
Elif Şahin Hamidi
Mehmet Veysi Boran, İki Meltem Arasında adlı ilk romanında, beş kuşak bir ailenin sürgünlük hikâyesini anlatırken hafıza, unutma, yurt, ev, aidiyet, yalnızlık gibi insanlığın kadim meselelerine dokunuyor ince ince. Romanın merkezine “sağırlık” metaforunu yerleştiren Boran, bu metafor aracılığıyla çok katmanlı bir hikâye örmeyi başarıyor. Sağırlık, bir yandan karakterlerin dünyayla aralarına koydukları mesafeyi, acıdan ve yalnızlıktan kaçışlarını simgelerken, diğer yandan toplumsal unutuşa karşı sessiz bir direniş olarak ses veriyor. Ailenin birçok üyesi hem katlanılmaz acıları unutturmak için yaratılan gürültüye sırtını dönmek ve hem de bu garip suskunluğu işitmemek için sağırlık hastalığına yakalanmıştır adeta.
Felsefe eğitimi de almış olan Boran, edebiyat ile felsefeyi ustaca harmanlayarak, varoluşsal sorgulamaları derinlikli bir anlatıya dönüştürürken insanın varoluşsal yalnızlığını, hatırlama ve unutmanın çetrefil doğasını, “ev”in anlamını sorgulayan etkileyici bir eser ortaya koyuyor. Boran ile romanın doğuş hikâyesinden başlayıp beslendiği kaynaklara, edebi yolculuğuna, bu yolculuğun felsefi arka planına uzanan, yeni sorgulamalara kapı aralayan bir söyleşi yaptık. Tüm zamanların en büyük hastalıklarından birinin de sağırlık olduğuna işaret eden Boran, “İnsan insana ve daha birçok şeye sağırdır. Duymak meşakkatlidir, insana bir yığın sorumluluk yükler çünkü. İnsanların çoğunluğu bu sorumluluğu üstlenmek istemiyor” diyor.

Kitabın doğum hikâyesinden ve adından başlamak istiyorum. “İki Meltem Arasında”: “Vadi”de esip duran bu iki rüzgârın/iki meltemin derdi ne, ne fısıldıyor bize? Nasıl bir çalışmanın sonucu çıktı bu roman?
Birkaç kuşak sürmüş bir can sıkıntısının, bir dünya ağrısının romanı oldu sanki “İki Meltem Arasında.” Meltemler bakidir. Ancak onları bir anlama kavuşturarak insanlığın ortak hikâyesine dahil eden şey bu meltemlerin arasında yaşanmış ömürler, yani insan hikâyeleridir.
İki Meltem Arasında‘nın ilk metinlerini aslında roman olsun diye yazmamıştım. Yani başlangıçta aklımda böyle bir fikir yoktu. Daha çok “sayıklamalar” dediğim parçalardan meydana geliyordu. Daha sonra bu sayıklamaları bir hikâye içinde çalışmaya karar verdim ve uzun süren bir çalışmadan sonra bu romanın gövdesi ortaya çıkmaya başladı. Yazma süreci yıllara yayıldı. Metin bittikten sonra da bir süre elimde tuttum. Sonunda dertleşme gibi de okunabilecek bir roman oldu sanırım. En azından ben yazarken böyle hissettim.
Hikâye Vadi diye bir yerde geçiyor ve bu Vadi de bir karakter niteliği taşıyor, öyle bir role sahip adeta. Sembolik bir anlatım söz konusu: Herhangi bir ülke, şehir, köy, kasaba adı değil, Vadi adı verilen bir yurt seçilmiş ve aslında böylece daha evrensel bir hikâye örülmüş. Ne dersiniz?
Evet, Vadi’yi bir karakter gibi çalıştım romanımda. Ayrıca dünyanın herhangi bir yerine koyduğunuzda sırıtmayacak bir mekân da olsun istedim. Hem hepimizin ait hissedebileceği ve hem de hiçbirimize ait olmayan. Çünkü dünyaya şöyle bir yükselip baktığınızda ne köy ne kasaba ne de şehrin bir anlamı kalıyor, her şey silikleşiyor. İnsanın başına gelenler, çektiği ıstıraplar, duyduğu çaresizlikler ve yaşadığı yalnızlıklar için de öyle. Bu bakımdan aslında insan yersiz yurtsuz bir varlıktır. Vadi de her yerdir ve hiçbir yerdir aynı zamanda. Romanın bir mekânı, çerçevesi, bir dayanağı olsun diye seçilmiş bir yer gibi okumak gerekir onu.
Ama bir yandan da Vadi’nin sizin köklerinizin dayandığı Mardin olduğunu düşünmeden de edemiyor insan. Kitapta çocukluk anıları, aile ilişkileri, geçmiş, hafıza önemli bir yer tutuyor. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” diyor ya Edip Cansever, sizin için ne ifade ediyor çocukluk/çocukluğunuz?
Evet benim vadim biraz Mardin’dir. Aile büyüklerimin çoğunluğu Mardin’de yaşamış. Ben orada hiç yaşamadım ama çok sık gidip geldim. Hâlâ sık sık gider gelirim. Yine de benim yazdığım Vadi’yle, sizin okuduğunuz Vadi aynı şey değildir. Herkesin vadisi kendi içindedir, buna inanıyorum.
Romanımın aile büyüklerimin geçmişinden ve çocukluk hikâyelerimden beslendiği doğru. Çocukluk kara kutumuz gibi. Hayatımızda her şey değiştiğinde, alt üst olduğunda bile o aynı kalıyor ve hiçbir yere gitmiyor. Ömrümüzün geri kalanı sanki çocukken gördüklerimizi, yaşadıklarımızı hatırlama, unutma ve anlamlandırma çabasıyla geçiyor. İnsanın en tuhaf yanlarından biri de budur belki. Bana çok acayip geliyor.
Beş kuşak bir ailenin sürgünlük hikâyesi aslında bu roman. Sürgün, yurt-yurtsuzluk, aidiyet-aidiyetsizlik, kök-köksüzlük, yalnızlık üzerine konuşabilir miyiz biraz?
Bugün yurtsuzluk dünya nüfusunun önemli bir kısmının sorunu. Savaşlar, siyasi ve ekonomik meseleler dünya üzerinde önemli bir göç dalgası, insan sirkülasyonu ve mülteci sorunu yaratıyor. Tabii bizim geçmişimizde de var, doğduğum, yaşadığım coğrafyada da var; bugün neredeyse hortlamış bir canavar gibi önümüze dikilen, insanlığın onunla ne yapacağını bilemediği bu tarihsel mesele. Bu bakımdan yabancısı olduğum bir konu değil bu.
Yanı sıra ben dünyanın bir sürgün yeri olduğunu düşünüyorum esasen. İnsanın da ömrü boyunca bir yerlere kök salmak, ait hissetmek gibi kaygılarla çırpınıp dursa da herhangi bir yeri yurt edinemeyecek kadar aciz bir varlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü gözlerimizi dünyaya açtığımız ilk anda yalnızlığımızı hissederiz. Büyüdükçe, kavrama ve muhakeme yetimiz geliştikçe bu hakikati daha duru gözlerle görmeye başlarız.
Ben yalnızlığı çok erken yaşta tanımış ve öğrenmiş bir insanım. Yalnızlığıyla konuşan, bazen ondan acı duyan, bazen keyif alan ve nihayetinde yalnızlığını benimsemiş, sevmiş ve ondan kendisi için hayat yaratmış bir insanım. Çünkü biliyorum günün sonunda yeryüzünde bir esintinin ortasında yapayalnız bir varlıktır insan. “Başlarken yalnızdır, bitirirken daha da yalnız.”
Bu kavramları bu kadar güçlü ve hissedilir bir şekilde işleyebilmenizin arka planında tarihsel ve kişisel bilincin, tortuların payı büyük kuşkusuz. Edebiyatın hafızayı koruyup kollaması, resmi tarih dışında bir hafıza kurması neden önemli?
Tarih yazımı dünyanın her yerinde ilk günden bugüne hep güçlünün, hükmedenin, galibin gözetimi ve kontrolü altındadır. Bu yüzden edebiyatın tanıklığına ve alternatif tarih yazımına ihtiyaç vardır. Bunun için de edebiyat yüzünü hafızaya çevirmek, hafızayı koruyup kollamak ve hakikate ulaşmak için onu bir kaynakça olarak kullanmak zorundadır.
Romanın çekirdeğinde hem fiziksel hem de metaforik bir anlam taşıyan “sağırlık” metaforu dikkat çekiyor. Anlatıcı ses de ailenin diğer üyelerinde olduğu gibi giderek daha az işitmeye başlıyor. “Unutuşun kolay ülkesindeyiz” ve bu metafor unutuşa isyan ve unutturmama gayreti sanki. Bu çekirdeği, bu metaforu seçmenizin nedeni neydi?
Evet, sağırlık bir metafor olarak okunabilir. Ancak bu birden fazla göndermesi olan bir metafordur. “İki Meltem Arasında”nın roman karakterleri yaşadıkları acıdan ve yalnızlıktan dünyayla aralarına bir mesafe koymuşlardır. Sağırlığın bir anlamı budur. Kuşkusuz diğer anlamı da hem katlanılmaz acıları unutturmak için yaratılan gürültüye sırtını dönmek ve hem de bu garip suskunluğu işitmemek için sağırlık hastalığına yakalanmış olmalarıdır. Diğer yandan insan için hatırlamak ve unutabilmek kadar işitmek de zordur. Tüm zamanların en büyük hastalıklarından biri de sağırlıktır belki de. İnsan insana ve daha birçok şeye sağırdır. Duymak meşakkatlidir, insana bir yığın sorumluluk yükler çünkü. İnsanların çoğunluğu bu sorumluluğu üstlenmek istemiyor. Bu bakımdan dünyanın yapay gürültüsü kadar, yaralayıcı sessizliğine de maruz kalıyoruz.
Sağırlığa mahkûm olan Pamuk, ömrüne yayılmış tüm hatırlarını tıkıştırdığı ve anahtarını da boynuna astığı sandığı açmaya yanaşmıyor ilkin, çünkü hatırlamak onu öldürüyor. Hatırlamanın da unutmanın da öldürücü bir yanı var, ne dersiniz?
Hatırlamak da unutmak da insanın bütün hayatını kapsayan önemli iki kavram. Ömrümüzün bir kısmını hatırlamak ve bir kısmını da unutabilmek için çaba sarf ederek geçiriyoruz. Romanımdaki Pamuk karakteri, babaanneme benzeyen bir kadın. Bu karakterin bütün hayatı sanki bir kısım şeyleri hatırlamak ve bir kısım şeyleri unutmak için verdiği uğraşla geçiyor. Babaannem de böyleydi. Evinin neredeyse her köşesi fotoğraflar ve nesnelerle doluydu. Bunların bir kısmı hatırlamak ve ailemizin birkaç kuşak boyunca biriktirdiği hafızayı sonraki kuşaklara aktarmak içindi. Bazı fotoğrafların ise hatırlattığı acı hatıralar unutulsun diye üzeri örtülmüştü. Sandığı, kaybettiği sevdiklerine ait eşyalarla doluydu. Bu eşyalar aynı zamanda babaannemin unutulmasını istediği ailemizin geçmişine, tarihine ışık tutan anlamlar içeriyordu. Bu bakımdan babaannemin evi sanki bir hatırlama ve unutma eviydi. Bazen hayatı da babaannemin evine benzetiyorum; devam edebilmek için hem hatırlamak ve hem de unutmak zorundayız çünkü.
Hani Borges der ya “Kim, hiç değilse bir kerecik olsun, bir günbatımında dolaşırken ya da geçmişinde kalan bir günü kafasında şekillendirmeye çalışırken sonsuz bir şeyler yitirdiğini düşünmemiştir ki”. Hatırlananları kırıp dökmeden bugüne taşımak ne kadar mümkün?
İnsanın devamlı ıstırap içinde ve bir yas halinde olmasının nedeni belki de budur: “sonsuz bir şeyler yitirdiğini” bilmek. Çünkü insanlığın ve hiç birimizin hayatı her geçen gün daha iyiye gitmiyor. İnsan dünden, geçmiş hayatından iyi şeyleri kırıp dökmeden şimdiye taşıyamıyor ve bugünün içindeki iyiliği de muhafaza edemiyor. Ne yazık ki şimdi sadece kırılıp dağılmış olanlar var elimizde ve bunlarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bu yüzden bu kadar kıyıya vurmuş haldeyiz, bu yüzden bu çağın yeni bir hayat gibi ambalajlayıp önümüze koyduğu bu çürümüşlük karşısında bu kadar şaşkın ve çaresiziz.

Felsefe eğitimi de aldığınızı biliyorum. Felsefeden beslenmek, okurluğu da yazarlığı da güçlü, etkili kılıyor. Felsefe-edebiyat, edebiyat-felsefe ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Felsefe size ne yaptı, yazınınıza ne kattı?
Felsefenin de edebiyatın da derdi, amacı hayatın önümüze koyduğu soruları cevaplandırmaya çalışmak ve yeni sorular sorabilmektir belki de. İkisi de hayat karşısındaki şaşkınlığımıza, tedirginliğimize, anlam arayışımıza kapılar aralar. Çaresizliğimizi katlanır hale getirmeye çalışır. Düşünme ve muhakeme yetimizi güçlendirir. Bu bakımdan felsefe ile edebiyat birbirine yakın ve yer yer de iç içe geçmiş disiplinlerdir bana göre. Felsefenin yazıma da hayatıma da katkısı büyüktür. Felsefe olmasa şu kupkuru çölde, bu ıssızlıkta yolumu daha çok şaşırırdım. Canım şimdi olduğundan daha çok sıkılırdı. Benim için büyük bir teselli kaynağı.
Duvarda aile efradının çerçeveli fotoğraflarının asılı olduğunu ve aynaların, azizlerin, mürşitlerin, kutsal kitapların, fotoğrafların, sırların ve tüm bu yalnızlıkların yan yanalığını görüyoruz romanda. Aynı zamanda birbirine karışan ezan seslerini ve çan seslerini işiyoruz. “Bu topraklar âşık olunmayacak yurt muydu?” diyor Pamuk. Kendini hiçbir yere ait hissedemeyen anlatıcı ses de bir ara şu soruyu soruyor: “Neydik, neredeydik, evimiz neresiydi?” Dünyanın bugününü de göz önüne aldığımızda evimiz neresi sizce?
“Neydik, neredeydik, evimiz neresiydi?” sorusuna aslında romandaki başka bir karakter cevap veriyor: “İnsanın yurdu kendisidir” diyor. İnsan kendini bir yere sabitlemek, bir yere çakılı kılmak, ait hissetmek için çırpınıp duruyor ömrü boyunca. Ancak dön dolaş yeryüzünün ıssızlığına çaresizce bakakalmaktan başka bir şey elde edemiyor. Yine de yurdun, evin kendi içinde olduğunu, yurdun kendisi olduğunu, kendi sınırlarını tanıması ve ona yerleşmesi gerektiğini idrak etmekte güçlük çekiyor. Bana göre edebiyatın ve felsefenin amaçlarından biri de insana bu hakikati hatırlatmak, sınırlarını ve evinin yerini hatırlatmak ve kulağına evine dönmesi gerektiğini fısıldamaktır.
Fotoğrafla uğraştığınızı biliyoruz ve çektiğiniz karelerde insan portreleri dikkat çekiyor. Romanda da sandıktan çıkan fotoğraf kareleri görüyoruz. İnsanı insana gösteren bir sanat olarak edebiyat ve fotoğraf arasında nasıl bir ilişki var, bu ilişki ile yazınınız arasında bir bağ olduğunu söyleyebilir miyiz?
Muhtemelen eski fotoğraflarımla karşılaştınız. Ben uzun zamandır insan portreleri çekmiyorum. Mümkünse insan olan fotoğraflar da çekmiyorum. Fotoğraflarım giderek insansızlaştı, ıssızlaştı. Hatta kurmaca işlere dönüştü fotoğraflarım. Gerçeklerden olabildiğince uzaklaştılar. Hayatta her şeyin her şeyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Edebiyat, sosyoloji, felsefe ve fotoğraf birbirleriyle çok ilişkili alanlar. Birbirlerine çok yardım edebilirler. Benim yazınımda okuduklarım, gördüklerim, düşünüp hissettiklerim kadar, fotoğrafın bana kazandırdığı gözün, bilginin ve kadrajımın da hakkı vardır elbette.
Okuma yazma yolculuğunuzda size rehberlik eden yazarlar kimlerdi, hangi kitaplar başucu kitabınızdı? Fotoğraf ve felsefenin dışında beslendiğiniz diğer kaynaklar ve bundan sonrası için planlarınız neler?
Okumak lise yıllarımdan beri benim için bir yaşam biçimi, hayatımın ayrılmaz bir parçası. Yazmak ondan sonra geliyor. Bana rehberlik eden yazarlar, başucu kitaplarım, beni heyecanlandıran konular ve hikâyeler ise her dönem değişiyor. Okumalarım felsefe, edebiyat ve sanat ağırlıklı. Beslendiğim kaynaklar okuduklarım ve okumaya devam ettiklerim o kadar çok ki hangisinden bahsedeceğimi bilemedim. Burada tamamından söz etmek pek mümkün görünmüyor. Birkaç yazar ve kitap ismi verip geçmeyi de istemem. Şunu söylemekle yetineyim; okuduklarımı sadece yazmak için değil, yaşamaya devam edebilmek için okuyorum. Çoğu insan gibi ben de hayatı anlama, anlamlandırma ve bazı sorularıma cevap bulma peşindeyim. Kitaplar bu bakımdan beni besliyor, önüme yeni ufuklar açıyor.