
Bilge Sönmez
Akışı Olmayan Sular, Pınar Kür’ün 1983 yılında ilk kez Can Yayınları’ndan çıkan ve 1984 senesinde Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülen öykü kitabı. Yazar kitabına, içindeki hikâyelerin ismi haricinde bir başlık koymayı tercih etmiş.
Akışı Olmayan Sular’da “Biraz Daha Ölmek”, “Kısa Yol Yolcusu”, Leylâ İçin Şiir”, “Son Çizgi” ve “Bitmemiş Zamana Dair” olmak üzere beş öykü bulunmaktadır.
“Biraz Daha Ölmek”, “Leylâ İçin Şiir” ve “Bitmiş Zamana Dair” hikâyelerinde mekân büyük çoğunlukla, yazarın kendi yaşamının da geçtiği Paris Apartmanı’dır.
“Bitmiş Zamana Dair” hariç diğer bütün öykülerde anlatıcı erkektir ya da bir erkeğin gözünden olaylara tanık oluruz. Kadınlara erkek gözünden bakmak, bu hikâyelerin üslubunu da belirlemiştir. Karakterler çoğunlukla yaşamın içine dahil olamamıştır, geçmişleri travmalarla doludur. Hayattaki yerlerini sorgularlar ve çoğu, hayatı kaçırmış, cesaretsiz insanlardır.
“Biraz Daha Ölmek”, annesine büyük bir hayranlık duyan çocuğun gözünden bir ailenin yaşamını konu alır. Anlatıcı -Erdoğan-, annesine olan cinsel duygularını, yetişkinliğe eriştiğinde aşamamış ve hayatında hiçbir kadına sağlıklı bir biçimde yaklaşamamıştır. İki farklı zaman düzleminde geçen hikâyede çerçeve olay, Erdoğan’ın sinir krizi geçirmesi üzerine yattığı hastane odasında yaşadıklarıdır. Hastanede bulunduğu süre içerisinde de çocukluğundan itibaren yaşadığı çevreyi, ailesini ve özellikle annesine olan düşkünlüğünü anlatır. Hikâye, ailenin yaşadığı Taksim civarında bulunan apartman tasviriyle başlar.
“Taksim yakınlarında, ağaçlıklı, sessiz bir sokağın en büyük yapısı bizimki. Hatta İstanbul’un -gerçek sarayları saymazsak- en büyük yapılarından biri. Gölgeli bir bahçenin üç yanını sarmış, yedi katlı, ger katında üç büyük, iki küçük daire olan dev bir apartman.” (sf. 2)
Bu satırları okurken, sürekli önünden geçtiğim, her defasında durup dakikalarca seyrettiğim Elmadağ Caddesi’ndeki Paris Apartmanı gözümde canlanmıştı. Pınar Kür’ün bu apartmanla bağlantısı olduğunu, hikâyeleri sayesinde öğrenmiş oldum.
Bu mahalle tasvirinde, çevredeki Ermenilerden ve Fransızlardan bahsedilir; yazar burada, bu iki toplum arasındaki ince farkı çocuk gözüyle sezdirmeden anlatır okuruna. Babasına zenginlik olgusuyla yaklaşır; kız kardeşini hiç sevmez, hikâye boyunca ondan diablesse “şeytan” olarak bahseder ve annesine hayrandır. Bu çocukluk anlatısına bir de savaş ekleniyor ve bununla beraber biz, savaşın etkilerini -Türkiye’de yaşanmasa bile- görüyoruz.
“Savaşa katılmadan da binlerce ölü vermişiz, babam öyle söylüyor. Hastalıktan, zafiyetten, hatta açlıktan ölenler olmuş. ‘Millet ekmek yerine süpürge çöpü yiyor,’ diyor. Bizim soframızdan ekmek hiç eksik olmadı daha oysa. Tadı kötüleşti, rengi değişti, o başka.” (sf. 12)
Annesini “şehvetli” görmesi, ona çeşitli yollarla erkekliğini kanıtlamaya, evlerindeki eşyalar satılırken kendi isteklerinden vazgeçmesi, babasının ölümünden sonra artık annesine tamamen sahip olabileceği fikri Freud’un Oedipus kompleksi ile açıklanabilir.
“Biliyordum, biliyordum o güzel odaya kıyamayacağını… Ölünceye dek birlikte yatacağız orada, aynaya birlikte bakacağız…” (sf. 40)
“Başımıza bunca felaketi getiren babamı benden daha çok sevdiğini anladım. Hem de ona tümüyle sahip olduğuma inandığım anda.” (sf. 41)
Oedipus kompleksine göre anne ve çocuk arasındaki aşırı yakınlık tehlikelidir ve anne, herkesin ilk aşk nesnesi olsa da hem kız hem erkek çocuk tarafından eninde sonunda terk edilmesi gerekmektedir ve yeni aşklar ancak bu sayede olası hale gelebilecektir.[1] Fakat Erdoğan, annesine olan duygularını terk edemediği için ömrü boyunca bir kadına sağlıklı bir şekilde yaklaşamaz. O, yaşamı boyunca, tutunabileceği anları kaçıran bir adamdır.
“Neden? Yaşama sahip çıkabileceğim her an’ı neden kaçırdım? Her türlü yaşamayı neden hep reddettim? Neydi korktuğum? Neden, neden çekindim hep?” (sf. 58)
Anne-çocuk arasındaki ilişki zaman geçtikçe tersine dönecek, roller değişecektir. Artık ilgi bekleyen taraf annedir, çocuk elli yaşına gelmiştir.
“Ne korkunç şey çocukluk düşlerinin gerçekleşmesi! Annemin her an benimle meşgul olması, benden başka bir şey düşünmemesi, durmadan çevremde dönmesi, tüm yaşamını bana adaması… Daha ne isterdim küçükken?” (sf. 26)
Küçük bir oğlan çocuğu olarak annesiyle arasındaki sorunlu ilişkilerden bahsetmesinin yanı sıra, elli yaşında bir adam olarak “yaşamak” üzerine de düşünür anlatıcı. Çünkü ölmeye çok yaklaşmıştır ve hayatının o zamana kadarki kısmında, ne denli doğru yaşadığını sorgulayacağı yerdedir şimdi.
“Yaşamadan ölünür mü? Çünkü ben ne zaman yaşadım? Elli yaşındayım, doğru. Babamın yaşını aştım, doğru. Ölüme adım attığım da doğru. Ama ben ne zaman yaşadım?” (sf. 55)
Hikâye boyunca hayatındaki sorunlu gidişatın farkında olduğunu görsek de ancak son sayfada vurucu bir biçimde okuruz bu farkındalığı:
“Ömrümde ilk ve son kez topladığım çiçekler soldu diye, çiçeksiz yaşayamayan bir kadın onları bıçaklanmış insanlara benzetti diye o kadın sevdiğini yitirdi -cezasını çekti, cezasını çekti- ve neredeyse kırk yıl boyunca bir tek çiçek koklamadan ömür tüketti diye neden başka bir çiçeğe uzanamadı elim?” (sf. 60)

“Kısa Yol Yolcusu” öyküsü, İstanbul’da bir işçi olarak yaşamanın günümüzde dahi değişmeyen gerçeğiyle başlar ve başlangıcından itibaren hikâyedeki anlatıcı biz oluruz.
“Önceleri saat altıda kalkardım. Bir süre sonra altıyı on, daha sonraları yirmi geçe kalkmaya başladım. Hazırlanma süremi kısaltmayı başardıktan sonra uyuma süremi uzatabildim dersem doğru olmaz. Uyuma süremi elimde olmadan -gözlerimi açamıyordum bir türlü- uzattığım için hazırlanma süremi kısaltmak zorunda kaldım.” (sf. 61)
Anlatıcı, yaptığı yolculuklarda otobüs güzergâhının elverdiğince İstanbul’u ve İstanbul’un çeşitli semtlerini gözlemleme fırsatı bulur. Bir durak önce gecekondularla dolu bir mahalledeyken bir durak sonra birdenbire zengin mahallesinde bulunmak çok gerçek dışı ve şaşırtıcıdır, İstanbul için ise bu olağan bir durumdur, tıpkı şimdi olduğu gibi. Hikâyenin yazıldığı 1981’den bu yana İstanbul’un gecekonduları ve zengin mahalleleri değişmemiş gibidir. Yollar yapılır, şehir gelişir fakat sadece bir grup insan için.
Anlatıcı ile İstanbul arasındaki ilişki, birbirine temas etmeden sürüp giden türdendir. Ne o İstanbul’a gerçekten erişir ne İstanbul ona bir değer katar. Günümüzde bizler de çoğu zaman İstanbul’u sadece onun gibi yaşarız.
“Her gün dört saat boyunca İstanbul iki yanımdan akıyor, ben saydam bir kutu içinde İstanbul’un ortasından akıyorum. Ama birbirimize değmiyoruz. Şişe içinde ırmağa atılmış bir mektup gibiyim. Hem ırmağın içindeyim, hem ona bir katkım yok. Hem diyeceğim bir şeyler var şişenin içinde kapanmış, hem ırmağın bunlardan haberi yok ve olmayacak. Hem ırmak beni bir yerden bir yere götürüyor, hem gittiğimiz yönü ben saptayamıyorum. Hem ırmak bana dokunmuyor, hem ben ırmağa dokunamıyorum. Birbirimize değmiyoruz.” (sf. 65)
İstanbul’un sorunlu tarafının yanı sıra hikâyede kadın-erkek, işçi-patron ilişkilerini, sorunlu aile yapısını da görürüz. Erkek, yolculuğun bir yerinde gördüğü gelinlik dükkanının çağrışımıyla, kendisiyle mutsuz olan karısını anlatır biz okurlara.
Pınar Kür, eşyalarla anılar arasında bağ kurmuştur. Anlatıcının gördüğü bir palto askısı, ona anneannesinin evini hatırlatır. Önce bir renk anımsar, daha sonra yavaş yavaş imgeler belirir. O eski evin içerisindeki sıcaklığı, babasını ve annesinin olmayışını hatırlar. Palto, onu en sonunda babasının, annesinin ölümüyle olan ilgisine, hakikate ulaştırır.
“Kısa Yol Yolcusu”nun ilk yarısında İstanbul’un hayhuyu ön plandadır; anlatıcı, her gün yaptığı otobüs yolculuğunda şehri, insanları, şehirdeki yerini sorgular. Hikâyenin diğer yarısı ise travmalarla dolu bir çocukluk, bozuk bir evlilik,kadın cinayeti, şiddet ve yalanlarla doludur. Pınar Kür, anlatıcıya “… hiçbir zaman gerçek bir kişi, bir anne olarak görmedim, benimsemedim onu, bir dünya güzeli olarak özledim…” (sf. 82) cümlesini kurdurarak anne ile erkek çocuk arasındaki soruna da değinmiş oluyor.
“Leyla İçin Şiir” hikâyesi, henüz çocukken apartman komşusu Leylâ’ya âşık olan ve bu aşkı yıllar boyu içten içe sürdüren anlatıcı ile aynı zamanda Leylâ’nın yaşadıklarını anlatır. Hikâye, evli ve iki çocuk babası olan bu saplantılı adamın ağzından, şimdiki kısacık zamanda yaşadığı buhran ve bu esnada hatırladığı geçmişe dair anılarından oluşur.
Leylâ, mahallenin en güzel kızı onun için, yaşı önemli değil. Gelip giderken izlediği, gözlediği, aşkını içinde yaşadığı, uğruna şiirler -kötü mü kötü şiirler- yazdığı bir kadın. Leylâ’yı ilk kez ilkokula başladığı sıralarda görüyor ve nasıl ki bir insan, yaşamı o yaşlardan itibaren bilmeye başlarsa, anlatıcı da Leylâ’yı yaşamla beraber öğrenmeye başlıyor, onun yaşamıyla Leylâ eş zamanlı ilerliyor.
“Leylâ’yı düşünüyorum. Son günlerde sık sık anımsıyorum Leylâ’yı. Hayır, yanlış bu dediğim. Leylâ unutulma-anımsama sürecinden hiç geçmedi ki. Temel bilgilerden biri Leylâ benim için.” (sf. 85)
Leylâ’nın hayat dolu bir kadınken zamanla nasıl söndüğünü, hakkında söylenenleri ve etrafındaki insanların hepsini anlatıcının gözünden okuruz. Anlatıcı henüz çocukken Leylâ’yı takip eder, onun bir adamla buluştuğuna ve ormandaki birlikteliklerine şahit olur. Anlatıcı, hikâye boyunca bu adamın iğrençliğinden bahsedecektir. Anlatıcının Leylâ’yı takip ettiği sayfalarda İstanbul’un muhtelif yerlerini ve Adaları okuruz. Leyla, hayatındaki bu iğrenç(!) adamdan sonra bir daha eskisi gibi olmaz, insanların gözünde delirmiştir, saçlarını farklı farklı renklere boyar, giyimi, yürüyüşü özensizleşir, çenesi artık yukarıda yürümemektedir. Anlatıcı yine de ona olan aşkını sürdürür.
Başlangıçta bu aşkın çocuksu bir tarafı olduğunu düşünsek de aradan geçen 20 yıla ve yaşamın onu getirdiği konuma baktığımızda bunun bir saplantı -tabiri caizce delilik- olduğunu, onun hâlâ Leylâ’ya şiir yazdığını okuduğumuzda görüyoruz. Hikâyenin bir bölümünde ise onu uzun bir zamandan sonra ilk kez anımsadığını söyler. Anlatıcının zaman algısı, olayların akışına göre öykü boyunca farklılık gösterir.
“Şiirleri Leylâ’ya göstermediğimi, hiçbir zaman gösteremeyeceğimi öylesine kesinlikle biliyorum ki şimdi, o günleri anımsamak bile bir başka akla uzak düşmüş gibi geliyor bana. Zaten yıllar yılı anımsamadım da.” (sf. 91)
Anlatıcı, ailesindeki tüm kadınları “aklı başında” olmalarıyla suçlamaktadır. Leylâ’nın deliliğinden dolayı o da “aklı başındalık” durumuna karşı bir nefret besler. Ona göre Leylâ nasılsa doğru olan odur çünkü. Anlatıcı, Leylâ’ya olan saplantısını, hislerini uzun uzun açıklayarak meşrulaştırıp ailesine, gerçek yaşantısına sırt çevirir. Pınar Kür, bu durumu bir erkeğin açısından, en gerçek hâliyle görmüştür. Ona göre, kendisinin Leylâ’ya olan hisleri tek gerçek, hayatındaki geri kalan her şey bir düzmecedir. Leylâ, anlatıcı için gerçeklerden/sorumluluklarından kaçış noktasıdır. Oysa, bu hayatı kendisi hiç kimsenin zoru olmadan kurmuştur. Yine de işine gelmeyen anlarda kendi hislerini abartılı bir biçimde her şeyin önüne geçirmeyi başarmıştır.
Anlatıcı, evliliğinden bahsederken 12 Mart olaylarına değinir, politikanın insan yaşamını ne derece etkilediği, hiç ilgilenmezken bile aslında yaşamın ta kendisinin politik olaylarla şekillendiğini şu satırlarla görürüz:
“’Herkes işini bir kitaba göre uydurdu,’ diyor karım. ‘On İki Marta yakından bulaşmış olanlar bile, sense… O gece eve almadım diye kıyametleri kopardığın Taner, şimdi koca bir reklam şirketinin başında!’” (sf. 85)
Anlatıcının hikâyesine paralel olarak okuduğumuz Leylâ’nın hikâyesinde ise kendini bilen, hayata bağlı bir kadının, yaşadığı olaylar ve arkasından söylenenler üzerine nasıl da hayattan koptuğunu okuruz. Yazar, Leylâ’nın bu hâllerinden yola çıkarak anlatıcı aracılığıyla deliliği de sorgular.
“Deli sözcüğünün ciddi bir suçlama olarak kullanılması… Neden, nasıl, ne zaman olur bu? Ve ne demektir? Neyin karşıtıdır deli ya da neyin benzeri?” … Benzeri: düşler. Şimdi bunu birine söyleyecek olsam güler kuşkusuz.” (sf. 124)
Anlatıcı, şimdiki zamanda içinde bulunduğu kriz anında düşünür tüm bunları. Onun gözünden/yaşadıklarından, kadın-erkek ilişkisi ekseninde ve toplumsal düzeyde kadına yapılan haksızlıkları okuruz. Yazar, kurduğu her cümlede bize içinde yaşadığımız toplumun gerçeklerini, kadın-erkek ilişkilerini öyle bağırıp çağırarak değil, tam da olduğu gibi anlatır.
“Son Çizgi”, mutsuz bir evlilik süren Muammer’in, karısına karşı beslediği olumsuz hisleri kusmasının hikâyesidir. Üçüncü bir gözle aktarılan hikâyede, yalnızca Muammer’in aklından geçen düşünceleri okuruz; diğer karakterler, Muammer’in onları gördüğü şekilde anlatılır.
Muammer ve Sevil, beş sene önce evlenmişlerdir ve dört yaşında Kaya adında bir oğulları vardır. Muammer, çevresi tarafından sevilir, kadınlara düşkündür, karısını aldatır. Yazlıklarına davet ettikleri genç çift arkadaşlarıyla -Cem isminde bir de oğulları vardır-, birlikte yapacağı kısa tatil onun için zehir olmaktan çıkmıştır. Zira karısına yalnızken katlanamamaktadır. Muammer, arkadaşının karısı Nurdan’a karşı ilgi duymakta, Sevil ile onu sürekli karşılaştırmaktadır. Birlikte vakit geçirdikleri bir gün, Kaya ile Cem bahçede bulunan kuyuyu kapatan hasır bezin üzerinde oynarlarken kuyuya düşme tehlikesi geçirirler. Muammer çocukları son anda kuyuya düşmekten kurtarır. Sevil, yaşanan bu tehlikeden çok etkilenmiş ve buna sebep olan kuyuyu kapatmadığı için -sorumsuzluğu dolayısıyla- kocasına çok sinirlenmiş, bağırıp çağırdıktan sonra çocuğunu alıp eve girmiştir. Nurdan ise, çocukları düşmekten kurtardığı için Muammer’in harika olduğunu tekrar edip durmuş, ikisi bir süre bakışmışlardır.
Bu kısa hikâye, kadınla erkeğin bir evlilik içerisindeki gerilimini hissettirir, sonundaki olay ve diyalogla gerilim son noktaya ulaşır. Hikâyenin başında, yanında genç bir kızla uyanan Muammer, aynaya baktığında yaşlılığının farkına varmıştır:
“Aynada gözüne ilişen karanlık yüzün şişmiş çirkinliğinden irkildi birden. Karşısındakinin kendi elli yıllık yüzü olduğuna hemen inanmadı.” (sf. 155)
Muammer’in öyküsü, bize orta yaş bunalımına girmiş bir erkeğin portresini çizer. Genç bir kadınla bir gece geçirmesi, arkadaşının genç karısından hoşlanması onun bu bunalımının örnekleridir. Oğluyla arasındaki bağ dahi, karısına olan nefreti üzerine kuruludur. Okur olarak yalnızca karısının onda uyandırdığı tiksindirici duyguları görsek de bunlar sadece erkeğin kendisini makul gösterdiği cümlelerdir. Hikâye Muammer’in kuyudan kendi yüzüne bakarken aklından geçirdiği şu cümlelerle son bulur:
“Sonra iki eliyle kuyunun taşına dayanarak sığamayacağı kadar küçük olan yuvarlak deliğe doğru eğildi. Kendi kendisini görmek istiyordu belki. Ama çok aşağılardaydı su. Derinde karanlık bir ışıltıydı yalnızca. Yüzünü göremedi. Yüzüne çizilen en son çizgiyi göremedi. Görebilseydi anlayabilirdi belki, hiçbir yeni çizginin son olamayacağını… ölünceye dek…” (sf. 172)

“Bitmiş Zamana Dair”, yazarın Elmadağ’da bulunan Paris Apartmanı’ndaki yaşantısından izler bulabileceğimiz bir hikâyedir. Anlatıcı bu sefer bir kadındır; çocukluğundan başlayarak genç kızlığına ve şimdiki 33 yaşına dek, apartmanlarındaki 9 numarada oturan bir aileyle kurduğu bağı anlatır. Karlı bir kış gününde bahçede gördüğü bir kedinin sahibinin 9 numaralı dairede olduğunu öğrenir ve böylece oradaki dünya ile tanışır. Nebile Hanım, Pertev Bey, Beyhan Hanım, Enise Abla ve Ahmet’ten oluşan 9 numaralı daire, maddi sıkıntılardan dolayı yalı yaşamından apartman yaşamına geçmişlerse de yalıdaki alışkanlıklarını sürdürmeye devam ederler, dış dünyayla pek alakadar olmazlar. Arada sırada evdeki değerli eşyalarını satarak parasal sıkışıklıklarını giderirler.
Anlatıcı, henüz küçük bir kız çocuğu iken bu aileyle tanışmış, kendi modern/Batılı yaşamından, ailesinin ilgisizliğinden bunaldıkça bu dünyaya sığınmıştır. Kendi ailesinin aksine 9 numaradakiler onu hep ciddiye almış, hiç yadırgamadan aileden biri olarak görmüşlerdir; anlatıcı, ailesini hemen şikâyet edecek kadar hızlı benimsemiştir onları. Kendi ailesindeki konumunu ise şu satırlarla aktarır:
“İçe dönük, kendisiyle çevrili, üç kişilik bir halkaydık. Daha doğrusu iki kişilik. Sanki dört elle birbirlerine sarılmışlardı da ben aç-kapıyı-bezirgânbaşı oyununda yakalanmış biri gibi aralarında kalakalmıştım. Bana değil, benim üstümden birbirlerine bakarlardı çoğunlukla.” (sf. 181)
Karakterleri, anlatıcının gözünden, onun gördüğü kadarıyla tanırız. İnsanları salt iyi veya kötü olarak değerlendirmeyen anlatıcı, ailenin geçmişinde yaşanan hiçbir olayı da kesinlikle doğru diyebileceğimiz bir şekilde öğrenemez.
Hikâye, kitapta belirtildiği üzere 1972-1980 yılları arasında yazılmıştır. Türkiye’nin politik atmosferinden hiç söz edilmez; belki yalnızca ekonomik sıkıntılardan yola çıkarak bunun sebebinin politik olduğunu ya da onların Eski Osmanlı ailesinden kalan bir halka olduğundan dolayı bu sıkıntıları yaşadığından söz edebiliriz.
Onlar, dışarıyla ilişkilerini tamamen kesmese bile, eski alışkanlıklarını devam ettiren; nadiren, yalnızca gerektiğinde dışarıya çıkan bir ailedir. Yalnızca Nebile Hanım’ın torunu Ahmet, modern dünya ile eski Osmanlı yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir gençtir. Gece kulüplerinde caz piyanistliği yapmaya kadar götürür işi.
“Zamanla daha iyi anladım: çevremdeki çoğu kişinin bilmediği ya da unuttuğu bir değerler dizisi içinde yetişmişler, başka türlüsünü anlayamadıkları için yerine yenilerini koymayı düşünmeyerek, sanki hep aynı değerler geçerliymiş gibi sürdürüyorlardı yaşamlarını. Ailedeki öteki kişiler için de doğruydu bu. En genç olan Ahmet bile hiçbir zaman kurtulamayacaktı bunlardan -ya da ben onu tanıdığım sürece kurtulamadı. O değerlerin artık geçersizliğini en iyi anlayan -tek anlayan- kişi olmasına karşın her başkaldırışında başarısız oldu, dış dünya ile kurmaya kalktığı efece ilişkileri her seferinde yüzüne gözüne bulaştırdı.” (sf. 189)
Anlatıcının Pertev Bey ile kurduğu ilişki ise resim etrafında gelişmiştir. Huzursuz olduğunda Pertev Bey’i resim çizerken seyreder, manzaraları ve renkleri algılamaya çalışır; ondan piyano çalmayı da öğrenir. Anlatıcı, babasının da ressam dostu olduğundan bahseder; yazar belki bu satırlarda Bedri Rahmi’ye değinmek istemiştir:
“Babamın dostları arasında bir ressam vardı gerçi, hatta adamın iç içe boyanmış birkaç kareden oluşan -hepsi de mavi renkli- bir ‘tablo’su duvarımızda asılıydı, ama onun evini görmemiştim.” (sf. 214)
Onun, geçmişi anımsama biçimi belki de geçmişte Pertev Bey’i resim çizerken izlediği anılarıyla; daha geniş bir çerçeveden bakarsak o evde yaşadığı sıcaklık ve imgelerle şekillenmiştir.
“Ömrümün değilse bile okul yıllarımın, ilk gençliğimin bütün insanlarını hatırlarım. Olay olay değil çoğu kez; hava, koku, renk, ışık ve mutluluk olarak.” (sf. 207)
Anlatıcı, Ahmet’in ölüm ilanını gazetede görmesiyle eski yaşantısını anımsar. Onun, gazete ilanına bakarken anımsadığı tüm anılarından oluşur bu hikâye; ölüm üzerinde dolanır durur. Artık ailede kalan son kişi de ölmüştür ve onların hikâyesini ancak anlatıcı aktarabilecektir. Hikâyenin başlığı, bize tüm anlatılanları özetler niteliktedir. Pınar Kür, bu hikâyesinde doğrudan kendisi olarak değilse de anlatıcının yazar kimliğini gizlememiş, açıktan açığa göstermiştir.
Pınar Kür, “Akışı olmayan Sular”da çocukluk ve yaşlılığa, kişilerin eşyalarla kurduğu duygusal bağlara değiniyor. Kitabın benim için en dikkat çekici özelliği ise birçok farklı kadını erkeklerin gözünden okumak, değerlendirmek. Farklı erkek bakışları, -kitabın yayımlanması üzerinden geçen onca zamana rağmen erkek zihniyetinin pek de değişmediğini görmekle beraber- kadınların ne kadar haklı bir mücadele içerisinde olduğunu gösteriyor.
Tüm alıntılar: Pınar Kür, Akışı Olmayan Sular, Everest Yayınları, 2012
[1] https://sanatkritik.com/klinik-2/divan/ahmet-erhan-siirinde-anne-baba-ve-cocukluktan-kalanlar/