Esin Hamamcı
1946 yılında Bayburt’ta doğdunuz. Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu Resim Bölümünden 1970 yılında mezun oldunuz. 1975’te, aynı okulda asistan olarak çalışmaya başladınız. Biraz daha başa dönecek olursak resme ilginiz nasıl başladı?
Her çocuk gibi benim de ilk elime aldığım kalemle resim yaptığımı rahatlıkla söylebilirim. Daha sonra bu resim yapma eylemi alışkanlık halini aldı. Derslerde, evde otururken resimler çizmeye başladım ki bir dönem de Yeşilçam ünlülerinin portrelerini yapıp etrafımdan da iltifatlar alınca giderek boyama ve çizme eğilimimle uzun süreli yolculuklar yapmaya başladım. Söz aramızda Ayhan Işık, Eşref Kolçak portrelerinin yanı sıra gizli gizli Türkan Şoray portrelerini yaptığımı hatırlıyorum. Marmara Tatbiki Güzel Sanatlar’a girinceye kadar kendi kendime hep resim yaptım. Hayat mecmuasının verdiği empresyonist ressamların resimlerini taklit ettiğimi de hesap edersek, aslında resim benim için herhangi bir dış neden olmadan iç neden olarak olarak başladı diyebilirm.
Bir sanatçıyı etkileyen unsurlardan biri de coğrafya. 1978 yılında Avusturya Hükümet Bursu ile Salzburg’taki Uluslararası Güzel Sanatlar Yaz Akademisi’nde eğitim alıp, “Salzburg Şehir Onur Ödülü”ne layık görüldünüz. Bayburt ve sonrasında yurt dışı maceranızı birlikte düşünecek olursak farklı yerler farklı etkileşimler yaratmış olmalı. Bu durumdan siz nasıl etkilendiniz?
Uluslararası etkinliklerimi 3 başlıkta toplayabiliriz; birincisi sanatçı olarak, ikincisi akademisyen olarak, üçüncüsü bağımsız. Bütün bunlardan farklı etkilenmeler yaşadım. Örneğin Salzburg Yaz Akademisi uluslararası genç sanatçılarla buluşmama ve iletişim kurmama neden oldu. Daha sonra bir dönem yoğunlukla Almanya odaklı Avrupa sergilerim oldu, grup sergilerim oldu. Tüm bunlar sanatıma daha dıştan bakma şansı verdi bana. Tabii ki ödüller almak motivasyon sağlamıyor değil. Akademisyen olarak ise, dünyadaki çok farklı ülkelerle visitor konferansçı, araştırmacı olarak çok kıymetli deneyimler yaşadım. Bunun dışında Baksı Müzesi’nin bizi uluslararası ortama zorunlu bir yolculuğa çıkardığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bunlar arasında Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, İtalya, Kore, Japonya, Avustralya başta olmak üzere çok sayıda ülkenin sanat, kültür ve eğitim potansiyellerini yakından izleme ve katılma imkanlarım oldu. Tüm bu birikimler bende dünya sanatını ve yaratıcılık eğitiminin topografyasını anlamak, katkıda bulunmak, Türkiye sanat ortamının bu anlamda bir yüzleşmesi ile tanışmak ve kendi sanatımın yönü ve kaynakları konusunda da daha geniş bir perspektif kazandığımı düşünüyorum.
Eserlerinizin kaynağında Anadolu var. Çoğu zaman Anadolu’ya atıflar yaptığınızı görüyoruz. Anadolu coğrafyasının zengin kültürü sizde hangi çağrışımları uyandırıyor?
Aslında bu sorunuzun kökenlerini bir önceki sorunuza verdiğim cevapta örtük bir biçimde değerlendirmeye çalıştım. Bizim gibi kültürel dönüşüm süreçlerinde insanlar, özellikle batı dünyasını tek seçenek olarak değerlendirip ve tüm girişimlerinde o kaynaklı örnekleri model olarak tercih ediyorlar. Dünya ile ilgili yaygın bir deneyime sahip olunca bu kaynağın tek başına son derece kısıtlı ve sadece günceli temsil ettiğini görme imkanım oldu. Onun için de sanatım açısından yerel kaynaklara, kendi hayatıma ve deneyimlerime yönelmem bu geniş bakış açısı tarafından kaynaklandı. Kanımca bir kültür şu ya da bu biçimde üç tane temel belirleyiciden etkileniyor. Tarih, coğrafya ve içinde yaşadığı çağ. Ben daha çok kişisel tarihimi ve yaşadığım coğrafyanın birikimlerini, en az çağın gelecekçi bakış açısı kadar önemsiyorum. Bu yaklaşımda sanatımda Anadolu’nun çok büyük ölçekte etkili olduğunu söyleyebilirim. Tabii bu bir daraltılmış ifade olarak farklı algılanabilir endişemi de ifade etmeye zorluyor beni. Çünkü gelenek dediğimiz şey baskın ve belirleyici ideolojiler tarafından tek boyutlu olarak algılanabiliyor ve giderek dokunulmazlık kazanıyor ve tekrar üstünden kısıtlayıcı bir modelle, geleneğin donuk ve çağın gerçeklerinden uzak kalmasını, insanların gelecek hayallerini temsil etmesini engelliyor.
Eski adı Baksı olan Bayburt’un Bayraktar köyünde, 40 dönümlük bir arazi üzerine kurulan Baksı Müzesi’nin çıkış noktası neydi ve bugün sizin için Baksı Müzesi ne ifade ediyor?
Baksı Müzesi’nin çıkış noktasından daha çok çıkış noktalarından söz edebiliriz. Aslında onlar da benim hayatımdan besleniyor. Bir tanesi sanatın hayatta yaygınlaşması ile ilişkin, insana ulaşması ile ilişkin, öğrenci yıllarımdaki sarsılmaz inancımdır. Sanat insana gitmeli, hayata gitmeliydi.
İkincisi kendi hikayemi yeniden okuma gereksinimi… Bu bir yüzleşmedir aynı zamanda. Üçüncüsübeni hep destekleyen, hayallerimin önünü açan babama teşekkür etme arzumdur. En sonuncusu da Baksı Müzesi benim için bir müzeden daha çok benim baş yapıtımdır inancı. Bütün bunları yan yana getirince Baksı benim için bir yaşam projesi anlamı taşıyor.
Baksı, 2014’te Avrupa Konseyi Parlamento Üyeleri tarafından ‘Yılın En İyi Müzesi’ seçildi. Müzenin varoluş amacı ve onu bugünlere taşıyan motivasyon nedir?
Yaşamı dönüştürmek, merkezin dışına gidebilmek, insanla buluşabilmek ve adanmışlıkla bir projeye ömür koymak. Ve de biz oraya bir model götürmek istemedik, kendi modelimizle özgün bir şey yapmak istedik. Bir bakıma kulağımızı ordaki hayatın kalbine dayadık. Ordan aldığımız sesle bir şeyler yapmak istedik Sanatı tek boyutlu algılamadık. Disiplinler arası bir buluşma noktası koymaya çalıştık. Ve hayatı alkışlamak istedik.
Geleneksel kültürü koruyup gelecek kuşaklara aktarmanın önemi sizin için nedir?
Benim için anlamı insanın kültürel sürdürülebilirliğidir. Yaşam derinliği kazanmaktır. İnsanoğlu olmaktır ve geleceğe, hayallere alan açmaktır.
Peki Anadolu Ödülleri projesinin fikri nasıl oluştu, nasıl gelişti?
Size, değerli Ünsal Oskay’ın bana yönelik bir saptaması anlamlı bir cevap olur diye düşündüm. Ona göre Hüsamettin Koçan hayatında bütünlük olan bir adam, bu bütünlük de Anadolu’dan besleniyor. Anadolu halk resimleri araştırıyor, oradaki folklorik malzemeyi topluyor. Merkezin dışına gitmek istiyor, oradaki önerileri paylaşmak istiyor. Merkez ile periferi arasında bağlantılar kurmak istiyor. Bütün bunlar yan yana gelince Anadolu Ödülleri’nin ve zengin Anadolu birikiminin benim içinde bulunduğum bir sivil yapıda kendilerine yer bulması gerekirdi ve öyle de oldu. Ayrıca Anadolu’nun bütün coğrafyaların en derin kültür coğrafyalarından biri olduğu, farklı kültürlerin kök salmasına ev sahipliği yaptığı ve bir kültürler yurdu olduğu, aynı zamanda kültürlerin geçişlerine de izin verdiği, insan için anlamlı derinlikleri olan bir yer.. Bütün bu nedenlerden dolayı da hepimizin güven duyduğumuz “Anadolu çocuğu” dediğimiz kavram ve DNA buradan gelir. Anadolu Ödülleri de belli başlıkları altında bu görüşü besler, motivasyonunu da bu görüşten alır.
Anadolu Ödülleri’nin adayları seçilirken göz önünde bulundurulan olmazsa olmaz kriterler nelerdir?
Temel kriter Anadolu birikiminden yararlanarak onu geleceğe aktarma çabaları, onun çağcıl yorumlamalarıdır diyebiliriz. Ancak her yıl bir üst başlıkla bu arayışımızı sürdürüyoruz. Örneğin geçtiğimiz yıl “Yüzyılı Selamlamak” başlığı altında büyük bir kültürel, ekonomik , politik ve sosyal dönüşümü merkeze koyduk. Bu yıl ise “Geleceğe Öneriler” başlığı altında Anadolu birikiminden yola çıkarak gelecekçi önerileri konu edineceğiz.
Bayburt’ta bir dağ köyünde yetişirkenki hayalleriniz nelerdi, bugün oradaki çocuğa baktığınızda neler söylemek istersiniz?
Çocukluk yıllarımda çok masal dinlediğimi hep paylaşmışımdır. Bir gün Kaf Dağı’na gidip oradan çareler getirmeyi her halde çok düşünmüşümdür diyebilirim. Ve de en çok beklediğim şey de bir gün Ged tepesinden gözükecek gurbetçi babamın koşarak bacaklarıma sarılmasıydı. Belki bütün bu yaşam bana büyük kentlerde bulamadığım o hikayenin köklerine geri dönerek bir Kaf Dağı yolculuğu yapmak olabilir. Bu nedenle de öznenin, yaşam deneyimlerini hep önemsemişimdir. Aslında Baksı oradaki çocuğa söyleyeceğimin özetidir. Git, hayal et, yenilen, öykünden vazgeçme.