
Aynur Kulak
Ali İpek’in Gidelim Buralardan Muhlis romanı sonrası, yeni romanı Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü de okurla buluştu. Muhlis’in bir türlü gidemiyor olmasından sonra, nasıl bir cinayet öyküsü olabilirdi ki anlatılan? Kimsenin ölmediği bir cinayet öyküsü mümkün olabilir mi gerçekten? Çağdaş edebiyatımız içerisinde yapısını dinleme ve anlatı geleneği üzerine kuran, çok iyi yazılmış iki roman ile karşı karşıyayız. Ali İpek ile her iki romanı odağında yapmış olduğumuz söyleşi öncelikle dinleme kültürü, anlatı ile gelen atmosfer ve karakter yaratma meselesi sonrası iki romanın farkları ve kurgu işin içine girmesine rağmen gerçeklik hissiyatından bir an bile kopamama üzerine gerçekleşti. Ali İpek ile konuştuk.
Mardin doğumlusunuz. Hem şehrin kendisinden hem de coğrafyadan yola çıkarak bir anlatma ve aslında bir dinleme kültürü ile karşı karşıyayız. Bunu her iki kitabınızı –Gidelim Buralardan Muhlis ve Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü– okuyunca da görüyoruz. Bu kültürün size neler kazandırdığını konuşmak istiyorum ilk soru itibariyle.
Geleneğin roman üzerindeki etkisi yadsınamaz elbette. Salt gerçekçi ya da gerçekle birebir karakterleri yazmıyorum fakat etrafta olup biten olaylara da kayıtsız kalamaz yazar dediğimiz. Bu bağlamda dinleme öğeleri sık sık karşınıza çıkabilir, çıkacaktır da. Sözlü kültürün nazarımda en güzel kısmı; ne anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığıdır. Dolayısıyla söyleyiş biçimlerini, kurgusal gerçekle oluşturduğum metinlerde fark edilmesini istediğim oranda belirginleştirmekteyim.
Anlatılan hikâyelerin ilk etapta aslında çok iyi dinlenmiş olmasından sonra tam olarak hangi noktada yazmaya karar verdiniz? Neydi sizi yazı masasına oturtan sebepler?
Yazmaya karar verme sürecim herkes kadar sancılı oldu fakat asıl tetikleyici ân ortaokul yıllarımda cereyan etti; Halk Kütüphanesi’ni keşfettiğim yaşlarda kendimce mihenk belirlediğim yazarları iştahla okuyordum. Charles Dickens’in 19. yüzyılda İngiltere’deki maden köylerini anlattığı Büyük Umutlar romanının son iki sayfası eksikti. Kitabı elime aldığımda ilk ve son sayfalara bakmak gibi huyum yoktu, yoktur da fakat hikâyenin bitimine vardığımda fark etmiştim. Başkaca kaynaklardan ve kitapçılardan temin edemediğim bir sömestr tatiliydi. Elime kâğıt ve kalem alıp kendimce eksik kısmı yazmış hatta yazarla bütünleşmiştim. Bambaşka bir duyguydu. Sonra fark ettiğim eksiklikleri kendimce yazmaya devam ettim. Böylece yazım sürecim başlamış oldu. Şimdi ise sanırım aldığım hazzı yitirmemek adına ve yaşatmak adına yazıyorum.


Her iki romanınıza da baktığımızda tematik olarak ayrılık, terk etme, ölüm, hayal kırıklığı ve tüm bu faktörlerin yaşandığı aile kurumu, diğer taraftan da –fonda- kültürel yapı ve sosyopolitik etkenler var. Bu temaları göz önünde bulundurarak romanlarınızın birbirinden farkının ne olmasını istediniz? Bu soruyu sorarken, özellikle Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü’nü okurken -temaların birbirine benzerliği açısından- anlatılan hikâyeler bir noktada birbirine bağlanacak hissiyatı yaşadığımı da belirtmek isterim.
İçerik itibarıyla devam niteliği taşımayan kitaplar yazmaya gayret ediyorum çünkü her okur gibi sonrasını ben de bilmiyorum. Ayrılık, terk edilme, terk etme ya da ölüm gibi faktörler malumunuzdur ki yaşamın parçası. Benzerlik kısmı üslupta oluşuyor sanırım. Biçimsel olarak benzer süreçleri yaşıyoruz.
Gidelim Buralardan Muhlis’le devam edecek olursak, bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar kaderleri değişmiyor, kederleri de, gerçekler değişmiyor yani. Muhlis’in içinde bulunduğu durumla ilgili aşk hiçbir zaman ön planda değildi zaten dedim kitabı bitirdiğimde. Hikâyenin bütününe baktığımızda seni seveni ve sevdiğin kişiyi bilmek, yani tamamlanmak mıydı mevzubahis olan?
Gidelim Buralardan Muhlis romanında gitme sürecinin de anlatılması kıymetliydi çünkü süreçtir insanı değiştiren. Evet aşk hiçbir zaman ön planda değil. Yer, yurt ve yuva kavramlarının temellendirilmesiydi bir bakıma. Aşk çaba gerektirmez ama aşkla kalmak emek ister sanırım.
“Kimsenin ölmediği, öldü sayılmadığı cinayetler.” Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü’nün ana izleği olarak yazmak istedim bu alıntıyı. Asıl olarak yakalamak istediğiniz atmosfer bir cinayetin aydınlatılmasından ziyade sürecin nasıl yaşandığı mıydı?
Yaşanılan olay ya da olaylar sonrası kalanlara bırakılan ne varsa -hissiyat anlamında ve sonralık anlamında- dile getirmek istedim. İçinde bulundukları ruh hâlinin zamanla nasıl şekillendiği, etkisi ve ötesini anlattım.
Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü’nde baba karakteri Memduh var fakat bir de üç erkek çocuk ve bir yandan da annelerinin onları da terk etmiş olmaları var. Hikâyenin üç erkek evlat üzerinden anlatılmasındaki tercihinizi sormak istiyorum. Üç erkek olmasının hikâyeye dramatik açıdan özel bir katkısı mı oldu?
Birbirine hiçbir surette benzemeyen üç kardeşin olaya bakışı yazma süreci açısından da kıymetliydi benim için. Özellikle üç kardeş olmasının belirleyici bir etkisi yoktu. Dramatik oluşuna katkıları elbette oldu. Ayrılık hikayesine, annelerine verdikleri tepkilerin farklılığı süreci daha farklı kılmıştır sanırım.

Hemen yukarıdaki sorunun akabinde sizinle konuşmak istediğim diğer konu; her iki romanınızda da karakterlerin tamamının neredeyse erkek oluşu. İlk romanda Nurgül var, Nurgül’ün görüldüğü birkaç sahne var. Fakat ikinci romanda evi terk eden anne konuşuluyor hep ve hikâyenin içinde bir hayalet gibi dolaşıyor ama nerdeyse hiçbir sahnede canlı kanlı olarak en azından bir kadın karakter görmüyoruz. Bu duruma rağmen bir tür erkeklik meselesi, erkeklik meselesinin çıkmazları veya erkek olmanın acıları gibi- ajitasyonlar da yok.
İlk romanın ana karakteri Muhlis’ti. O roman Muhlis’in hikâyesiydi. Nurgül karakterinin arka planda kaldığını, eşit olmaları gerektiğini sorgulamadığım gibi erkeklik meselesi açısından da düşünmedim. Bir sonraki romanımın ana karakteri canlı bile olmayabilir. Hikâye oluştururken karakterleri azlık ya da çokluk hissiyle yani nicelikle hareket ettirmenin doğruluğuna inanmıyorum. Salt insan öğesinin cinsiyetin üzerinde, ötesinde olduğuna inanıyorum. Kimsenin Ölmediği Bir Cinayet Öyküsü romanında anlatılan kadın karakterinin bütün erkek karakterlere etkisini roman boyunca görebilirsiniz. Karakter yapılarının kendine has, münhasır kişilikler olmasına dikkat ettim sadece.
Son olarak, pandemi dönemi, ekonomik kriz, sıcak savaş, deprem… Geride kalanlar olarak öldü sayılmıyoruz ama yaşayamıyoruz da, aynı anlattığınız hikâyelerde olduğu üzere. Umudunuz var mı? Yaşadığımız bu dönemlerin edebiyata yansımaları nasıl olacak sizce?
Dünya geneli için söylüyorum: içinde bulunduğumuz durum içler acısı. İnsanlıktan çıkmak diye bir tabir var. Ülkeler, kıtalar arası göçler tarih boyunca vardı. Şimdi daha görünür ve belirgin. Herkes hikâyesini, azığını alıp yola çıktı. Bu yolculuk hâli, yol hâli, gitme isteği, mecburiyeti ve mahcubiyeti beraberinde çok şey doğurdu. Herkes hikâyesini de beraberinde götürdü. Kimi hikâyesiyle kaldı. İnsan acılarını paylaşmak için muhatabının da acı çekmiş olmasını önemsiyorsa hepimiz aynı zeminde değil miyiz? Tanımladığınız gibi karanlık atmosfer canımızı çokça yakıyor. Kıyıya vuran çocuklar kimin içini parçalamıyor ki? Hikâyede bir kasabadan dem vurdum. Şimdi ise metropollerde de aynı durumlar mevcut.
Muhlis’in dediği gibi “sırtımdakiler taşıdıklarımdan daha ağır” lakin umuttur insanı yaşatan…