
Çağdaş edebiyatımıza nitelikli metinler kazandırmaya devam eden Sema Aslan ile yeni romanı Geniş Arazide Bir Ben odağında gerçekleştirdiğimiz söyleşide, “Şehirde, gündelik hayatta havayla temas etmek bile hazırlıksız yakalanabileceğimiz bir karşılaşma olabiliyorsa, kasten ve dikkatle ovaya bakmak, o izleyişte anlam bulabileceğini zannetmek ancak bir iddia.” diyerek metnin katmanlarına ışık tutan Sema Aslan yeryüzüne dair algımız adına şu önemli cümleyi kuruyor; “Yeryüzüne kesintisiz ve saf bir bakış, bugün mümkün mü bilmiyorum. Dün mümkün müydü, onu da bilmiyorum.”
Sema Aslan ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı ve nitelikli söyleşi için buyurun lütfen.
Kozalak, Dünyanın Kasım’a Görünüşü ve son olarak yayımlanan Geniş Arazide Bir Ben romanlarınız üzerine sohbetimize imge dünyanızda sizi tetikleyen unsurları konuşarak başlamak istiyorum. Bu üç romanınız için imgelerde, tematik yapıda ortak bir payda mevzu bahis mi, yoksa her biri için beni tetikleyen dinamikler farklıydı mı dersiniz?
Farklı zamanlarda, farklı cümlelerle ifade edilmiştir ancak ben John Berger’dan alıntılayarak söyleyeceğim, Berger yazıyla ilişkisinden bahsederken aynı anda bir yaklaşma çabasından da bahseder, “Yazma edimi, hakkında yazılan yaşantıya yaklaşma ediminden başka bir şey değildir,” der. Gündelik hayatı hem içinde kaybolarak hem de kendimiz dahil, o hayatın içini dolduran her şeyi ve herkesi; tüm jestleri, akımı, sesleri, sesin dağılımını, günün rengini, çevreyle ve insanla ilişkilenme biçimlerini görerek, hissederek yaşıyoruz. Bazen açık bir bilinçle bazen fark ettiğimizi bile fark etmeden. Yine de her durumda o hayatın içindeyiz; işliyor, eyliyor ve etkileniyoruz. Hem neden öyle değil de böyle eylediğimizi anlamaya hem de içimizdeki duygunun düşüncenin saf halini bilmeye ihtiyaç duyduğumuzda sorularla ilerlediğimizi varsayıyorum. Beni yazmaya iten şey, tam olarak bir sorudur, o dönem aklımı kurcalayan belli bir sorudur, bugüne dek hep öyle oldu. Soruya bir cevap bulma umudu ve niyeti yoktur fakat soruyla uğraşma ihtiyacı belirgindir. Soruyla uğraşınca onu başka bir ışık altında yeniden görmek, belki daha derinden kavramak ve kabul etmek mümkün hale geliyor. Bunun kısmen rahatlatıcı bir yanı var, cevaba ulaşmak kolay değildir, üstelik cevap dediğimiz şey belki az sonra önemini de yitirecektir ama soruyu farklı bir biçimde görebilme, derinleştirebilme, boyutlandırabilme… her neyse soruyla yapılan şey, en sonunda belirsizliğin boğuculuğunu dağıtıyor ve korkuyu azaltıyor.
Geniş Arazide Bir Ben romanınız odağında romanlarınızdaki farkları da konuşmak istiyorum. Bu romanınızda mesela hatırlamayı-unutmayı ya da bir şeyleri daha derinden fark ederek yazmayı istediniz belki de. Ya da adını koyamadığınız sizi rahatsız eden bir şeyler için oturmuş olabilirsiniz masanızın başına. Kişisel anlamda nasıl bir Sema Aslan yazdı Geniş Arazide Bir Ben’i?
Malum, hatırlama ve unutmanın, yani hafızanın toplumsal/politik bir yanı var. Böyle düşününce bir başkasının hatırasını kendi hatıranız zannetmek neyi anlatır? Ya da hiç yaşanmamış bir şeyi hatırlayabilir miyim? Bana öyle geliyor ki kendi kişisel hikâyemde yeri olmayan, hiç yaşamadığım bir şeyi hatırlayabilirim. Bu, benim hayatımdaki “yok-hatıra”dır. Bir yok-hatıranın insana musallat olabilme gücü, üstüne düşünmeyi hiç istemeyeceğim bir şeydi ama düşünmem gereken bir noktaya geldim. Çünkü yok-hatıra bir yandan da vardır, adı üstünde, hatıradır. Bize ait olmayan fakat bir yandan da bize ait olan hatıraların basıncını boynumuzda, bileklerimizde hissediyoruz. Bu basınç azalmıyor. Belki anlatıcı da, yok-hatıradan uzaklaşmayı denerse üzerindeki basıncın azalmak bir yana, artacağını biliyordur da o yüzden yaklaşmaya çalışıyordur ona.

Karakter odaklı hikayeler anlatıyorsunuz fakat hikayeleriniz aynı zamanda yeryüzü odaklı olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Yeryüzü, yani kara parçaları, ovalar, düzlükler, geniş alanlar. “Ovaya veriyorum dikkatimi yeniden.” Anlatıcının kendini kazdığı kazı alanından çıkarak dikkatini ovaya vermeyi tercih etmesini konuşmak istiyorum sizinle. Hikâye sırf bu an adına yazılmış olabilir mi, çıkış noktası olabilir mi, ne dersiniz?
Belli bir mekân içindeki ben’i, mekânın ben üzerindeki etkisini düşünmeyi seviyorum. İçinde bulunduğumuz mekân değiştiğinde her şey değişiyor. Direnemiyoruz. İçinde olmadığımız mekânları düşünmek de böyle. Mesela orman yangınları yaşandığında “orman”dan söz ediyoruz. Oysa belki de ormanın sadece kıyısından geçtik; o kıyı da bir şey anlatıyordur mutlaka da… Fakat ne de olsa ormanı gerçek anlamda tanımak için içine, içeri girmek lazım. Ormanın içinde olsam ısı farkı, ışık farkı, ses farkı nasıl bir ben yaratır? Dışarıdayken, bir yerdeyken, sadece havayla, havanın kendisiyle temas halindeyken bile bedene bir sürü şey oluyor. Şehrin ortasında bir hava koridoruna giriyoruz mesela, uçacak gibi oluyoruz. Bedene olup bitenlerden başka, fark edebileceklerimizle kafamız başka türlü çalışmaya başlıyor. Diyelim o kadar basit bir şey oluyor ki, üstüne uzun uzun düşünmek istiyorsunuz, basitliğin o derecesi unutup gidemeyeceğiniz bir etki bırakıyor üzerinizde. Şehirde, gündelik hayatta havayla temas etmek bile hazırlıksız yakalanabileceğimiz bir karşılaşma olabiliyorsa, kasten ve dikkatle ovaya bakmak, o izleyişte anlam bulabileceğini zannetmek ancak bir iddia. Yeryüzüne kesintisiz ve saf bir bakış, bugün mümkün mü bilmiyorum. Dün mümkün müydü, onu da bilmiyorum.
Babayla kızı arasındaki yaşananlar, üstelik yaşayan bir baba mevzu bahis, ayrıca babanın geçmişi, ayrıca kızının geçmişi söz konusu fakat bu bir aile hikayesi kazı alanı sanki ne dersiniz? Kısa bir romanda, mikro düzeyde makro düşünceleri ve duyguları anlatmak nasıldı, neleri dışarda bırakmak durumunda kaldınız? Çünkü bir yandan da böyle bir zorluğa rağmen nefes alma anlarını inşa etmişsiniz aslında.
Aslında kaçındığım şey, aileyi bir kazı alanı olarak işlemek. Çünkü o alanda soruları çoğaltmanın mümkün olduğuna inanmıyorum. Aile bir yanıyla bir silsile, bir yanıyla da hiç olmayan bir şey. Hepimizin ailesi var ama diğer yandan da hepimiz yapayalnız varlıklarız. Bir cenazede, ağlayan cenaze sahibine komşusu “Hangimizin anası babası var?” diyordu. Etkilenmiştim bundan; doğru, şöyle bir düşününce, dünyadaki hiç kimsenin anası babası yok. Bugün yaşayan tüm ana babalar ölecek. Aile, olmayışıyla var olsun istedim, ne kadar olsa da olmayacak olan bir kavram olarak. Odaklandığım şey, karakterin zihniydi; orada hatıralar ve gözlemler var, doğaldır ki korkular ve kafa karışıklıkları. Miras alınmış hikâye fikrine yaslanmak istemedim, bu, soru sorma ve kendini yeniden kurabilme kapasitesini gölgeliyor.

Geniş araziyi, yani bir kadının kendisini tek başına bir ova olarak niteleyemedim. Kadının kendisi olabilmesi için hep başka bir unsur olması mı (-baba imgesi ve babanın bizzat kendisi, ova imgesi ve ovanın bizzat kendisi, coğrafya imgesi, geçmiş imgesi, hafıza imgesi-) bana bunu düşündürdü bilemiyorum ama bir tür çıkış ve cevaplar bulma yolculuğu bana bunları düşündürmüş olabilir mi?
Kadın “kendisi” mi, değil mi? Kendimize dair fikirler başkalarıyla, havayla suyla temas halindeyken oluşuyor sanki. Üstelik bunlar sabit fikirler de değil. Belki o yüzden kadın kendini sürekli inandığı, bildiği ne kalmışsa hayatta ona hizalamaya çalışmaktan söz ediyor. Zira bazı şeyler değişebilir, kendiliğe dair algı ve farkındalık gibi ya da var olmanın koşulları değişebilir fakat kafa karışıklığı, yanılma ve yanılsama, kuşkuya düşme, her türlü bulanıklık yanım sıra yürürken bile dünyaya ve kendime, belli bir anda olana ve insana bakma; bir mekânda sıkışmış kokuyu duyma, birikmiş ısıyı hissetme ihtiyacım sürer. Düşünmek ve yeniden yeniden anlamaya çalışmak, zaten başka her şeyin parçası olmakla mümkün. Mrs. Dalloway’den sevdiğim bir cümleyle bağlamaya çalışayım: “…doğduğu yerdeki ağaçların bir parçasıydı, oradaki çirkin, eski, dökülen evin bile, hiç karşılaşmadığı insanların bile parçası…”
Konuşmadan geçmek istemediğim konular arasında romanın bangır bangır ağlama isteği ile açılıyor olması, yuva yerine konan kamyon arketipi ve aile hikayelerine dair bilinmezlik örtüsü var. 22. sayfada şöyle bir cümle var; “Az ileride bir grup genç oturuyor, duyabileceğim sesle bir şey tartışıyorlar. Hem bir araya gelmişler, hem de birbirlerine yoğunlaşacak gücü bulmuşlar.” Karanlık Ailesi’nin birbiriyle bağ kuramayıp, temas edemediğini, romanın temelini de aslında bu öğelerin yattığını söyleyebilir miyiz?
Yuva ve bilinmezliklerle ilgili bir şey söyleyemiyorum ama sesler ve jestler benim için her zaman anlamlı oldu. Gündelik yaşamda da ister istemez ilgimi çekiyor. Sesleri ve jestleri tanımlamakta bazen gerçek bir zorluk vardır. Bir öz’e işaret ediyor gibidir mesela ama o öz nedir? Üstelik bulup çıkarsam öz’ü, neye yarayacak? Cevaplarını bildiğim değil, bilmediğim var oluşların, yaşamaların, temasların, seslerin, jestlerin içinde yol almayı benimsiyorum çünkü emin olma halinden biraz ürküyorum. Öte yandan ya da belki de tam da bununla ilgili olarak saptamaları, saptama cümlelerini de ilginç buluyorum. Bu cümleler, kendi kurduklarım da dahil, zaman zaman, yamulma ihtimaliyle karşı karşıya. Veya saptamanın yapıldığı an’ın ya da durumun kendisi yamulabilir, o yamulmanın içinde saptama, hiç ummadığı başka bir değer kazanabilir, böylelikle tuhaf ve üzerine düşünülesi yeni bir an çıkabilir ortaya. Bir araya gelip gündelik hayatın içinden herhangi bir meseleyi tartışan bir grup insan hayal edin, öyle mi davranmalı böyle mi davranmalı diye soruyorlar. Bu tartışmanın, müzakerenin, bir araya gelmenin anlam taşıdığı çok açık. Fakat bu grubu izleyen karakterin gözünde o anda, belki karakterin kendi gerçeğine uymayan veya ona yeni bir şey söyleyen, zihninin sınırlarını ansızın esneten, belki bir imkânı hatırlatan bir tür yamukluk var. Hem olumlu hem olumsuz bir an, bu an. Tanık olduğu şeyden hem etkileniyor -çünkü nasıl eylemeli diye soran, nasıl bir dil üretmeli diye düşünen, buna sahiden kafa yoran bir grup insan duruyor işte orada!- ama hem de bir tür yabancılık hissiyle tanıklık ediyor an’a. Aslında buna benzer birçok yabancılaşma an’ı yaşıyoruz -sokakta durduk yere neşe bulursak şaşırırız şimdi.

Hikâyenin içinde ince bir hat misali uzanıyor gerilim. Gerilim adına, hikâyenin karanlık unsurları adına çok da belirginleştirmek istememişsiniz fakat böyle bir durumun varlığını da yadsıyamayız. Hikâyeyi bu açıdan da konuşabilir miyiz, yapmak istediğiniz tam da bu muydu?
Gerilim adına yapmayı denediğim şey hikâyeyi saklamak değil de meseleyi belli bir ses kullanarak, manayı sese ve ritme yükleyerek anlatmaya çalışmaktı. Daha yazarken kendim o gerilimi hissedeyim istedim. Bir meseleyi, olabiliyorsa, daha az söyleyerek anlatmaya dönük eğilimim de var, evet. Gizem veya gerilim için değil de… Sözcüklerin anlam yelpazesi, sesin çağırma kapasitesi yeterince geniş diye düşündüğümden. Mümkünse duygusal ve düşünsel bir alan açmaya ihtiyaç duyuyorum ayrıca; öze, hakikate yaklaşma arzusu da sanki böyle bir yaklaşımı gerekli kılıyor.
Romanlarla mı devam edeceksiniz? Bir öykü seçkisi söz konusu olabilir mi ileride?
Öykü, başka bir alan; başka bir bakma, görme ve anlatma pratiği.
Kitaplığınızda varlığını hep sürdüren, sizin için kaynak kitap değerinde olan, okumaktan hiç vazgeçmeyeceğiniz kitaplarınız hangileri?
Yakınımda olduğu için iyi hissettiğim kitaplar ve yazarlar var. Mesela Arendt yanımda olduğu için mutluyum. Antropoloji kitaplarımı seviyorum. Kurmaca ve kurmaca dışı felaket metinlerini hep yakınımda tutuyorum. Çok sevdiğim çocuk kitaplarını da öyle. Hem Türkçe hem çeviri, özellikle de çağdaş edebiyattan takip ettiğim yazarlar var ama çok yavaş okurum. O günkü duygum ve ihtiyaçlarım yönlendirir okumalarımı.