.

Ayşenur Tanrıverdi: “Hem okurun ilgisini canlı tutacak bir kurmaca oluşmalı hem de parmak sallayan konumda olmamalıyım.”

aysenur-tanrıverdı-serınlıkler-oyku

Melike Sönmezer

melikesonmezer@sanatkritik.com

Merhaba Ayşenur Hanım. Nasılsınız? Günleriniz nasıl geçiyor?

Ne tatlı bir giriş oldu söyleşiye, teşekkür ederim. Günlerim genel olarak güzel geçiyor, rutini seviyorum. Lizbon’a taşındığımdan beri -yaklaşık bir buçuk yıl oldu- alışkanlıklarım birer mücadeleye dönüştü; alışverişe çıkmak, su faturası yatırmak hatta komşuya selam vermek bile. Ama burada da bir rutin kurmayı başardım. Şehir beni mutlu ediyor. Hem yalnızlığı hem de bir arada olmayı teşvik eden zengin bir yanı var.

Biyografiniz Serinlikler kitabının künyesinde yer alıyor. Biz sizi bir kez daha sizden dinlemeyi rica etsek.

Kahramanmaraş’ta doğdum. Ben iki yaşındayken Eskişehir’e göç etmişiz. Eskişehir’i çok seviyorum, iyi ki babamın başvurduğunu bile unuttuğu özel bir şirketin davetiyle tesadüfen de olsa yerleşmişiz diyorum her zaman. İlk gençlik yıllarım punk-grunge müziğin etkisinde, harika bir arkadaş grubuyla sürekli sokakta geçti. Eskişehir özgürlüğe elverişliydi ve kültür-sanat konusunda ulaşılabilirdi. Uzun yaz tatillerini ailece Maraş’ta geçirirdik. Orada çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Sıkıntı bana yıllar sonra minnet duyacağım bir okuma alışkanlığı kazandırdı. İstanbul Üniversitesi’nde Biyoloji okumak için İstanbul’a yerleştim. Devlet Konservatuarında oyunculuk eğitim alan iki arkadaşımla paylaştığım Kadıköy Yeldeğirmeni bölgesindeki evim bana pek çok açıdan ilham veren, ilk yazılarımın şekillendiği yerdi. Evlendikten sonra bir süre Bodrum Gümüşlük’te yaşadık. Buradaki taş evde ilk kitabımı bitirmiştim. Dağın tepesinde sessiz bir evde, yine sıkıntıyla mayalanan bir odaklanma ve çalışma süreciydi. 2022 Eylül’de de Lizbon’a geldik. Serinlikler’i Lizbon’a gelmeden önce yayınevine teslim etmiştim. Şimdi düşünüyorum da çocukluğumun geçtiği babaannemin evi, Laleli’deki Biyoloji Binası ve Gümüşlük’teki taş evimiz; hepsi yıkıldı. Anılardan bahsederken mekanların kayıp olduğunu fark etmek üzüyor beni. Neyse…

Yazma ediniminiz hakkında neler söylerseniz? Sizi yazmaya iten şey nedir? Yanınızda defter taşıyıp nerede ne zaman yazma dürtüsünün geleceğini bilemeyenlerden misiniz yoksa her gün düzenli bilgisayar başında yazarım diyenlerden mi?

Üzerine her düşündüğümde farklı yanıtlar bulabildiğim zengin bir soru bu. İlk başta aklıma gelen fikrin saçmalığıyla mücadele etmek zorunda kalırım. Bu saçma mı? Örneğin bir ağacı yazmak saçma mı? Saçma olsun ama onu maddi dünyaya yerleştirebilecek bir neden bulayım yeter ki. Lizbon’daki bir parkta hep önünden geçtiğim iri gövdeli geniş köklere sahip bir ağacı yazmak için uzun süre kendime bahaneler arayıp durdum. Sonunda parkın tamamını yazmaya karar verdim. Derken içindeki heykeller, kütüphaneler, karşısındaki bazilika yanındaki mezarlık derken parka dair birçok şey öğrenirken buldum kendimi. En sonunda da ağacı anlattım. Ağaca koşa koşa kavuşmuş gibiydim. Tam tersi de mümkün; örneğin çok ciddi bir meseleyi yazarak bayağılaştırır mıyım endişesi… Kısacası hep bir endişe! Günümüzün hızlı akışının aksine ben detaylı betimlemeleri, uzun cümleleri, durup bakmayı seviyorum. Yazmadığım bir gün geçmiyor, kâğıt-kalem ve bilgisayar eşit dengede diyebilirim. Hangisi kolayımdaysa ona yönelirim.

Öykü kitabınızın adına Serinlikler koymaya nasıl karar verdiniz?

Bilinçsizce hemen her öyküde “serin” sözcüğünü geçirmişim. Bunu sonradan öyküleri bir araya topladığımda fark ettim. Genel bir atmosfer kurmaya çalışmışım. Bu yüzden Serinlikler olsun dedim, bolca serinlik.

19 öyküden oluşan kitabınızın ilk öyküsü Anahtar Deliği başlığını taşıyor. Öykü çocukluğuma dair birçok yasakları hatırlattı bana. Anahtar Deliği yapılmaması gereken ama yapmaktan da geri durmadığımız bir alışkanlığın adı gibi gelir bana siz ne dersiniz?

Evet, anahtar deliği “yasak” olanı çağrıştırıyor. Haz ve yasak birbirinden ayrı düşünülemeyecek iki olgu. Birbirine doğru ilerleyen (tamamlayıcı) ya da birbirini takip eden ve sürekli birinin diğerinin önüne geçtiği bir birliktelik. Bu öykü bir tiyatro sahnesi gibi canlıydı zihnimde. “Anahtar Deliği”nin mekân atmosferi Call Me by Your Name (2017) adlı filmin zihnimde uyandırdığı dekorun bir dışavurumuydu. Yasak ve haz konuları ise diyalog boyunca şu alt dallara ayrılıyor: Kibir, utanç, pişmanlık, bir şey yapmamanın imkansızlığı ve vazgeçiş.

Ayşenur Tanrıverdi

“Altıncı Kattaki Komşu” adlı öykü üzerine konuşmak isterim izninizle. Ben lisans eğitimimi Eskişehir’de tamamladım. İlk defa okuduğum bir kurguda şehrin adı geçince çok heyecanlandım. Kadınlığa, aşklara ve toplumsal normlara dair bir ters köşe hikâyesi diyebilir miyiz?

Ne şanslısınız! Eskişehir’in Esnaf Sarayı, İstasyon Çay Bahçesi, Hamamyolu gibi kendini şimdiki zamandan soyutlayan tuhaf mekanları var. Bir gün buraları, burada yaşadığım anıları daha ayrıntılı yazmak istiyorum. Rousseau “İnsan bilmediği şeyi arzulayamaz” der, arzu olmadan da yazamayız. Yazmak her şeyden önce bir istektir. Kurmacayı gerçek mekanlara iğneliyorum, çok fazla uçup gitmemek için. Altıncı Kattaki Komşu’da tema sürreal değil ama toplum kendi başına yeterince sürreal zaten. Öyle keskin sınırlar var ki içinizde uyanan arzu birden aykırı, şüphe uyandırıcı, norm dışı bir sorguya dönüşebiliyor. Bu aşk-arzu temasını çok ciddi olmamaya gayret ederek ele aldığım bir öyküydü. Ters köşe mi orasını bilemiyorum…

Benim favorim, hatta ara ara tekrar tekrar açıp okuduğum öykü “Kamburunu Kiralayan Adam”. Dolmuşta giderken okumuştum. O kadar etkilenmiştim ki yolculuk yapan herkese yüksek sesle okumak, bu satırların keyfini paylaşmak istedim. Bence başlı başına bir roman olacak konuya sahip. Bu öyküyü yazma süreciniz nasıl gerçekleşti?

İyi ki yapmamışsınız, dolmuş şoförü sizi erken durakta indirebilirdi. 🙂

Yıllar önce, babamın kitaplığını rastgele karıştırıyordum. Sanırım bir ansiklopedi veya tarih kitabıydı. Bir kamburun kiralanması sadece bir anlığına, belki bir saniyeliğine karşılaştığım tarihi bir bildiydi ve sanki onu okumamıştım bile, sadece gözüme çarpmıştı. Yıllar sonra bu bilgiyi birden hatırladım ve bu öyküyü yazdım. Kamburunu Kiralayan Adam’da esas konu bir kadın cinayeti. Bunu neden bu şekilde ele aldın derseniz, ünlü Cantenbury Hikayeleri’nin bir yerinde şöyle bir satır geçer, “Uyutmasın hikayen, hem dönüşmesin vaaza!” Bu iki tembih önemli; hem okurun ilgisini canlı tutacak bir kurmaca oluşmalı hem de parmak sallayan konumda olmamalıyım. Kamburunu kiralayan adam işte tüm bu bileşenlerin bir araya gelmiş hali.

“Kamburunu Kiralayan Adam” öykünüzün olay örgüsünü geliştirerek yeniden yazma fikriniz var mı?

Eski hikâyelerime döne döne onları işlemeyi seviyorum. Kamburunu Kiralayan Adam’ın dil estetiğine çalışmak istiyorum ama olay örgüsü anlamında dört başı mamur görünüyor bana. Örgüsünü geliştirmek istediğim başka hikayelerim var kenarda.

“Zehirli Elbise” öyküsünü yazarken lisans eğitiminiz olan Biyolojinin etkisi var mı? Terzi olan annesinin daimî müşterisi Necla’nın ölümünü anlatıyor öykü. Necla yıllarca terzisinin aşkıyla yasak aşk yaşıyor. Bunu bilen terzi bilmezlikten geliyor. Çünkü ona dikeceği elbiselerden gelecek paraya ihtiyacı var. Necla’nın ise o terziye ihtiyacı var. Çünkü çok terli bir bedene sahip ve terzisinin özel dikim elbiselerinden başka bir şey giyemez. İçine diktiği cepler sayesinde Necla’nın bedenindeki teri kamufle ediyor. Peki ya Necla’nın düğünde bir anda ölmesi? Bunca yıllık sessiz bir anlaşmanın bozulması gibi. Aldatılan bir kadının intikamı diyebilir miyiz?

Evet, Biyoloji ve Kimya bilgileri pratikte olmasa da teorik olarak hala zaman zaman aklımdan sızıyor.

Zehirli Elbise’nin zemin konusuna intikam diyebiliriz. Ama bu kin-nefret ile gerçekleşen bir intikam değil. Sakince, kendiliğinden. Terzi Hanife, Necla’ya diktiği elbiseler sevişme sırasında kırışıp bozuluyor diye kabullenemiyor aldatılmayı. Öyküde kırılma noktası yaratan iki önemli detay: Necla’nın terleme sorunu ve Terzi Hanife’nin bulduğu teri emen koltuk altı cepleri fikri. Sonunda bir gün Terzi bu ceplerin içine su ile tepkimeye girdiğinde maruz kalan kişiyi öldüren bir zehir saklayıp dikiyor. Necla düğün sırasında dans ederken çok fazla terlediği için kendi vücut sıvısı koltuk altındaki ilaçla tepkimeye giriyor ve Necla ölüyor. Terzi silah olarak kendi emeğini, yani diktiği bir elbiseyi kullanmış oluyor.

Öykülerinizin her biri birer roman yoğunluğunda. Bir roman yazma tasarınız var mı? Ya da şu an yazmak olduğunuz bir şeyler var mı?

Şu an yazmakta olduğum bir roman var. Bunu söylerken Ortega y Gasset’nin “Sanatın İnsansızlaştırılması” adlı kitabındaki şu harika yorumunu anmak istiyorum:

“Kimi dostlarımdan, özellikle de bazı genç yazarlardan bir roman yazmakta olduklarını işittiğimde, bunu nasıl olup da sakin bir ses tonuyla söylediklerine pek şaşıyor, onların yerinde olsam tir tir titrerdim diye düşünüyorum. O sükûnetin altında büyük çaplı bir bilinçsizliğin yattığından kuşkulanıyorum. ( … )”

Ortega’nın dediği gibi roman yazmak insanı tir tir titreten bir kalkışma. Keza ben de böyle hissediyorum. Yine de şu anda tüm korkuma rağmen o yolun yolcusuyum. Maharet cesur olmakta değil, korktuğun halde ilerleyebilmekte.

Serinlikler’in içerisindeki bir öyküyü sahneleme imkânınız olsa bu hangisi olurdu?

Anahtar Deliği olurdu. Bu öykü baştan sonra en ince ayrıntılarına kadar zihnimde canlı duruyor. Neden böyle bilmiyorum. Çok eski bir öykümün yıllarca işlenmiş hali olduğu için belki de. Daha fazla geliştirip bir tiyatro metnine dönüştürmek istiyorum. Call Me By Your Name filmindeki erotik dokudan ve Kâtip Bartleby karakterinin yapmamayı tercih etme felsefesinden ilhamla bir çıkış noktası tasarlıyorum.

(Serinlikler) Öykülerinizi yazdıktan sonra bunlar tamam, artık okuyucularla buluşabilir dediğiniz zaman ile yazdıklarınız arasındaki demlenme süresi ne kadar sürdü?

Bunlar her öykü için farklı süreleri içeriyor. Bir oturuşta/bir kalemde yazdıysam o öykünün ciddi bir çalışmaya ihtiyacı vardır çünkü onu bir çeşit esriklik içinde, nadiren ulaştığım bir yaratma esini içinde yazmışımdır. Yakasını paçasını düzeltmem gerekir. Ağır ağır yazdıysam çalışma süresi kısalıyor.

Öykülerinizde aslında erkek egemen bir topluma dair örtük sessiz bir isyan var. Bu motifleri farkında olmadan mı yoksa bilinçli mi kurguladınız?

Hayatımda nasılsa yazarken de öyleydi. Erkek kuzenlerle ve iki erkek kardeşle büyüdüm. Onlarla oynarken bir şeylerin yolunda gitmediğini seziyordum zaten, ama bu huzursuzluğumun ne olduğunu anlayamıyordum. Beni hep geri plana atıyor, oyunlarda önemsiz görevler veriyorlardı. Onlarda gördüğüm özgürlüğe özeniyordum ve sabahleyin erkeğe dönüşmüş olarak uyanmak için yatmadan önce dualar ediyordum. Neden erkek değilim diye isyan ediyordum. Yıllar geçtikçe isyanım sağlam bir zemine oturdu: Neden özgür değilim!

Benden çok daha önce önemli kadın düşünürlerin bu dağınık huzursuzluğu teoriye döktüğünü, kuramsallaştırdığını büyüdükçe öğrendim. Demek ki farkında olmayarak başladı ve bilinçli olarak kurgulandı. 🙂

Yazarken ya da yazma aralarında bana fon olur dediğiniz bir şarkı ya da müzik türü var mıdır, varsa isim/isimlerini bizimle paylaşır mısınız?

Yazarken hiçbir zaman müzik dinlemem. Aynı anda tek iş yapabiliyorum; yazarken yazabiliyor, müzik dinlerken sadece müzik dinleyebiliyorum. Satır aralarında burada şu müziği açın diye yönlendiren yazarlar da var, bu bana hiç sevimli gelmez. Metinden uzaklaşırım.

Sizin favori kitap ya da kitaplarınız neler? Ara ara döndürüp okuduğunuz eserler var mıdır?

Ferhan Şensoy’un Kalemimin Sapını Gülle Donattım; ara ara açarım yaşama sevinci gelir,

Samuel Beckett’in Mercier ile Camier ve Oyun Sonu ara ara açarım zihnim işler,

Emily Dickinson Seçme Şiirleri; ara ara açarım kalbim coşar,

Yaşamının Son Yıllarında Goethe ile Konuşmalar (Eckermann); ara ara açarım ilham gelir,

Piyes Yazma Sanatı – Lajos Egri; ara ara açarım unuttuğumu hatırlarım, yeniden öğrenirim.

Vakit ayırıp sorularımı cevapladığınız için çok teşekkür ederim.

Böyle detaylı ve haz dolu bir okuma deneyimine kavuştuğunuz için asıl ben teşekkür ederim!