasında. Ama nasıl ki bir gemide, neredeyse bütünüyle erkekler arasında geçen Moby Dick’in insanlığa dair nispeten evrensel bir sözü olabiliyorsa, çoğunlukla kadınlar arasında geçen İmtiyaz’ın da insanlığa dair daha kapsayıcı bir sözü olduğunu temenni ediyorum.
A.E.: Sizinle yapılan bir söyleşide “İmtiyaz, eski yaraları sağaltmakla ilgili bir hikâye,” ifadesini kullanıyorsunuz. Sizin kahramanlarınız için eski yaraları sağaltmak önemli midir? Ne tür yaralardır bunlar?
Şimdi geriye dönüp baktığımda, Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde bu sağaltım sürecinin İmtiyaz’daki kadar hayati bir rol oynamadığını görüyorum. Kendine yeni hayatlar kuran karakterler varsa da, bu geçmişle hesaplaşarak, geçmişin mirasını masaya yatırarak değil de, doğrudan yeni bir sayfa açarak oluyor zannederim.
Sanırım Kıymetli Şeylerin Tanzimi yazılışı ile İmtiyaz’ın arasında insana dair fikirlerim biraz değişti, o yeni sayfaların geçmiş defterleri karıştırmadan, maziyle bir muhasebeye girişmeden açılamayacağını ya da açılsa da kalıcı olamayacağını düşünür oldum.
Mazinin yaraları pek çok farklı biçim alabiliyor tabii: sevgisiz ebeveyn, bir sağlık sorunu, hayal kırıklığı ile sonuçlanmış bir gönül hikayesi…Son tahlilde, insanın kendine dair fikirlerini zedeleyen, yaşamla ilişkisini eksilten her şeyi dahil edebiliriz bu “eski yaralara.”
A.E.: Her iki romanınızda da esprili, yer yer ironiye varan ve her şekilde okuru güldüren/gülümseten bir dil kullanıyorsunuz ve bu, bence sizin için bir üslup özelliği olarak da değerlendirilebilir. Bu romanlarınızı kaleme alırken bilinçli bir şekilde üzerinde durduğunuz bir konu mu yoksa her roman kendi dilini mi yaratıyor?
Her romanın anlatmak istedikleriyle uyumlu, kendine has bir dili olmasını istiyorum tabii. Mesela, İmtiyaz’ın mizaha bu kadar yaslanması biraz da Nergis’in sorunlarıyla “gülerek” başa çıkmasıyla alâkalı haliyle.
Ama tabii bu “üslup” mevzuunda, İmtiyaz’ın bir “ikinci kitap” olmasından kaynaklı kendine has zorlukları da vardı. Çünkü insan hem bir yazar olarak kendi sesini bulmak, bu seste derinleşmek, üslubunu oturtmak istiyor; hem de o üslubun bir öz-taklide dönüşmesinin önüne geçmek, yeni şeylere kalkışmak, elini başka alanlarda da denemek. Öyle olunca iki kitabı birbirine yakınlaştıran unsurun, benzer karakterlerin benzer hikâyelerinin benzer biçimlerde anlatılması da değil de, okuyucuyu “gülümseten bir dil” olması beni cidden mutlu etti, çünkü yapmak istediklerime yaklaştığımı düşündürdü bana.
A.E.: İtalya’da Ekin, Amerika’da Louis Martin ile aşk yaşayan Nergis kendisini bu ilişkilerin ardından Türkiye’de kadınlarla çevrili bambaşka bir dünyada bulur. Bu ilişkilerin ilkinde âşık, diğerinde mâşuk rolünü üstlenen Nergis için kadınlar dünyasında ne değişmiştir? Kadınların Nergis’in parçalanan benliğini toparlamasına yardımcı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Çoğu insan gibi Nergis de paradoksal bir durumun içinde esasında: Başkalarıyla sağlıklı, doyurucu ve eşitlikçi ilişkiler kurabilmek için önce kendisiyle olan ilişkisini düzeltmesi gerekiyor. Ama bir insanın kendisiyle ilişkisini sağaltması da çoğu zaman tek başına, iradi yollarla yapabileceği bir şey değil; başka insanlarla ilişki halinde, başka insanların destek ve yardımıyla mümkün. Kitapta kadın dostluğu Nergis’e bu tür bir alan yaratıyor. Erkeklerle alış-veriş dengesi daha sağlam ilişkiler kurabilmesi için gerekli olan özsaygı zemininin tesise olanak tanıyor (tabii burada romantik ilişkileri nihai hedef, kadın dostluğunu da bir araç olarak görmüyorum asla). O açıdan, kadınların Nergis’in parçalanan benliğini toparlamasına yardımcı olduğunu söyleyebiliriz kesinlikle. Bunu söylerken de kadınların (ya da daha doğrusu Eylem’le Dilrüba’nın) bu rollerinin Allah vergisi, anadan doğma, kadınlığın biyolojik bir sonucu olmadığının, o ilişki kurma biçiminin binbir emekle, her gün yeniden seçilerek örüldüğünün altını çizmek lazım. Yoksa sizin de fark etmiş olacağınız üzere Charlotte’la, Oya’yla, Jen’le, hatta kendi annesiyle çok daha farklı ilişkiler kuruyor Nergis. Her kadın dostluğu illa bu dönüştürücü potansiyeli taşımıyor yani.
A.E.: Başlangıçta her ne kadar karşı çıksa da Nergis’in babası ile Jen arasında gelişen ilişki ve Defne, Nergis’in aile kavramına bakışta ciddi kırılmaların yaşanmasına neden olur. Peki kendi mutsuz çocukluğunun ardından babasının Defne ile olan ilişkisine tanık olmak Nergis’i nasıl etkilemiştir?
Bu sorunun cevabını o tanıklık sahnesinde de vermeye çalıştım ama temel olarak Nergis’in birbiriyle çelişen iki duygu hattını deneyimlediğini söyleyebiliriz. Bir yandan, babasının Jen ve Defne’yle kurduğu ilişki, ister istemez aynı adamın Nergis’in annesiyle ve Nergis’le kurduğu ilişkiyle bir kıyas doğuruyor. Ve bu kıyas bir “Demek babam isteyince ilgili ve sevecen bir eş ve bir baba olabiliyormuş” fikrine mahal veriyor. Bunun da Nergis’te geriye dönük bir kayıp, hayıflanma, kıskançlık ve hatta öfke doğurması kaçınılmaz. Öte yandan sırf kendi çocukluğu kötü geçti diye Defne’nin de mutsuz bir çocukluk geçirmesini isteyecek kadar kalpsiz bir kadın olmadığından, hafif bir buruklukla da olsa, babasının bu dönüşümünün hem babası hem de Defne için olumlu bir gelişme olduğunu teslim ediyor Nergis. Ama tabii babasının bu tek kişilik rönesansının, Nergis’in aileyle ilgili fikirlerini tümden gözden geçirmesine yeterli olup olmadığı tartışılır.
A.E.: Nergis, İtalya, Amerika ve Ankara’da geçen yılların ardından kendisini yeniden İstanbul’da bulur. Bu aşamada Nergis için İstanbul’un anlamı nedir? Nergis’in hayatında büyük bir kırılmaya neden olan herkesle yeniden İstanbul’da buluşması/karşılaşması üzerinden İstanbul’un herkesi kendi bünyesinde toplayan özel bir şehir olduğundan bahsedebilir miyiz? İstanbul neden bunca önemlidir?
İstanbul’un roman için bu denli önemli olduğunu sizin Sanat Kritik için yazdığınız değerlendirme yazısını okuyana kadar fark etmemiştim açıkçası. Ama çok haklısınız, İmtiyaz’da tüm yollar İstanbul’a çıkıyor gerçekten. Sanırım bunda benim şahsi İstanbul sevgim, dünyanın pek çok farklı yerinde yaşamış da olsam eninde sonunda İstanbul’un bana dünyanın merkezi gibi gelmesi, çocukluğum Anadolu’nun pek çok farklı yerinde geçmiş de olsa “ev”im hep İstanbul’muş gibi hissetmem rol oynadı. Nergis için de biraz, “İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar” durumları var diyebiliriz herhalde.
A.E.: Jane Austen kahramanları ve özellikle Çalıkuşu’ndaki Feride kahramanı, sizin de yer yer dile getirdiğiniz, Nergis özelinde de kendisini hissettiriyor. Bu noktada Nergis’in modern bir Feride olduğunu söyleyebilir miyiz?
Çalıkuşu’nun yanı sıra Jane Austen’ı da anmanıza çok sevindim, çünkü Austen romanın hem başında, ortasında ve sonunda ismen karşımıza çıkıyor, hem de İmtiyaz’ın yapmak istedikleri ve kendine koyduğu hedefler açısından önemli bir öncül ve rol model.
Çalıkuşu da romanda birkaç kez karşımıza çıkıyor ve Feride ile Nergis arasında da kimi önemli benzerlikler var: başta güleryüzlü bir dirayet, yabancı memleketlerde kendi başına hayatta kalma becerisi, eski bir aşka belki haddinden fazla vefa göstermek gibi… Ama açıkçası bu benzerlikler ben bile isteye planladığım için değil de, belki içimdeki bitmez Çalıkuşu sevgisinin yazdıklarımı görünmez bir el gibi biçimlendirmesiyle, biraz da “kazara” ortaya çıktı. Kitabı yazıp bitirdikten sonra fark ettim desem yeri!
Kıymetli Şeylerin Tanzimi:
İpek Bozkaya: En başından kitabın adı üzerine düşünecek olursak; Kıymetli Şeylerin Tanzimi‘nde tanzim edilen nedir? Yaşamlar mı, düşünceler mi, deneyimler mi, aile formülasyonları mı, mecburiyet hâlleri mi…?
Bunların hepsini tam adını koymadan işaret eden, biraz müphem bir başlık Kıymetli Şeylerin Tanzimi ve bu da bilinçli bir tercih. Yani aile oluşturmak, başka insanlarla bir araya gelmek de bir “tanzim” nihayetinde, bir romanın çatısını kurup içindeki farklı unsurları bir araya getirmek de bir “tanzim,” insanın farklı öncelikleri ve farklı değerleri hayatında nasıl bir çerçeveye oturtacağına karar vermesi de bir “tanzim.” Ben bu başlıkla öncelikli olarak bu sonuncusunu düşünüyordum sanırım: aile her biri kendince değerli olan özgürlük arzumuzla aidiyet arzumuzun, emniyet arzumuzla macera arzumuzun, alışıldık bilinir olana yaslanmak arzumuzla keşfetmek arzumuzun, tanınmak arzumuzla kendimizi baştan yaratmak arzumuzun arasındaki çatışmaların yaşandığı en önemli satıhlardan biri. Bu birbiriyle çelişen arzuların arasından insanın kendine kurduğu hayat da sanırım o kıymetli şeylerin tanzimi oluyor.
İ.B.: Kıymetli Şeylerin Tanzimi form olarak türlerüstü bir çizgiye oturuyor. Bu deneysel türün fikri nasıl ortaya çıktı?
Bu biçim kuramsal temelini Bakhtin’in romanla ilgili söylediklerinden, daha doğrusu onun romanı “çoksesli” ve bu seslerin bir çözüme kavuşmadığı bir tür olarak görmesinden alıyor. Kıymetli Şeylerin Tanzimi bu çokseslilik fikrini romanın içeriğinin ima ettiği bir olgudan, kasti bir biçimsel seçime çeviriyor. Bu da tabii, “Bakhtin’in fikri çok ilginçmiş, dur ben bunun romanını yazayım” diye suni bir saikle yaptığım bir şey değil. Daha ziyade Kıymetli Şeylerin Tanzimin’de gördüğümüz haliyle ailenin, ama sadece ailenin de değil, toplumsal cinsiyet rollerinin, bu rollerin kişilerin üstüne bindirdiği yük ve beklentilerin, tek tek kişilere bakarak, sözgelimi bir tek Sevim’le Fırat’ın evliliğinin çizgisel hikâyesini takip ederek anlaşılamayacağını düşündüğüm için bu yola başvurdum. Yani Sevim’in annesinin Sevim’in ılımlı bir ev kadını olmasını istiyor oluşunu o Sevim yaşındayken nasıl bir evliliğin içindeydi, bunu görmeden; Mert’le Gülendam’a çizilen ufku aynı anda Sevim’le Fırat’a bakmadan kavraması zor. Yapısal sorunları o yapının kendisini, yapı olma halini; o iskeleti göstererek anlatmak gerektiğini düşündüğüm için de kitap bu şekli aldı.
İ.B.: Kıymetli Şeylerin Tanzimi‘nde anlatıya dâhil olan yurttan sesler korosu hayatın parodisi gibi. Bu sesleri metinde bir dolgu malzemesi olarak düşünmek mümkün mü?
Ben açıkçası bu sesleri bir dolgu malzemesi olarak değil de, kitabın merkezinde yaşanan olayların anlaşılması için gerekli olan o çatının, demin bahsettiğim o iskeletin bir parçası olarak görüyorum. Yani demin de dediğim gibi Gülendam’ı anlamak için Nazlı ve Sevim’e bakmak lazım olduğu kadar, bu dünyada “kadın olmak” ne demek’i anlamak için internet sitelerinde erkeklerin birbirlerine “kadın tavlamak” için verdiği tavsiyelere, devletin kadın ve aileyi anlama biçimine, muhafazakâr kesimin aileye ve anneliğe biçtiği toplumsal role de bakmak lazım. Bunların hepsi birbirine dolaylı yollardan da olsa bağlı, roman da o bağlılık halini daha görünür kılıyor. Bunun parodi gibi görünmesi biraz da, mesela o kadın tavlama tavsiyelerinin bizzat kendilerinin gülünç derecede saçma olmasından esasında.
İ.B.: Kıymetli Şeylerin Tanzimi‘nde metinle aynı anda akan görseller var; kuş, balık, cetvel, bira şişesi… Metin zaten kurgunun sınırlarına sözlük ve ansiklopedi gibi formları dahil ederken bir de bu görsellerin metne dahil edilmiş olmasını deneyselliğin devamı olarak okumak mümkün mü? Bu sembolleri açacak olursak neler söylenebilir?
Bu görsellerin kitabın orijinal metninin bir parçası değildi, kitabın yayımlanma aşamasında editörüm Levent Cantek’in inisiyatifiyle metne dahil oldu ve bence çok da iyi oldu. Sizin de dediğiniz gibi metnin deneyselliğini vurgulayan, biçimsel olarak yapmak istediklerine dikkat çeken bir yanı var. Bu eşleştirmeleri (Nazlı ve akvaryum, Mert ve bira şişesi) ben yaptım ama sonrasındaki tasarım Deniz Karagül’ün eseri. Orada da metnin anlamını çoğaltan, zenginleştiren düzenlemeleri olduğunu düşünüyorum (eline sağlık!) ama kendi eseri konusunda son sözü ona bırakmayı tercih ederim sanırım.
İ.B.: Bu kitabın ortaya çıkışında elbette devralınmış bir edebi miras var ama spesifik olarak kimleri işaret edersiniz bu deneysel tür için?
Bunlar belki deneysel eserler değil ama, birer ilk roman olmaları ve aile anlatısı olmaları açısından Cevdet Bey ve Oğulları ile Buddenbrooklar kesinlikle aklımın bir köşesindeydi yazarken. Doğrudan deneyselliğe ilham olarak da David Foster Wallace’ı, bilhassa hala sanırım Türkçeye çevrilmemiş Infinite Jest romanını ve Jennifer Egans’ın İt Kopuk Takımı’nı düşünüyordum.