.

Kim İstemez Ki Bir Ziyafet Sofrasına Oturmayı?

Nihan Abir

Söz konusu ziyafetler olduğunda hem yemekleri hem filmleri sevdiğimden olsa gerek aklıma Babette’s Feast (Babette’nin Şöleni) geliyor. Film, katı kuralları olan küçük bir kasabada insanların birlikte oturacağı bir ziyafet sofrasının gündelik hayatı hatta kişilerin davranışını ne denli değiştirebildiğini, sofrayı hazırlayan ya da hazırlayanlar için yemeğin ne anlama geldiğini o kadar zarif biçimde anlatır ki filmin tadı insanın damağında kalır.

Ziyafetin edebiyattaki örneklerinin de filmlerden aşağı kalır yanı yok elbette. Güzin Yalın’ın Ziyafet adlı öykü kitabındaki yiyecek maddelerine ve onların etrafında süregiden hayatlara baktığımızda ziyafetlerin birçok farklı yönünü gözlemleme imkânımız olur. Çünkü hepimiz ziyafetlerin ilk olarak gözü ve karnı doyuran şölen havasını hatırlasak da bunların farklı cephelerinin olduğunu Brillat-Savarin’in şu sözlerinden anlayabiliriz:

“Hâlâ bir biçimde ilkel olan insanlar arasında, en önemli iş ilişkilerinin sofra etrafında kurulduğu iyi bilinir; vahşilerin savaşa ya da barışa karar verdikleri ortam, bir şölen atmosferidir; hatta o kadar uzağa gitmeye gerek yok, kendi köylülerimizin bile, işlerini meyhanelerde yürütmeye devam ettiğini görürüz.

Bu gözlem, büyük ilgilerini gizlemeyen insanlar tarafından hiçbir zaman yadsınmaz; iyi beslenmiş bir kişinin, aç olanla aynı durumda olmadığını; sofranın, pazarlığa girişen ile pazarlık yapılan kişi arasında bir tür bağ oluşturduğunu ve sofra sayesinde yemek yiyenlerin, birbirleri hakkında izlenimler edinmeye daha istekli ve etki altında kalmaya daha uygun olduklarını gözlemlemişlerdir; politik gastronomi böylelikle doğmuştur. Yemekler, hüküm sürmenin vasıtası haline gelirler ve tüm insanların kaderi bir şölende belirlenir. Bu ne bir çelişkidir ne de gerçek bir havadistir, sadece gerçekliğe dair basit bir gözlemdir. Bir kişi, Heredotos’tan bugüne herhangi bir tarih kitabını açsa, görecektir ki, komplolar da dâhil olmak üzere, bir şölende tasarlanıp hazırlanan ve başarı kazanmayan tek bir olay bile yoktur.”[1]

Brillat-Savarin’in vurguladığı insanların kaderini belirleme özelliği ziyafet sofralarının insanları bir araya getirme özelliğiyle ilgilidir. İyi bir ziyafet sofrasında, bol çeşitte ve farklı lezzetlerde yemek bulunması beklendiği gibi kalabalık bir ortam da beklenir. Oysa Güzin Yalın’ın öykülerindeki yiyecekler, sofralar, ziyafetler hatta yiyecekle ilgili kişiler ve nesneler birbirine yalnızlıkla bağlanır. Fiziksel yalnızlığın yanı sıra ruhsal bir yalnızlıktır bu; en sevdiğinizin, en çok beklediğinizin, o sofrada olmasını en çok arzu ettiğinizin orada olmamasının getirdiği bir yalnızlıktır. “Çorba” öyküsünde Canan’ın söylediği türden bir yalnızlıktır: “Biliyor musunuz, yalnızlık berbat bir şey. Gerçi bildiğinizi zannedebilirsiniz tabii am doğrusu pek sanmıyorum. Çünkü sözünü ettiğim yalnızlık hayatınızdaki insan sayısıyla ilgili değil hiç. Sadece annesiz kaldınızsa hissedeceğiniz türden bir şey. İnsanın annesi yoksa hep yalnız oluyor, hep üşüyor çok. Sırtı değil de içi buz kesiyor ama… Annesi hem var hem yoksa yani. Yanında olduğu halde yoksa…”[2]

Yemek ve yalnızlık teması etrafında okunabilecek Ziyafet kitabında “Bakkalcı Sepeti”, “Reçel”, “Bonfile”, “Çorba”, “Menemen”, “Ziyafet”, “Fırıncı”, “Aşure” ve “Kestane Kebap” adlı dokuz öykü bulunur.

“Bakkalcı Sepeti”nde terzi ve bakkal olan iki dostun bir dükkânı paylaşması, terzinin kızının bakkalın oğluna karşılıksız aşkı anlatılır. Paylaştıkları dükkânın sahibi olan terzi ölünce aile hukukuna dayanarak dükkânın tamamına bakkal yerleşir. O öldükten sonra da dükkânı oğlu işletmeye başlar. Terzinin kızı ise umutsuz bir şekilde kiracısı olan bakkala âşıktır. Senelerdir aralarında gizli bir aşk olduğunu düşünen terzinin kızı, dükkânın üstünde oturur ve bakkalı olmayacak istekleriyle çıldırtır, ona kendince naz yapar. Kremalı bisküvilerin, yumurtaların, diyet ürünlerin yer aldığı bu öyküde esnaflık hukukuna ve mahalle kültürüne de değinir Güzin Yalın. Yakında manav olmasına rağmen dükkânın önünde portakal satmaya başlayan bakkala esnaf komşuları içten içe darılırlar örneğin. Terzinin kızı ile bakkalın oğlu arasındaki gerilimli ilişki mahalleliyi eğlendirir ve kulaktan kulağa konuşulanlardan tüm hikâyeyi öğrenmemiz mümkün olur. Terzinin kızının yalnızlığı ve bu yalnızlığı platonik aşkıyla gidermesi bu öykünün trajikomik teması haline gelir.

“Bonfile” öyküsüyse okuyucuyu çalışmak zorunda olan küçük fakir çocuk ve işkence görmüş yavru köpek üzerinden iki acı yalnızlıkla yakalar. Bir mahalle kabadayısının gözetiminde ayakkabı boyayarak karnını doyuran Mehmet, sokakta bulduğu işkence görmüş köpeği sahiplenir ve bu köpek onun tüm dünyası haline gelir. Çünkü bu yavru köpek, ona aynı zamanda evlenip giden ablasını ve ablasının çok sevdiği ölen bir köpeği hatırlatmaktadır. Lokantadan yalvar yakar aldığı bonfileyi köpeğe veren çocuk, kötü bir sürprizle karşılaşır ve hayattaki yalnızlığını, insanların acımasızlığını bir kez daha fark eder. Bu öyküde bonfile sosyal statünün, maddi durumun ve içten sevginin etkileyici bir göstergesidir. Hayatında daha önce hiç bonfile yememiş, bu etin tadını dahi bilmeyen Mehmet’in aldığı bonfileyi kendi yemek yerine yavru köpeği Topaç’a vermesi, onun sevgi dolu çocuk yüreğine işarettir.

Ziyafet’te yalnızlığa ek olarak anne-kız ilişkileri ve kayıplar da öykülerde ortak bir izlek oluşturur. “Çorba”da annesi ile sorunlu bir ilişkisi olan Canan’ın ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve rüyasında annesini gördüğünü öğreniriz. Rüyada yapılması söylenen hasta çorbası, öyküye adını verir ve anne- kız ilişkisinin kilidini açan bir anahtara dönüşür. Canan’dan sevgisini esirgeyerek tüm ilgisini ve anlayışını onun kız kardeşine veren Canan’ın annesi, onun hayatı boyunca yapayalnız hissetmesine yol açar. “Aşure”de ise kızını toprağa vermiş bir annenin hissettiklerini okuruz. Kızı sevdiği için aşure yapan ve sırasız ölümden canı yanan anne hayalinde kızıyla konuşur. Benzer bir durum kitaba adını veren “Ziyafet”te de yaşanır. Çeşit çeşit yiyeceklerle sofrayı donatan bir anne, kendisini ziyarete gelmeyecek kızını bekler. Hayalinde anneannesi ile konuşmasından anladığımız kadarıyla onun da annesiyle sağlıklı bir ilişkisi yoktur. Yalnızlık ve anneanne, torun ve torunun kızı üzerinden kuşaklar boyu süren bir anne-kız çatışmasıyla karşı karşıyayızdır. “Reçel” öyküsündeyse reçel yapmak kayınvalide-gelin ilişkisini tatlandırmasına rağmen kayınvalidenin hafızasında hem acı hem tatlı hatıralara sahiptir. Yiyecekler sadece anne-kız ilişkisini göstermekle kalmaz aynı zamanda vefat eden, ardından yas tutulan kişilerin de bir hatırlatıcısı durumuna gelir.

Öykülerle ilgili dikkat çeken başka bir unsur ise tüm öykü karakterlerinin söylemek isteyip söyleyemediği şeyler bulunmasıdır. Kitapta iç konuşmalar ve bilinç akışı, öykülere adını veren yiyecekler ya da nesneler/sofralar üzerinden gerçekleşir. Ünlü bir yönetmenin tüm ödülleri almaya aday olan yeni filminin galası yüzünden ağız tadıyla öğle yemeği yiyemeyen zavallı gişe memuru, “Menemen” öyküsünde bu duruma çok hoş bir örnek oluşturur. Yönetmenin yeni filmi için sabahın erken saatlerinden itibaren kuyruğa giren sanatseverler, gişe memuruna nefes aldırmaz. Hiç azalmayan bilet kuyruğuna bakarak yemek yiyebileceğinden şüphe duymaya başlayan gişe memurunun iç konuşmaları şöyledir:

“Ne olur bir yandan yiyip bir yandan bilet kessem sanki? Sıradakiler farkına bile varmaz aslında. Baksana nasıl kendi dertlerine düştüler. Yağmurun altında titreştikçe sinirleri bozulup saldıracak yer arıyorlar. Soğuktan donmayanı da endişeden kazık kesmiş vaziyette! Ya kalmazsa bilet? Herkes sabit gözlerle önünde kaç kişi kaldığını saymaya yoğunlaşmış durumda; gözleri başka bir şey görmüyor. Yok ama, tehlikeyi göze alamam. Kaç kez denedimse başıma iş açıldı. Bir keresinde burada o her sene gelip her şeye bilet alan gaga burunlu kadın olay çıkardı, biletine salça bulaştı diye. (…)” [3]

Gişe memuru sıranın hiç azalmaması üzerine öğle yemeği saatinde satış yaparken bir yandan menemeni yemeye çalışır. Ama onun için karnını doyurmak hiçbir anlamda kolay değildir. Menemeni yediği sırada öğretmen bir müşteriden azar işitir, yemek buz gibi olur. Oysa gişe memurunun da âhı tutmaz değildir. Kuyruktakiler de bundan habersizdir.

Güzin Yalın’ın Ziyafet’i sadece yemekle değil; yalnızlığımızla, iç konuşmalarımızla, evhamlarımızla, kaybettiklerimiz ve özlediklerimizle bizi besliyor. Sofra zengin, etrafında da ruh birliği yaşayan bir kalabalık var.  Her şeye rağmen umutlu bir kalabalık bu, tıpkı son öykü “Kestane Kebap”ın ana karakterinin umutlu oluşu gibi.  

Afiyet olsun.


[1] Brillat-Savarin, “Gastronomi Üzerine”, Çev. Özge Açıkkol, Yemek ve Kültür, sayı 6, 2006, s.20.

[2] Güzin Yalın, Ziyafet, Ruhun Gıdası Kitaplar, İstanbul 2018, s.73.

[3] Age., s.82.