Aynur Kulak
Sezen Ünlüönen’in üçüncü romanı Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Yayımladığı ilk kitabından bugünlere okur ile sürekli diyalog hâlinde olan Ünlüönen ile yazma pratiği, edebiyatı ve yeni romanı üzerine konuştuk.
Sohbetimizi sizin edebiyat ile olan bağınızı konuşarak başlatmak istiyorum.Edebiyatla olan bağınızı nasıl anlatırsınız gibi bir sorudan ziyade, sizin kullandığınız bir kelimeyi aşırarak, edebiyatın hayatınızı nasıl “tanzim” ettiği sorusunu gündeme alacağım. Edebiyata dair bu kıymetli tanzim noktasından sohbetimizi başlatırsak edebiyat sizin hayatınızı nasıl yönlendirdi, nasıl tanzim etti?
“Edebiyatla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz” değil de, “edebiyat hayatınızı nasıl tanzim etti” çok güzel bir soru, kalkıp biraz dolaşıp düşünmem gerekti cevap vermeden önce.
Bunun daha ortada olan kimi yönlerini daha önceleri anlattım: Çalıkuşu okuyup öğretmen, Küçük Kadınlar okuyup yazar olmaya heves etmiş bir çocuktum. 19. yüzyıl edebiyatında uzmanlaşmış olmamı da büyük ölçüde Middlemarch romanına borçluyum. Bu belki o kadar konuşulmadı ama İmtiyaz da kitaplara kanmak, hikâyelerin hayatını tanzim etmesine müsaade etmek, Madam Bovary gibi bir okur olmakla da ilgili bir kitap bence.
Sözü İmtiyaz’a ve onun başkarakteri Nergis’e getirerek kendimi resimden çıkardığımın, topu taca attığımın farkındayım. Ama bu dolayımlamada bile iki eksen mevzubahis. İnsanı öğretmenliğe, şuna buna, iyi bir şeylere yönelten kitaplar bir tarafta; insanı yanıltan, Madam Bovary’ninkiler gibi olmayacak arzulara yönelten kitaplar öbür tarafta. Ben de bu ikisinin kesişiminde tanzim oldum sanırım. Bazı kitaplar karakterimin ve mutlu bir insan olma kabiliyetimin inşaatına taş taşımıştır, öbürleri betona deniz kumu karıştırmıştır, ama son tahlilde mevcudiyetimin kurulmasını ele ele yürütmüşlerdir.
Sizin kitaplarınızın isimlerine bayılıyorum. Hem hikâyelerin yazılma sebeplerine dair nokta atışı isimler, hem de eski Türkçe kelimelerin içerdiği muhteviyatın çağdaş bir metnin içinde anlatılanları karşılıyor olmasından dolayı. Son kitabınızda da gündelik dili çok iyi yansıtır şekilde “Bir Tık” ifadesini kullanarak, yine çok bayıldığım bir kitap ismi ile buluşuyorsunuz okurla. Daha kitabın ismiyle beraber çağdaş bir metinde başka bir dil, başka bir evren, duygulara dair başka bir yorum dünyasına giriyoruz. Kitap isimlerini siz mi koyuyorsunuz?
İsimleri ben koyuyorum, ne yalan söyleyeyim üç kitabımın ismini de çok seviyorum ve üçüyle de iftihar ediyorum.
Soruda söylediklerinizden de ayrıca mutlu oldum zira her kitap yeni karakterler ve yeni bir hikâyeden mürekkep bir evren, kitabın dilinin de o hikâyeye ve o dünyaya ait olmasını çok önemsiyorum. Başka şeylerin yanı sıra Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde bir çocuğun dili, İmtiyaz’da bir şairin dili, Cennetteki İlk Günüm’de şehirli, şımarık bir adamın dili vücut buluyor. Yani dilde yapmaya çalıştığım şeyin sizde böyle bir karşılık bulmasına sevindim.
Benim için roman yazmak biraz arayıp bulma süreci. Ne anlatmak istiyorum, nasıl anlatmak istiyorum… İsimleri metinlerin yazılış sürecinin ortasında bir yerlerde koyuyorum genelde, romanın adını koymak ne yapmaya çalıştığımı anlamanın bir aşaması oluyor. “Tamam, bu metnin istikameti bu” diye yol gösteriyor, derleyip topluyor zihnimi.
Cennetteki İlk Günüm Bir Tık Daha İyi Olabilirdi üçüncü romanınız. Sizi üç romanınıza dair masanın başına oturtan sebepler ile farkları nelerdi, farklarının ne olmasını istediniz? Birbirini bölen, çarpan, toplayan, çıkartan farkları nasıl tarif edersiniz?
Beni masanın başına oturtan şey sanırım “şöyle bir kitap yazacağım, böyle bir hikâye anlatacağım” fikri değil. Daha ziyade yazmam gerektiğine, benim işimin yazmak olduğuna dair bir inanç (bu inancın kuvveti de Cennetteki İlk Günüm’ün yayınlanmasının ardından söndü biraz ama o başka bir mesele).
Masanın başına oturuyorsun, uğraşıyorsun uğraşıyorsun ve aylar yıllar sonra “ben KŞT’yi yazıyormuşum meğer” diyorsun.
Şimdi geriye dönüp baktığımda Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nin ailenin açmazlarıyla ilgilendiğini; İmtiyaz’ın daha bireysel bir gelişim hikâyesi olduğunu, buna ilaveten kafası çalışan, dünyayı romanlar, filmler, resimlerden süzüp gören bir kadın hikâyesini anlatmak istediğimi görebiliyorum. Cennetteki İlk Günüm’e 2023’ün siyasi iklimi ister istemez sirayet etti ama onu mümkün olduğunca dışarıda bırakmaya, romanı daha genel bir durumun ifadesi kılmaya çalıştım. Sözgelimi, romana koyduğum kimi durumlar birkaç ay sonra gerçek hayatta vuku bulunca onları romandan çıkardım. Burada biraz da “kişisel” ya da otobiyografik olarak okunmayacak bir şey yazmaya çalıştığımı da görüyorum.
Ölmüş, cennete gitmiş, bize cennetteki yaşamından bildiren bir adamla –Kamil ile- tanışıyoruz. Cennette ama mutsuz, huzursuz, huysuz olan bu adam için aslında tasavvur ettiğinden farklı bir öteki dünya, farklı bir öteki yaşam mevzu bahis olabilir mi? Belki de cehennemdi onun içindeki huzursuzlukları, mutsuzlukları yatıştıracak yer ama cennette! Dünyevi olandan farksız bir cennette olması da onun huzursuzluğunu tetikliyor olabilir mi diye düşünmeden edemedim.
Cehenneme gitmenin Kamil’e iyi gelecek şey olması fikriniz çok ilginçmiş, bunu biraz daha düşüneceğim. Siz burada dışarıdan içeriye bir okuma yapmışsınız: Dış dünya, şartlar, Kamil’i nasıl biçimlendiriyor, Kamil’de neleri açığa çıkarıyor? Bu da son derece geçerli bir okuma biçimi.
Kendi kitabımın tefsirini yapmayı çok istemiyorum, ama bu romanda ben Kamil’e içeriden dışarıya doğru bir bakışla baktım sanırım. Yani bence Kamil’de bir huzursuzluk varsa, o cennetin dünyanın aynısı olması kadar, Kamil’in cennette de dünyadaki Kamil’in aynısı olarak yaşamına devam etmesiyle de alakalı.
Bu huysuzluk, mutsuzluk ya da dünyevi olandan farksızlık hicvi de yaratıyor ve romanın en önemli dinamiğini oluşturuyor. Hikâyedeki mizahın, tam olarak neye gülüyorum farkındalığı yaratması önemli geldi bana, ne dersiniz? Kontrolümüz dışında bir alandan sesleniliyormuş gibi sanki. Dinler, inançlar, cennet, cehennem de kontrol dışı yerler olarak, bizim adımıza düzenlendiğini düşünürsek, Kamil’in içinde bulunduğu durum komedisi ve oluşan mizah kontrol edemediği bir alana karşı kendi sesinin yankısı gibi.
Bu dediğiniz de çok ilginç geldi bana, çünkü diğer iki kitabımın aksine, bu kitabı yazarken dizginler elimdeymiş gibi hissetmedim hiç ben de. Daktiloyla dikte alıyormuşum gibi yazdığım, tuhaf bir tecrübeydi. Yani karakterlerle kontrolü yitirme deneyiminde ortaklaştığımızı şimdi siz söyleyince fark ettim.
Bu fark ediş de bana şunu düşündürdü: Kitabın başında Kamil olan bitenin kontrolü dışında gerçekleştiğini düşünmüyor, çünkü herkes ve her şey tanıdık. Yani zihninde aşinalıkla iktidar biraz iç içe geçmiş, her şey alışıldığı gibi olduğu takdirde olayların gidişatını yönetebiliyorum sanısı içinde kalmak kolay.
Kamil’in gerçekten gidişatta söz sahibi olabilmesi içinse “konfor alanı”ndan çıkması lazım. O açıdan sorunuz bence kitapta dolaylı olarak ele alınan insan olma halinin temel bir çelişkisini, alışkanlığı seçimden ayırma güçlüğünü ve denetimi gerçekten ele geçirmek için denetliyorum sandığın yerlerden ayrılmak gerektiğini benim için de daha görünür kıldı, teşekkür ederim.
Derdisil: Cennette Çözüm Ortağınız. Cennet görevlisinden ısrarla isteyeceğimiz Derdisil, Kamil’in hiçbir problemini çözmüyor veya derman olamıyor. Protestoların, karmaşanın, kaosun içine düşüyor. Toplumsal cinsiyet, şiddet, cinsiyet eşitsizliği gibi meseleler burada da almış başını gidiyor. Burası cennetti hani, bitmeyen bir huzursuzluk var. Bu tam da ülkenin göbeğinde yer alan orta sınıf huzursuzluğu ve sinizmi, öyle değil mi?
Şimdi kitabın arka kapağında orta sınıf sinizmi üzerine bir taşlama yazıyor, Kamil cennette “ben espresso’suz günüme nasıl başlayacağım” diye dertleniyor, orta sınıf bu kadar ortadayken sizin bana bu soruyu sormanız da çok doğal. Yine de, tekrar tefsire girişmek istemiyorum ama şunu belirteyim bir tek: cennette bir tek orta sınıf huzursuz değil, kırmızı tişörtlü görevliler, kaynanasına hizmet etmesi beklenen kadınlar da huzursuz. Bunun manasını da siz okuyucular takdir edin, ben aradan çıkayım!
Ada karakterini de konuşmak isterim sizinle. Ada’nın şüphe uyandıran davranışlarının hikâyeye etkisi önemli. Fakat burada sizin romanlarınızdaki karakterlerin akrabalıklarının Kamil ile –aile kavramından ari olarak- biraz daha bireysel bir yöne gittiğini söyleyebilir miyiz? Bu romanınızda aile ya da akrabalık bağı hissi çok da oluşmuyor içimizde. Sanki aileden ziyade birey olmaya çalışmanın daha öne çıktığı bir hikâye yazmak istemişsiniz.
Ada’nın adıyla dahi “hiç kimse bir ada değildir” fikrini düşündürmesini istedim. Yani başka bir deyişle metnin merkezindeki bir çelişkiyi ya da çatışma hattını çok iyi yakalamışsınız. Hepimiz başka insanlarla beraber, onlar sayesinde, onlara bakarak insanız. Belli bir açıdan birey diye bir şey yok bence.
Ama öte yandan, psikanalizi ve psikanalizin bireye dair kavrayışını çok kıymetli bulmakla beraber son zamanlarda edebiyatta bir ailenin içinden çıkıp gelen, orada şekillenen birey hikâyesinin tekelleştiğini ve edebiyatı tekdüzeleştirdiğini de düşünmeye başladım. Birikim’e yazdığım yazılarda da biraz değindim buna, psikanalitik bir travma anlatısı var mesela, bütün hikâye yolları o Roma’ya çıkıyor.
Bireyin ruhsal ve duygusal gelişimini değil, başka bir mevcudiyet biçimini anlatayım, başka meselelere eğileyim istedim ama o hikâyeyi anlatmanın yolu da Kamil’i olabildiğince biyografiden (haliyle aileden) soyutlamaktan geçti, Kamil tekil bir birey, neredeyse bir ada olarak elimizde kaldı.
Romandaki cennet tasvirleri birçok yazar ve metnini çağrıştırıyor ki, sizin ilk iki romanınızda ele aldığınız konularla ilgili Türk edebiyatının önemli yazarları ve kitapları hem varlıkları hem de çağrışımları ile konuların içinde yerlerini almıştı. Romanın son sayfasında -83- bir paragraf var, bir şiir aslında. Bu şiire istinaden, bu romanınızda cennet tasvirleri, kaos ve dünyevi olan her şeyi güçlü şekilde çağrıştırması ile hangi esere veya yazara tekabül ediyor sormak isterim.
Bunu başka yerlerde de söylemiştim sanırım, bu romanın cenneti (iyi manada cenneti en azından) bence Ahmet Hamdi ile Yahya Kemal’in İstanbul’u. Kaos, bir dipnotla da belirtildiği üzere Yeats’in “The Second Coming” şiiri.
Bunun duygusu okuyucuya ne kadar geçti bilmiyorum ama nasıl ki insan tek başına insan değilse, zihin de tek başına zihin değil. Başkalarından aldığımız; dilimize, aklımıza dolanan sözlerle yürütüyoruz hayatımızı çoğunlukla. Yani Kamil bir savaş alanıysa, aynı zamanda şairlerin diliyle ucuz Hollywood numaralarının; tüketim kültürünün, “bir tık”ın diliyle edebiyatın da çarpıştığı bir alan.
Burada müsaadenizle, bir şey daha eklemek istiyorum. O son sayfada sizin şiir diye adlandırdığınız metin nereden alıntı diye çok soruldu, ona da buradan cevap vereyim: Ben yazdım. Kara Murat benim.
Çağdaş bir yazar olarak akademide hoca düzeyinde ele aldığınız metinlerle yazar olarak yazdığınız metinler veya salt okur olarak okuduğunuz metinler arasındaki farklılıkları bir uçurum olarak mı tarif edersiniz yoksa sınırın o tarafı ve bu tarafı ayrımında ince bir çizgi olarak mı? Klasik, modern, çağdaş en çok hangi dönem metinlerini sevdiğinizi de merak ediyorum.
Bu çok geçişli bir alan, o geçişlilik de bazen heyecan verici, bazen yorucu oluyor. Gece yatmadan önce kafamı boşaltayım diye elime bir kitap alıp, on dakika sonra “buradan yazdığım makaleye faydalı bir kaynak çıkar” diye kendimi not alırken buluyorum, dinlenemiyorum!
Avrupa kanonu söz konusu olduğunda benim kendime en yakın bulduğum dönem sanırım on dokuzuncu yüzyıl edebiyatı. Hem bir edebi ciddiyet ve derinlik var, hem de hikâye ve insanla iştigal deneysel oyunbazlık sebebiyle neredeyse bütünüyle ortadan kalkmamış. (Madem öyle diyorsun, niye cennetteki ilk günüm bir tık daha iyi olabilirdi diye kitap yazdın?)
20. yüzyılın hele ki ikinci yarısına geldiğimizde biraz Hemingway ve Raymond Carver/Gordon Lish etkisiyle, biraz da “yaratıcı yazarlık” endüstrisinin başlamasıyla edebiyat büyük ölçüde yavanlaşıyor bence. Bir 20. yüzyıl klasiği kabul edilen Stoner’ın mıymıylığından bana afakan basıyor mesela. Onun yerine, daha “fikir” romanı yazan A.S. Byatt, Norman Rush gibi isimleri hayranlıkla okuyorum.
Türk edebiyatındaysa kırılma bence 80 darbesinden sonra yaşanıyor. İnanılmaz büyük bir toplumsal travma, yenilmişlik duygusu, bazı acıların dile dökülememesi maalesef son 40 yılın edebiyatında büyük oranda şekil veriyor ve edebiyat çok büyük ölçüde “bireyin ince hüzünlerinin, kırgınlıklarının ve yenilmişliklerinin” usul usul anlatıldığı bir alan haline geliyor. Mesela burada bu genel duygu durumuna yenik düşmeyen Latife Tekin ve Orhan Pamuk kuşaklarının da en büyük iki yazarı benim nezdimde.
Daha erken edebiyatın o açından şöyle bir avantajı da var, hikâye, anlatım kötü de olsa, başka bir dünyadan, oranın görüş ve duyuşundan haber alıyorsun. Dünya her yerde hızla değişiyor. Türkiye’de çok hızlı değişiyor. Bugün Peride Celal’in 70’lerde Bostancı’nın bahçelerini, bostanlarını, köşklerini anlattığı romanları masal gibi okuyoruz. Zira bugün Bostancı’da bostan namına bir tek semtin adı kalmış… Peyami Safa’nın Yalnızız’ı beter bir roman, ama devrin “Avrupai” tiplerinin “francala üstünde jambon” yemesini okumak yine de tatlı geliyor bana. Çağdaşım olan edebiyatta böyle bir “haber alma” işlevi aramadığım için daha farklı beklentilerle okuyorum zannederim.
Türk Edebiyatı dışında hangi coğrafyanın edebiyat metinlerini okumayı seviyorsunuz? Ve tabii yaşamınıza bir rehber gibi eşlik eden, dönem dönem elime alıp yeniden okurum dediğiniz bir kitap veya yazar ismi söyler misiniz desem, ilk aklınıza gelen kitap veya yazar ismi ne olur?
Genelde mesleki deformasyondan ötürü İngiliz ve Amerikan edebiyatından eserler okuyorum. Rus edebiyatında da muhabbetim çok ama belli başlı birkaç Rus klasiği hariç gerektiğince vakıf olduğum bir alan değil. Dünya edebiyatını daha iyi takip edebilmeyi dilerdim ama zaten çok büyük uluslararası şöhrete kavuşmuş Knausgard, Tokarczuk, Ferrante gibi isimler hariç pek yetişemiyorum.
Başucu kitaplarımı ve yazarlarımı (Çalıkuşu, Anna Karenina, Middlemarch, Jane Austen) çok saydım. Ondan başka bir şey söyleyeyim: dünya bana fazla ağır geldiği zaman Alexander McCall Smith’in Pazar Felsefe Kulübü (Sunday Philosophy Club) serisinden sıradaki kitabı okuyorum genelde. Kitaplarda hiçbir şey olmuyor. Edinburgh’da felsefeci bir kadın bir kafeye gidip İtalyanca gazete okuyor, kahve içiyor, sonra Ulusal Sanat Galerisi’ne gidip resimlere bakıyor, akşam eşi yemek pişiriyor, piyano çalıyor, şiir okuyorlar ve kapanış. Bence ideal hayat.
Bir de Carolyn Heilbrun’ın Amanda Cross takma adıyla yazdığı Kate Fansler cinayet romanları. Burada da hiçbir şey olmuyor, cinayetler ve çözümler epey uyduruk, ama Kate Fansler üniversitede İngiliz edebiyatı hocası, yani olaylar akademide geçiyor ve bol bol Hamlet ve James Joyce şakası yapılıyor. Karakterler psikanalitik teorinin yetersizlikleri hakkında sohbet ediyor. 60’lar, 70’ler Amerikan akademisine içeriden bir bakış. Bu seri de bana çok tatlı geliyor o yüzden.
Yerli edebiyatta da Yaprak Öz’ün Yıldız Alatan polisiyelerinden aynı tadı alıyorum.