.

Kutadgu Bilig Kitabında ‘Tekinsiz’ Meslek Erbabı Olarak ‘Şairler’

hasanaliozturktrb@gmail.com

Hasan Öztürk

Kutadgu Bilig, düşünce ve edebiyat dünyamızda âlemin malumu olmuş ‘klasik’ bir kitaptır. Kitap hakkında onca bilgi çokluğu varken fazlalık sayılacak olsa da ilgi alanının dışında kalmışlar için Kutadgu Bilig kitabından kısaca söz etmeyi yararlı görüyorum.

Adının anlamı ‘mutluluk veren bilgi’ olan Kutadgu Bilig, Karahanlılar (840-1212) döneminde yazılmış manzum bir kitaptır. Hakkında pek bilgi bulunmayan Yusuf tarafından Balasagun şehrinde yazılmaya başlanan kitap, Kaşgar’da tamamlanarak 1069’da dönemin Karahanlı hakanı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. Kendisine sunulan kitabı beğenen hakan, yazarına sarayın en seçkin makamı olan ‘has hâcib’ unvanını verince kitabın yazarı da Yusuf Has Hâcib olarak kayıtlara geçmiştir. Türklerin topluluk halinde din ve uygarlık değiştirme sürecinin ilki sayılacak İslamlaşma dönemindeki ‘geçiş dönemi’ edebiyatının birkaç temel kitabından biri (Diğerleri; Divân-ı Lügat’it Türk, Atabetü’l Hakâyık ve Divân-ı Hikmet) olan Kutadgu Bilig, bizim edebiyatımızda ‘mesnevi’ nazım biçimiyle yazılmış ilk kitaptır. Yazarın metni 6520 beyitken daha sonra eklenen bir manzum ‘mukaddime’ ile 6645 beyit hacmine ulaşan kitap, aynı zamanda bizdeki ilk ‘siyasetnâme’ (yönetim bilimi) örneği olarak da bilinmektedir. İnsan-toplum-devlet eksenindeki ilişkileri dinî/ahlaki ölçülerle düzenleyen kitap, devlet yönetimiyle ilgili genel işleyişi belirlemek yanında bireysel yaşam kılavuzu olarak da okunabilir. İslamî Türk Edebiyatı döneminin başlangıç yıllarındaki Kutadgu Bilig, önceki benzerlerinden esinlenmiş ve sonrakileri de etkilemiş bir kitaptır. 

Estetik kaygı yerine yararlı olmak amacıyla yazılmış öğretici metin Kutadgu Bilig, her iki dünyanın mutluluğuna kılavuz olmak iddiasındadır ve sembolik bir dille yazılmıştır. Karşılıklı konuşmalarla bir tür teatral biçimde yazılmış ‘alegorik’ mesnevi Kutadgu Bilig kitabında, temsil ettikleri kavramlarla dört önemli kişi öne çıkmıştır: Kanun ve adaleti temsil eden Küntogdı, hükümdardır. Mutluluğun ve talihin temsilcisi Aytoldı ise vezirdir. Vezirin oğlu Ögdülmiş ise aklın ve bilginin temsilcisidir. Odgurmış ise hayatın sonu yani akıbet ile kanaatin temsilcisi olan derviş birisidir.

 Bugünlerde değişik yayınevlerinin çok sayıdaki baskılarıyla okura ulaşan Kutadgu Bilig kitabının asıl metninden hayli zaman sonra çoğaltılan Fergana, Kahire ve Viyana olmak üzere üç ayrı nüshasının olduğu bilinmektedir. 1069’da dönemin hakanına sunulan bu kitaptan bilim dünyası ilk kez 1825’te Pierre A. Jaubert aracılığıyla haberdar olabilmiştir. Sonrasında Macar asıllı Wambery ve Rus araştırmacı Radloff gibi tanınmış Türkologlar ile başkalarının hakkında çalışmalar yaptığı ve bugün yere göre sığdıramadığımız Kutadgu Bilig kitabını Türkiye’nin Türkleri olarak 1947’de Reşid Rahmeti Arat sayesinde okuyabilmişiz. Reşid Rahmeti, 1947’de yalnızca ‘Metin’ olarak yayımladığı kitabı, 1959’da ‘Açıklamalar’ biçimiyle yayımlamıştır. Titreyip kendimize gelebilmemiz için şöyle bir dokuz yüz yıl geçmiş. Hatırlayalım, aynı uzun yılların bekleyişi, Göktürk Kitabeleri için de geçerlidir.

Reşid Rahmeti’nin 1959’daki ‘Açıklamalar’ kitabının 1988’deki dördüncü baskısından yararlandığım bu yazımda, Kutadgu Bilig kitabının yalnızca LVI. bölümündeki sekiz beyitle sınırlı ‘şairler’ hakkındaki görüşlere değinmek istiyordum. Ne var ki kitapta ‘meslek’ türlerinden biri olarak görülen ‘şairlik’ mesleğinin önünde ve sonrasındaki bazılarına da değinmem gerekti. Bir kez dada anımsatayım, bugün için bazı önerileri geçerliliğini büsbütün yitirmiş Kutadgu Bilig, insanın yaşayışıyla toplumsal düzenin İslamî değerlere göre düzenlenmesini öneren bir XI. Yüzyıl kitabıdır.

Odgurmış, “halk arasına karışmak ve onlarla birlikte yaşamak” gerektiğinde nasıl davranması gerektiğini Ögdülmiş’e sorar. Ögdülmiş, “görgüsüz” halkın ilişkilerinde “ne usul ne töre vardır” diyerek uyarır Odgurmış’ı. Ayrıca, “Karınlarını doyurmak için yemeği bilirler; onların boğazından başka bir kaygıları yoktur.” dediği ‘avam halk’ için çok önemli uyarı da yapar: “Kara halkın karnı doyarsa, ileri geri konuşmağa başlar; iyice itaat altına alınmazsa, kendisi hâkim olmağa kalkar.” Bu uyarıdan, halkını doyurmayanlar hakkında önemli çıkarımlar yapılabilir. Ögdülmiş, âlimler için “onlara dil uzatma” der Odgurmış’a. Âlimleri, “koyun sürüsünün koçu” bilmesi gerektiğini istediği Odgurmış’ı, “Sert ve kaba dil kullanma, onlardan çekin, onların eti yenmez, zehirdir.” diye uyarır. Anlaşılan o ki karnı doyunca ileri geri konuşacak halk korkusu ile eti zehir olduğu için yenilemediğinden çürütülen âlimler, yeni zamanların değil kadim dünyanın birer sosyolojik vakıasıdır, konuşulmaya değerler. Satıcılar, paralı kişiler olduklarından onlara karşı “iyi muamele” edilmesini isteyen Ögdülmiş, “onlara katıl ve kapını her vakit açık tut” diyerek uyardığı Odgurmış’a sorar: “Dünyayı dolaşan bu satıcılar olmasa idi; kara samur kürkü ne zaman giyerdin.” Büyüklerimiz, ‘paran varsa Ali senin kulundur, paran yoksa uzun sokak yolundur’ demişler ya boşuna değil. Ögdülmiş’in, ilişki biçimlerini açıkladıkları arasında; çiftçiler, tabipler, efsuncular, rüya tabircileri, müneccimler, hayvan yetiştirenler, zenâat erbabı, fakirler de var ya ‘şairler’ bahsine geçelim.

Şairleri, “söz dizenler” olarak tanımlayan Ögdülmiş, “insanları öven ve yeren bu şairler” kategorisiyle estetik kaygıyı bir yana bırakarak iyi ve kötü ayırımıyla faydacı bir anlayışı benimsediğini açıkça gösteriyor. Kuşkusuz, ‘söz dizmek’ önemli bir ustalık göstergesidir ve bu ustalığıyla yeren şairler ‘kötü’, öven şairler ise ‘iyi’ grubuna eklenecektir.  Burada, yergi ile övgü eyleminde muhatabın iktidar gücü olduğunu söylemek bile fazladır bu nedenle şairin ağzından çıkanı kulağı duymalıdır. Şairler, “dili kılıçtan daha keskin” olmakla etkili bir gücün sahibi olarak dikkat çekerken “kalplerinin yolu ise kıldan ince” olmakla da başkalarından daha duyarlı, özen gösterilmesi gereken kişilerdir. Şairler, “denize dalarak, güher, inci ve yâkut çıkaran insanlara” benzediklerinden onların sözleri değerlidir bu sebeple Ögdülmiş’e göre yeri geldiğinde adam yerine konularak dinlenilmesinde yarar vardır.

Kitaptaki 4396 numaralı beytin, “olar ögseler ögdi ilke barır/ kalı sökseler atı artap kalır” sözleri, şairlerin gücünün modern zamanlardaki medyatik güce denk olduğuna işarettir. “Bunlar methederlerse, bu medih bütün ülkelere yayılır; eğer hicvederlerse, insanın adı daima kötü kalır.” Yusuf Has Hâcib’in, on birinci yüzyıldaki ‘akıllı’ kişisinin uyarıları, bugünlerde hiç de yabana atılacak türden değildir. Odgurmuş’a, şairler için “bunların diline düşme” diyen Ögdülmiş, bugünün güç sahiplerini medya konusunda uyarmış gibidir: “Eğer kendin öğülmek istersen, bunları memnûn et; işte bu kadar.” ve “Bunlar ne isterlerse ver, hiçbir şeyi esirgeme; böylece bunların dilinden kendini satın al.” Bakınız, ne kadar istikrarlı bir toplumsal yapımız varmış, medya-iktidar ilişkilerinde bin yıl önce neysek bugün de öyledir gidişatımız.

Yazımın başında Kutadgu Bilig kitabının sıradan bir kitap olmadığını, yazıldığı dönem ve içeriği itibariyle İslam/Kur’an kaynaklı olduğunu vurgulamıştım. Kur’an’ın Şuarâ Sûresi’nin son birkaç âyetinde (224-227) şairlerden söz edilmiştir. Adı geçen sûrenin hemen başlangıcındaki açıklama şöyledir: “Muhaliflerin Kur’an’a karşı ileri sürdükleri iddialardan biri de, onun bir şair tarafından meydana getirilmiş olduğu idi. İşte Kur’an, Hz. Peygamber’in irşadı ile daha önce ki peygamberlerin irşadlarının özde birleştiğini ve Kur’an’ın bir şair eseri olmadığını isbat ederek, bu iddiayı çürütmekte ve reddetmektedir.” (Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, haz. Ali Özek vd., TDV 1993). Şuarâ Sûresi’nin sonundaki dört âyet şöyledir: “224. Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar. 225, 226. Onların her vâdide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? 227. Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi akıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” Son dört âyet ile onların iletisini özetleyen şu açıklamanın, Kutadgu Bilig kitabındaki ‘yeren’ ve ‘öven’ şairlere esin kaynağı olduğunu söylemek mümkündür: “Sahih Hadis kitaplarında yer alan birçok hadisten de anlaşıldığı üzere, kötülüğü ifade etmeyen ve iyi maksatla kullanılan şiir, yukarıda kötülenen şiirden istisna edilmiştir. Nitekim ashâb-ı kiram arasında Resul-i Ekrem’in takdirlerini kazanmış birçok şairler bulunmaktaydı. Mesela, Hz. Peygamber’in, Hassan bir Sabit’e, ‘Müşrikleri (şiirlerinle) hicvet, bil ki muhakkak Cebrail de seninle beraberdir’ buyurduğu rivayet edilir.”

Konu, Althusser’in ‘ideolojik aygıt’ sorununa gider ya “Müslüman sanatkâr, güzelliği yarattığına değil, keşfettiğine inanır.” diyen Mehmet S. Aydın’ın yetkin yargısıyla bitireyim: “Biz, ‘İslam sanatı’ derken genellikle şunu anlıyoruz: a) Dinî bir görevin yerine getirilmesi gayesiyle ortaya konan eserler, b) Dinî düşünce, inanış ve duyguları anlatan söz, yazı, sembol, hareket, yapı vs. Her iki gruba giren sanat varlıklarının estetik açıdan idrak ve takdir edilme imkânını, eserlerin muhtevalarından bağımsız olarak düşünebiliriz.” (Din Felsefesi, 1992)

İris Murdoch’ın, “hiçbir aklı başında insanın düşüncelerini kelimelere dökmeyeceğini ve insanın düşüncelerinin muhtemelen yazılarından daha iyi olduğunu söyler” (Ateş ve Güneş-Platon Sanatçıları Niçin Dışladı?, çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu,  2008) dediği Platon da Kutadgu Bilig ve Kur’an kitaplarından hayli zaman önceki Devlet kitabıyla başka Diyaloglar’ında şairler/sanatçılar konusuna, çelişkiler barındıran yaklaşımlarla eğilmiştir.  Gerekçeleri farklı Palton da şairler için pek iyimser düşünmez. Devlet’in II. Kitap’ında, “Küçükleri yetiştirirken idmandan öce masalları kullanırız.” diyen Platon hemen sonrasında uyarılarını ekler: “O zaman ilk işimiz, masalcıları kollamak olacak. Masalları güzelse, bırakacağız söylesinler. Kötüyse yasak edeceğiz.” (…) “Şairler de verilen öğütlere uygun masallar düzmeye zorlanmalı.” Şölen diyalogunda, “[Y]aratma gücü ile yüklü bir varlık güzele yanaştı mı, ferahlar, genişler, sevinçten taşar, doğurur ve çoğalır. Çirkine rastladı mı, tersine kasvet basar içine, tıkanır, duraklar, büzülür, doğuracak yerde, içinde kalan yükü taşıma derdine düşer” karşılaştırmasıyla sanatçı yaratıcılığını betimleyen Platon, Nahit Sırrı Örik’in “Şair Necmi Efendi’nin Bahar Kasidesi” öyküsüne esin kaynağı olmuş gibidir. İstediğini yazmak ile istenileni yazmak arasındaki sanatçının ‘içinde kalan yükü taşıma derdine’ düşmesi… Devlet’inin III. Kitap’ında şairler ve yazarların, “insanlar üstüne de doğru dürüst konuşmuyor” olmalarından yakınan Platon, “Masallarında eğri insanların mutlu, doğruların mutsuz olduğunu görüyoruz.” diyerek sanatçıları yanıltıcılıkla suçlar. Bu bakımdan yalnızca şairleri “göz altında bulundur”mak yeterli olmayacağından, “öbür sanatlarda da” mutlaka “bizim [devletin/ HÖ] iyi dediğimizin benzeri olmaya zorlama” yapılacaktır.

X. Kitap ile tamamladığı Devlet’in bu son bölümünde, ideal devletinin “kurulabilecek devletlerin en iyisi olduğuna” inanmış Platon için sorun, şiir ve şairlere yönelik kuşkularıdır. Kutadgu Bilig kitabındaki ‘şairler’ bölümüyle Kur’an’daki Şuarâ Sûresi’nin ilgili âyetleriyle benzerlikleri olan ve tamamına yakını şiire ayrılan bu bölüm, otoritenin sanat/şiir beklentisine örnek başat metindir. Şairleri, “gerçekten bir hayli uzak” kaldıkları için “benzetmeci” olarak adlandıran Platon, şairleri akılcı olmayıp da duygusal davrandıkları için yargılar. Devletinde şiire ‘yararcı’ bir görev yüklemek isteyen Platon için “yaptığı iş ciddi insanlara yakışmayan bir oyun” olan şairin yaptığı, “gerçeğe yakınlık bakımından… pek değerli bir şey” olmadığından onu, “devlete sokmamak” gerektiğini söyler. Antikçağ düşünürü, “bizim devletimize Tanrıları ve iyi insanları öven şiirlerden başkasını sokmayacağımızı” bilsinler isterken otoritenin sanata bakışının sınırını çizmiştir. Platon’un, “Hangi çeşit şiir olursa olsun, kendini haklı gösterebilirse, devletimize girmeye hak kazanır.” koşulu, iktidarı ele geçiren herhangi bir gücün, kendince ‘kötü’ bularak dışladığı şairin/sanatçının iktidarın ‘iyi’ ölçüsüne uyabilmek için bedel ödemesi gerektiğini gösteriyor. İktidarın sanatçıya ödettiği ‘iyilik bedeli’ için Nihad Sîris’in Sessizlik ve Gürültü (çev. Rahmi Er; 2015) romanı okunmaya değer.   

Kendi içinde bir dünya kurmuşken içinde yaşadığı dünyanın kendisine bir türlü yer bulamadığı şair, Homeros’un pis kokulu okçusu benzeridir. Dayanılmaz ölçüdeki kokusu nedeniyle şehir dışına gönderilen usta okçu, şehir işgal edildiğinde düşmanı yenmek için şehre geri çağrılır. Öyle değil midir şair de içinden geleni söyleyince onun sözü rahatsız edicidir buna karşılık sözü iktidarın derdine derman olacak ise bu kez imdada çağırılır.

Sınırlı alıntılar yaptığım üç kitabın şairlere temkinli yaklaşımı, gerçekte bütün zamanların yansımasıdır. Devletindeki mukadder sonu yalnızca “iyi veya kötü olmak” ölçüsüyle belirlediğinden şiiri kastederek “Bu başıboş sanatı devletimizden atmakta haklıydık; aklın gereğine uymak ödevimizdi.” diyen antik Yunan düşünürüyle yirminci yüzyılın ortalarında “muharrirlerimizi ilham beklemek ahmaklığından kurtarır” gerekçesiyle “Muharrirlik aylıklı bir devlet hizmeti olmalıdır.” önerisi getiren Nurullah Ataç aynı yerde buluşuyor gibidirler. Yusuf Has Hâcib, hakanına ‘şairler’ konusundaki önemli uyarısıyla üstüne düşen görevi yapmıştır elbette. Top kendisinin olduğundan oyun kurarken istediğini takımına alan çocuğun benzerini yapar Platon da ideal devletini kurarken ve her ihtimale karşı dışarıda bırakır şairleri. XVII. Yüzyılın Sihâm-ı Kazâ şairi Nef’i, -eğer doğruysa- eleştirileri için kendisini uyaran padişahına, “Bunları yazmazsam içimde kalır, kahrımdan ölürüm; yazayım da nasıl öleceksem öyle öleyim’ türünden sözler söylemiş. Devletin onayı için kendisini “haklı” gösterebilme bedelini ödemek yerine kutsalın iyi önerisini seçmeyerek duygusal davranan Nef’i bu tercihiyle Ögdülmiş’in uyardığı dile düşürmenin cezasını çekse de ‘erdem’ listesinin ilk sıralarına yazılmalı derim.