
Aynur Kulak
Çağdaş edebiyatımıza kazandırdığı romanlarla kıymetli yazarlarımız arasında yerini alan Irmak Zileli, dokuzuncu romanı Şimdi Buradaydı ile yine karakter inşasını esas alarak, farklı olay örgüsüyle farklı bir anlatı, farklı bir kurguyla, nefes nefese kalacağımız merak uyandırıcı bir ritim gözeterek yine bambaşka bir kulvardan ulaşıyor bize.
Şimdi Buradaydı romanın ile başlatmak istiyorum sohbetimizi. Roman biçimi, anlatısı, kurgusu, hatta ritmiyle, algımızda oluşturduğu şifreli yapısı, bu durumlara istinaden parçalandığı, bölündüğü ve bütünlendiği anları, yani zamansal unsurları ve neredeyse cümle düzeyine inen kurgusu ile hissettirdikleri o kadar farklı bir kulvardan ulaşıyor ki bize her yeni romanında farklı denemeler içine girmek istediğini bir kez daha görüyoruz.
Haklısın, her romanda farklı bir şey denemeyi seviyorum. Zaten yapmış olduğum bir şeyi yeniden yapmak yerine, farklı anlatım biçimlerini denemek yazma sürecini hem daha eğlenceli kılıyor, hem de benim de yeni şeyler keşfetmemi, öğrenmemi sağlıyor. Yazmak benim için bir tür arayış. Romanda gerçekliğin bir temsilini oluştururken, acaba daha başka nasıl temsil edilebilir, biçimsel olarak sınırlar ne şe
kilde genişletilebilir, yenilikler yaratılabilir, farklı olanaklar keşfedilebilir diye sorguluyorum Bunu yaptığım zaman o gerçekliği algılayışım da değişip dönüşüyor, daha derin bir kavrayışa ulaştığımı hissediyorum. Yazmak benim için dünyayı, ötekini ve kendimi anlama arzusundan doğdu, İşte bahsettiğim o kavrayış da, anlama yolculuğunda önümü açıyor.
Bu, “anlama yolculuğu” dediğin uğraşını biraz daha açar mısın?
Somutlayacak olursam, Şimdi Buradaydı’da biçimsel olarak denediğim şey, bir tek karakterin bakış açısından, başkalarının da sesini, bakışını, hikâyesini, dilini metnini içine katmaktı. Bunu biraz çaresizlikten buldum aslında. Psikiyatrist Birkan’ı anlatıcı olarak kurarken şunu sordum kendime, peki danışanı Yankı’nın anlattıkları metne nasıl girecek? Tiyatro metni gibi olmaması gerekiyordu, karşılıklı akan diyaloglar bir roman için iyi bir anlatım biçimi olmazdı. Üstelik Yankı’nın anlattığı olaylar, anılar o anlatma halinin içinde kuruyup solacak, canlılığını yitirecekti. Oysa edebiyat bir temsil sanatı ise, okuyana sadece ne olduğunu vermekle yetinmemeli, nasıl olduğunu da göstermeliydi. Anlatma, göster şiarını nasıl hayata geçirebilirim diye sordum kendime. O zaman şunu fark ettim, biri bize bir şey anlattığında zihnimizden cümleler geçmiyor. Anlatılan olay zihnimizde canlanıyor. Hatta bazen anlatılan olayın içindeki diğer kişilerin zihinlerinden geçenleri bile tahmin edip yorumluyoruz. Yani dinleyici konumu pasif bir konum değil. Aksine, dinlerken kurgu yapıyoruz, sahneler oluşturuyoruz, analiz ediyoruz, varsayımlarımız oluyor. Zihnimiz son derece yaratıcı bir işleyiş içine giriyor. O halde Birkan da danışanını dinlerken onun anlattıklarını zihninin içinde oynayan bir filmi izlercesine aktarabilir. Üstelik terapist de olduğu için yorumlarında çok daha derinleşebilir, empati kurabilir, olayın içindeki diğer insanların duyguları, düşüncelerine dair varsayımlarda bulunabilir. İşte bu farkına varış anlatıda farklı düzlemler yarattı. Birinci düzlem, Birkan ile Yankı arasında geçen konuşmalar. İkinci düzlem, Yankı’nın anlattıklarının canlandırılması, dolayısıyla oradaki öteki karakterlerin duyguları, düşünceleri. Üçüncü düzlem, kendisine aktarılmış bir hikâyeyi terapi odasında anlatan Yankı aracılığıyla, o hikâyenin asıl sahibinin sesinden okura ulaşması. Dördüncü düzlem, bütün bunların Birkan’daki etkisi, Birkan’ın geçmişinden geliveren anılar, olaylar. Beşinci düzlem, Birkan ile Yankı’nın iki yıllık süreçte gerçekleyen seanslarından sahnelerin aktarımı. Altıncı düzlem Birkan’ın şimdiki zamanda danışanını beklerken, o geldiğinde olabileceklere dair varsayımları, geleceğe dönük tasavvur.
Böylece ne oldu? Birkan’ın danışanını bekleyişi esnasında zihninden geçenler aracılığıyla hem şimdiki zaman, hem yakın geçmiş, hem uzak geçmiş metne girdi. Aynı zamanda da, sadece Birkan’ın sesi değil, Yankı’nın ve temas ettiği herkesin sesi metinde duyuldu. Tek bir anlatıcı olmasına rağmen ortaya çok sesli bir metin çıktı. Fakat ben sadece biçimsel olarak bir yenilik yapmış hissetmiyorum kendimi. Çünkü aynı zamanda bunun içerikte de bir karşılığı var. Ki zaten sırf deneme olsun diye biçimsel yenilikler yapan biri değilim. Hikâye ve romanın meselesine hizmet eden bir biçim olması gerekir yaptığımın. İlk anda bir çözüm arayışının sonucu gibi görünen bu biçimsel farklılık, sonradan fark ettim ki, şununla da uyumlu: Ben bu romanda insanın tek boyutlu, tek sesli, tek karakterli bir varlık olmadığını göstermek istedim. İnsanın kendisinin bile bilmediği, tanımadığı, yüzleşmediği tarafları var. Kişiliğimizin çok fazla yüzü var. Ve bu yüzlerde çocukluktan itibaren içimize aldığımız insanların, bağ kurduğumuz ötekilerin yansımaları, izleri var. Hiçbir davranışımız aslında onlardan azade değil. Bazen annemizin, bazen babamızın, kardeşimizin sesi bize yön verebiliyor mesela. Onlarla kurduğumuz özdeşlikler sonucu bizde de bazı parçalar oluşuyor. İnsan çok parçalı bir yapı ve her parça birbirine cuk oturmak zorunda da değil. Bence temas ettiğimiz her öteki o veya bu ölçüde bünyemize dahil oluyor. Bazen kendi sesleriyle, bazen de bize ait kıldığımız seslerle konuşuyor. Bizi biz yapan sesler onlar.

Psikiyatrist Birkan ile tanışıyoruz ve onun danışanlarıyla görüştüğü seanslarını gerçekleştirdiği odasından içeri giriyoruz. Mahrem bir alandayız aslında. hikâyenin örtük ilk duyguları romanın ilk sahnesiyle yakalıyor bizi ve sanki bakmamamız gereken bir yere bakıyor, görmememiz gereken bir şeyi görüyor gibiyiz. Bu yüzden sanırım suç, suçluluk, suçlanma psikolojisi beni yakalayan ilk duygu oldu. İlk sahneden ele almaya başlarsak eğer romanı yazmak adına masanın başına seni oturtan sebep veya seni rahatsız eden duygu neydi?
İşte tam da o çok rahatsız olduğumuz, gözümüzü dikip bakamadığımız, yok saydığımız, başkalarına atfedip kendimizden uzaklaştırdığımız karanlık tarafımız üzerine bir roman yazmak istedim. Romanın söylemek istediği cümlelerden biri de o: Ne kadar rahatsız edici olsa da kendi karanlığımıza bakmamız gerektiği. Jung’un deyimiyle gölge tarafımız, Freudyen bir yerden id’imiz… Ne diyordu Jung, gölgenizi görmezden gelirseniz bir canavara dönüşür ve tüm benliğinizi yutar. O yüzden ne kadar zor da olsa onu görmek, reddetmemek gerekir. Gölge tarafımızın içinde bizi rahatsız eden her türlü duygu var; kıskançlık, haset, bencillik, sadizm, rekabet, şiddet, yıkıcılık vb. Edebiyat, gerçek dünyada yüzleşemediğimiz rahatsız edici duyguları, kurmaca bir gerçeklik içinde sunduğunda ister istemez kendimizi de sorgulatıyor. Rüyalar gibi. Nasıl ki henüz yüzleşmeye hazır olmadığımız duygularımız, rüyalarımızda farklı karakterler aracılığıyla yüzeye çıkıyorsa öyle. Diyelim yıllardır aklımıza bile getirmediğimiz bir lise arkadaşımızı rüyamızda görüyoruz. Bunun manası üzerine düşündüğümüzde, o arkadaşımızın özellikleri de geliyor aklımıza. Bilinçdışımız bize öyle bir kurgu sunuyor ki, o kişinin sembolize ettiği duyguya dair bir şey söylüyor rüya bize. Kendimizde kabul edemediğimiz bir duyguyu pek çok zaman başkasının kimliğinde çıkarıyor karşımıza. Kurmaca da bunu yapıyor. Birkan ya da Yankı karakterinin hoş olmayan, bizim kendimizde kabul etmekte zorlandığımız yıkıcı duyguları üzerine düşünürken ister istemez kendimizle ilgili de bir düşünme pratiği gerçekleştiriyoruz. Bunu bilinçli yapalım ya da yapmayalım… İşte o zaman rahatsız oluyoruz. Öte yandan kurmaca bir hikâyenin içinde olduğumuz düşüncesiyle de rahatlıyoruz. Bu bizi rahatsız olduğumuz halde okumaya devam etmeye teşvik ediyor. Ama o rahatsızlık geçmiyor, kaybolmuyor, hele ki okuma deneyiminin sonunda metin/yazar, her şeyin yanıtını vererek okurun hikâye ile vedalaşmasına izin vermezse, rahatsızlıktan kurtulmak mümkün olmayabiliyor. Hatta o his gerçekliğe sirayet ediyor. Hayatına devam eden okur, zihninden, kalbinden hikâyeyi, karakterleri, duyguları atıp kurtulamazsa, bir yüzleşme, bir farkına varış, bir dönüşüm olanağı doğuyor. Büyük şeylerden söz etmiyorum ama bu roman için mesela, kendindeki hasedi, rekabeti, yıkıcılığı fark etme yönünde küçük bir adım, oldukça büyük bir şeydir bana göre.
Şimdi burada olanın hem gizlide kaldığı hem de açık ve aleni olduğu böyle bir hikâyede bilincimizdeki uçurumları, girdapları kullanıma hazır hale getirmiş ebeveynleri konuşmadan olmaz. İnsanın zihin ve duygu dünyası hem çok donanımlı hem çok karmaşıkken Şimdi Buradaydı içerisindeki anne babaları atlamaksızın konuşmak isterim. Aşırıya kaçmış bir baba yokluğu ve aşırıya kaçmış bir anne varlığı söz konusu desem ne söylemek istersin? Açıktan veya örtük olandan kendini inşa eden ruhumuzun, psikolojimizin asıl müsebbipleri ebeveynlerimizdir diyebilir miyiz?
İnsan yavrusu gözünü açtığında anneyle ya da bakım veren bir başkasıyla karşılaşıyor ve hem dünyayla hem kendisiyle onun üzerinden ilişki kuruyor. Aile insanın tüm ruhunu şekillendiren çok önemli bir yapı. Öte yandan bu yapı, kültürden, ekonomiden, politikadan bağımsız değil. Toplumun en küçük birimi ailedir cümlesi laf olsun diye söylenmemiş. Gerçekliği var. Anne ve babayı şekillendiren bir toplumsal koşul söz konusu. Ailenin özellikleri belli bir politik zemin üzerinde toplum tarafından yaratılıyor nihayetinde. Evladını büyütürken yalnız bırakılan annelerin mutsuzluğu çocuğun ruhunda yara açtığında, anne yüzünden böyle oldu diyemeyiz. Yani aslında müsebbibi toplumdur. Gözaltına alınıp kaybedilen babaların geride bıraktığı çocuk baba yokluğu yaşadığında bunun müsebbibi siyasi iktidardır. Romanda annelerin aşırı varlığı ve babaların yokluğunun arka planındaki hikâyeyi de o yüzden politik bir zemine oturtmak istedim. O politik zemin sadece babaların ortadan kaybolmasına yol açmıyor, aynı zamanda annelerin bütün yükü kendi başlarına sırtlamalarına da neden oluyor. Romanda önceki kuşağa gidelim, Yankı’nın anneannesinin kocası tarafından öldürülmüş olması da bireysel bir kötülüğün tezahürü değil. Başkasını sevdiği halde babası tarafından devlet memuru damat adayına verilen kadının dramı bireysel bir dram değil çünkü. Bu patriarkal sistemin yarattığı hikâyelerden biri. Annesi, babası tarafından öldürülen bir kadının şiddetten, öfkeden, yıkıcılıktan çok korktuğu için, evladının içindeki en küçük bir olumsuz duyguya tahammül edemeyişi, onu kapsamakta yetersiz kalışı, kıskançlık gibi duyguların ifade edilmesine asla izin vermeyip bastırması, sadece bireysel bir hikâye değil o yüzden. Ama elbette annelerin aşırı varlığı ile babaların yokluğunun insan gelişimindeki etkisi de önemli bir noktaydı benim için. İnsanın annesiyle sağlıklı bağ kurmasının, sonra da ondan ayrışıp, yüzünü babaya dönmesinin bireyin toplumsallaşması için ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Ötekini idrak, kendinden başka varlıkların da hakları olduğunu öğrenmek için baba üzerinden dış dünyanın kurallarıyla karşılaşması önemli. Bu hikâyede babaların yokluğu sembolik olarak karakterlerin bencilliğinin ve narsisizminin kökünde önemli bir etken olarak bulunuyor. Ama hiçbir şeyi sadece psikolojiyle ya da sadece sosyolojiyle açıklamamalıyız. Romanda babasız büyüyen bir de Kaya var mesela, ama o bu etkeni aşmış görünüyor. İnsan ruhu hiçbir şablona sığdırılamayacak kadar karmaşık bir yapı. Hayat da öyle. Kaya’nın deneyimi ona başka kapılar açmış demek ki.
Dokuzuncu roman itibariyle okur tarafına geçecek olursak Zileli romanlarının okurdan bir şeyler talep eden, kendini bu anlamda yazdıran, yine bu anlamda okurun muhayyilesine açık olan, yani okurun hikâye sürecine aktif şekilde katılmasını isteyen metinler diyebilir miyiz?
Öncelikle kendine yapılmasını istemediğini başkasına da yapma demişler. Bir okur olarak bana alan açmayan, her şeyin yanıtını verip beni pasifize eden, hatta neyi nasıl yorumlamam gerektiğini dikte eden metinlerden hoşlanmıyorum. Zihnimi harekete geçiren, yaratıcı bir biçimde çalışmasını sağlayan, oradan oraya uçuran, yeni düşünceler keşfettiren, hatta sorularla ve muammalarla zorlayan metinler bana zevk veriyor. Kendim zevk almayacağım tarzda bir metin ortaya çıkaramam. Her yazar kendisinin ilk okurudur her zaman. İlk okuruma beğendiremediğim bir metni ikinciye, üçüncüye sunamam.
Bu soruya verebileceğim bir diğer yanıt şu; ben etkide bulunmak isteyen bir yazarım. Ama bu öyle bir etki olmalı ki, okurun etkinliğini yutmamalı. İlişki eşit kurulmalı. Her şeyin tek taraflı belirlendiği, birinin diğerini fethettiği, etkisiz hale getirdiği bir ilişki değil de, birlikte ortak bir iş çıkarttığımız bir ilişki olsun istiyorum. Yazar ile okur kurmaca yoluyla bir oyun oynar. Oyun kurucu yazar olsa da birlikte yapılan bir eylemdir oyun. İki öznenin tüm varlığıyla dahil olmasıyla zenginleşebilir. Yazarın yazdıklarından daha fazlasını okur görür, alır. Çünkü o da kendinden bir deneyim katarak okur kitabı. Bu yazarın asla erişemeyeceği bir alan. Ben yazdığım metnin benden bağımsız bir biçimde o potansiyelden faydalanarak çoğalmasını arzuluyorum. Dolayısıyla okur ile metin arasına girmek, her şeyi belirlemeye çalışmak, orayı bir iktidar alanına dönüştürmek ve ego tatmininin peşine düşmek yerine, benden bağımsız devam eden o ilişkiyi uzaktan izlerken duyduğum hazzın keyfini sürüyorum.
İktidar alanına dönüştürmek demişken onu da kısacak açayım. Hemen her romanımın merkezindeki bir mesele bu. Tahakküm ilişkileri ve iktidarlarla derdim var. Her alanda kurulan iktidarlar beni rahatsız ediyor ve her hikâyemde bunlarla uğraşıyorum. Şimdi bunu yaparken, yazarın iktidar kurma potansiyelini nasıl görmezden gelirim? İçerikte uğraştığım bir meseleyi, biçimde de dert etmek zorunda hissediyorum kendimi. Yazarın iktidarını da bu anlamda yıkmak ve okurun katılımını sağlamak gerekiyor.

Sadece Şimdi Buradaydı için bile tüm türlerden birçok kitap okuduğun çok belli. Yazarın her şeyden önce iyi okur olması gerektiğini de en doğru yönleriyle seninle konuşabileceğimi düşünerek bu süreçte hangi kitaplar elinin altındaydı, kaynak kitapların neler oldu, en çok hangi kitaplardan etkilendin diye sormak isterim.
Her roman için en az 2-2,5 yıl süren bir okuma dönemim oluyor. Özellikle psikoloji çok beslendiğim bir kaynak. İkinci romanım Gözlerini Kaçırma’dan bu yana her geçen yıl daha da derinleşti bu okumalar. Tabii zamanla bir birikimin oluştuysa da ben yine de yazmak istediğim romanın ihtiyaçlarına göre her seferinde yeni okuma listeleri oluşturuyorum. Şimdi Buradaydı için de özellikle normallik ve deliliğin sınırlarına dair psikanalitik metinlere daldığımı söyleyebilirim. Bu alanın önemli kuramcılarının temel metinlerinden, çağdaş psikanalistlerin daha güncel çalışmalarına uzanan bir yelpazede sürdü okumalarım. Mesela Otto Kernberg’in Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm’ini de okudum, Darian Leader’ın Delilik Nedir? kitabını da. Öte yandan örneğin akıl hastalığı üzerine okurken, psikanalizden beslenmedim sadece, gittim Foucault da okudum. Bir felsefecinin gözünden de konuya bakmaya çalıştım. Böylece bireysel alana sıkışmaktan kendimi kurtarmayı umdum. Analist-analizan arasındaki aktarım meselesine dair de okumalar yaptım. Bu alanda pek çok iyi kaynak var. Bunlardan biri Danielle Quinodoz’un Dokunan Sözcükler kitabı mesela. Analist açısından işler nasıl gidiyor, onun iç dünyasında neler olup bitiyor üzerine düşünmek için çok faydalı oldu. Seans odasında olup bitenlere dair bir diğer çok iyi kaynak derleme bir kitap olan Seans Sahnesi Üzerine’ydi. Kötülüğün politikası üzerine düşünürken yolum Arno Gruen’e çıktı. Normalliğin Deliliği meseleye hem psikolojinin hem politikanın perspektifinden bakmama yardımcı oldu. Bunlar sadece birkaç örnek elbette. Tabii hikâyeyi, karakterleri, aile bağlarını doğru şekilde kurmak ve irdelemek için başka pek çok okuma da yaptım. Suçluluk duygusu, şiddet ve yıkıcılık, haset ve kıskançlık bağlamında yaptığım her okuma beni zenginleştirdi, meseleye bakışımı derinleştirdi. Bir de her zaman yaptığım gibi bu konularla uğraşmış kurmaca metinleri de okudum. Tabii bu kez polisiyeye göz kırpan bir tarafı olduğu için romanın o alandaki eksiğimi de biraz olsun kapatmam gerekiyordu. Tabii hiçbir zaman bütünüyle kapanmayacağını bilerek.
Yetmişli yıllarda doğmuş romancılar 90’lar ve 2000’ler itibariyle yazmaya başladıklarında ülke gündemi, sağcılık, solculuk meseleleri sebebiyle makro düzeyde toplum anlatısının odakta olduğu romanlarla karşı karşıya bıraktı bizi. Post-modernistler, post-yapısalcılar ekseninde incelemeye ve yorumlara tabii tutuldu bu romanlar. Fakat aynı zamanda bu romanlar içinden filizlenen ve 2000’li yılların ikinci çeyreği ile daha da belirgin oluşan mikro anlatılar var. Burada konuşmak istediğim güvenli okuma alanlarını ve güvenli inceleme alanlarını bırakarak makro ve mikro anlatının dönüştürücülüğü üzerine konuşmak. Konuşabilir miyiz, bu zemin yeni romancılık anlatılarıyla oluşabildi mi?
Aslında hiçbir dönemi ve kuşağı genelleyerek tarif etmemekten yanayım. Ama benim kuşağımdan önceki kuşakların ağırlıklı olarak meselelerini makro ölçekte tutması bana doğal geliyor. Onlar iki askeri darbenin etkisini yaşamlarında doğrudan hissettiler. Hapsedildiler, işkence gördüler, iktidarın şiddetiyle makro ölçekte karşılaştılar. Bu deneyimin edebiyatlarına bir yansıması olacaktı elbette. Bununla yüzleşmeye, hesaplaşmaya hatta hesap sormaya ihtiyaç duymalarından daha doğal bir şey yok. Bizler ise iktidarın, siyasetin, kültürün etkisini daha bireysel zeminde yaşıyoruz. Bunun tüm dünyada iktidarların işleyişinin değişmesiyle de ilgisi var tabii. Neoliberalizm insanları eski yöntemlerle bastıramayacağını, eski iktidar kurma tekniklerinin yerini daha sinsi biçimlerin almasını keşfedilmesiyle doğdu zaten. Artık devletler bireysel yaşamlarımıza burnunu sokarak, bizi içeriden şekillendirerek sürdürüyor iktidarını. Hayatlarımızı dizayn ediyor. Bedenlerimizi hapsetmeden önce zihinleri ele geçirmeyi, bizi gönüllü neferler haline getirmeyi hedefliyor. Yaşama biçimlerine, kişisel hayatlara sızıyor. Yani en büyük saldırı zaten mikro alanlara yapılıyor ve bizim anlatma ihtiyacı duyduğumuz hikâye orada. Toplum anlatısı ile birey anlatısı bugün artık aynı şey oldu. Birey anlatısı, toplumun ne yaşadığını açık ediyor. Bireyin üzerinde hissettiği baskıyı yazdığımızda, bu mikro alandaki anlatı, makroya dair bir şey söylemiş oluyor. Bu iki alanın birbirine dair bir şey söyler hale gelmiş olması da ister istemez dönüştürücü bir etkiye sahip bana göre. Başkaları adına konuşmak ya da bütün edebiyatı bağlayacak cümleler kurmak pek tarzım değil. O nedenle kendi deneyimim üzerinden şunu söyleyebilirim; yazar olarak bireyin hikâyesini anlatırken bunun makro ile olan bağlarını hiç unutmamaya ve olabildiğince o bağları kurarak aktarmaya çalışıyorum. Yani bu otomatik olarak öyledir zaten demiyorum. Anlam bağlamı kurarsam çıkar. Ben de ona uğraşıyorum. O bireysel hikâyenin nasıl bir toplumsal bağlama oturduğu önemli. Bunu yapabildiğimde bireysel olanın politik bağlarını görmem ve göstermem mümkün oluyor. Bunu görmenin öncelikle bende dönüştürücü etkisi var. İster doğrudan kendi meselem olsun, ister dolaylı olarak kendimdeki bir meseleye dokunsun, anlattığım hikâyenin kalbinde, makroya açılan damarları yakalamak, onu anlamamı ve bir yeri oturtmamı, ardından da onu dönüştürmemi sağlıyor. Yazarda gerçekleşen değişimin, okurda da olacağına inanıyorum. Çünkü genellikle öyledir, yazana bir şey oluyorsa okuyana da olur. Bireysel devrimlerin önem kazandığı bir çağdayız. Dolayısıyla aslında mikro anlatıların yaptığı şey az buz değil. Tabii dediğim gibi, o politik bağı da kurmak koşuluyla. Mikro anlatı kuracağım derken günlük defterine yazdığımız hikâyeleri edebiyat olarak sanmamak önemli.