.

Uğur Tanyeli: “Sinan nasıl olağan bir tarihsel gerçeklikse, bugün üretilmiş popüler Sinan imgesi de yine sadece başka bir tarihsel gerçeklik.”

Fikriye Yücesoy

Uğur Tanyeli’nin Mimar Sinan Tarihsel ve Muhayyel kitabı kendisinin de bahsettiği gibi tarihte yaşamış ve 16. yüzyılda mimarlık yapmış olan Sinan üzerine değil. Tanyeli çalışmasında tarihsel bir kahraman olarak kurgulanmış Mimar Sinan’ın gediklerini göstermeyi amaçlamış. Kitapta neden Mimar Sinan idealizasyonuna başvurulduğunun, bu kahramanlaştırmanın nasıl bir ihtiyacı karşıladığının ve hali hazırda Mimar Sinan üzerine üretilen söylemlerin neden kurgusal olduğunun cevaplarını bulmak mümkün. Mimar Sinan Tarihsel ve Muhayyel kitabı her şeyden önce bir metodoloji çalışması; historiyografik çalışmalarda sıklıkla düşülen hataları Mimar Sinan çalışmaları özelinde görme şansı buluyoruz. Tanyeli’nin çalışması hem 16.yüzyılın düşünce dünyasını okumak ve böylece tarihe nasıl bakılacağını ve bakılmayacağını görmek için hem de bugünde başka türlü düşünme yollarını gösterdiği için çok kıymetli. Baştan belirtmek gerekiyor ki Tanyeli herhangi bir tarihsel gerçeğin veya gerçek Mimar Sinan’ın peşine düşmüyor. Kitabı okumadan önce tarihi girift olarak, boşluklarıyla, çelişkileriyle ve bilinemeyenleriyle kabul etmeye hazır olmak gerek.

Öncelikle, isterseniz çalışmanın ortaya çıkış süreci hakkında konuşalım. 2007 yılında yaptığınız bir konuşmada Mimar Sinan’ın muhayyel yönünden bahsediyorsunuz ve Türkiye’deki mimarlardan konuya ilişkin farklı tepkiler geliyor. Tam da çalışmanızda eleştirdiğiniz birçok bakış açısı bazı mimarlar tarafından yeniden dile getiriliyor. Bu süreci de ele alarak böyle bir çalışmayı yapma motivasyonunuz/motivasyonlarınız nelerdi?

Hiçbir zaman “Mimar Sinan muhayyeldir” şeklinde konuşmadım. 2007’de “Biz Mimar Sinan’a muhayyel bir kişilik icat ettik” demiştim. Bununla kastettiğim popüler kültürdeki Sinan algısının büyük oranda hayali bir Sinan inşa ettiğiydi. Tarihyazım pratikleriyle Sinan’ı yazarken böyle davranmaktan uzak durmak gerektiğini söylüyordum. Hâlâ da öyle yazmak gerektiğini savunuyorum. Bunun anlamı çok açık: Sinan’ı ve çağını içinde yaşadığı 16. yüzyılın Osmanlı toplumu ve dünya bağlamında anlatmak ve yazmak gerekiyor. Konuya bugün mimarlık denince anladıklarımız ve beklediklerimiz çerçevesinde yaklaşamayız. 16. yüzyıl Osmanlısı mimarlığı da, politikayı da, toplumu da, yabancı coğrafyaları da, ekonomiyi de ve genelde her beşeri meseleyi de beş yüzyıl yıl önceki kendi kavrayış alışkanlıkları içinde düşünüyordu. Bugün bizim düşündüğümüz gibi değil. Dolayısıyla, onların seslerine kulak vermek, nasıl düşünüp davrandıklarını anlamak zorundayız. Bu benim icat ettiğim parlak bir fikir değil. Tarihyazımının olmazsa olmaz paradigması budur. Her olgu ve gerçeklik kendi ait olduğu toplumsallık, tarihsel altyapı ve ortam içinde araştırılıp yazılır. O konuşmayı yaptığım ve manşet olduğumda, düpedüz gülünç bir biçimde bu ifadelerim yanlış anlaşıldı ve çarpıtıldı. Ulusal bir TV kanalında “şok, şok, şok; Mimar Sinan yokmuş” diye haber konusu bile oldum. Bana çok eğlenceli, ama o zaman düpedüz irkilten yanıtlar verildi. “Sinan muhayyel değil, ama biraz abartı var tabii ki” diyen ciddi bir tarihçi oldu. Başka bir tarihçi “meşhur olmak için böyle konuşanlar hep çıkar” diye demeç verdi. “Sinan’ı zaten elimizden almak için çalışanlar var; onlara destek veriyor” şeklinde tepkiler verildi. Siyasal kavgalara bile malzeme oldum. Bir gündelik gazetede “Batılılaşmacı aydınlar Sinan’ı anlayamaz” diye köşe yazısı yazan oldu. Hâlâ böyle tepkisel yanıtlar verenler varsa, tek yanıtım şu olur: Ya kitabı okumuyorlar ya da okuduklarını anlamıyorlar.

Kısacası, bu yanlış anlama ve çarpıtmalar bana motivasyon sağladı. Ama zaten bunların öncesinde de Sinan ve çağı üzerinde çalışıp yazıyordum. Fikirlerimi o tepkilerden sonra da sayısız akademik ve mesleki kurumda yaptığım pek çok konuşmada ve yazdığım metinlerde açıklamayı hep sürdürdüm.

Çalışma ne kadar sürede ortaya çıktı? Bu çalışmaya özgü karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

Mimarlık tarihçiliğine yöneldiğim dönemden, onyıllar öncesinden beri konuyu gündemimden hiç düşürmedim. Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel kitabı üzerinde yoğun biçimde çalışmamsa 2016’da Yıkarak Yapmak kitabımı yazmayı bitirdikten sonradır. Demek ki, nihai metin için üç yıl uğraşmışım. O arada başka bir kitap ve başka makaleler de yazdım tabii ki. Sinan’ı yazarken özel bir zorlukla karşılaşmadım. Dediklerimi anlayanların anlamayanlardan fazla sayıda olduğunu biliyordum. Dolayısıyla, çalışmalarımı aksatacak bir kaygı duymam söz konusu değildi.  

Uğur Tanyeli

Kitapta sizin takip ettiğiniz ve önerdiğiniz başka bir metodoloji var; zaten kitap da bu başka türlü okumanın ürünü. Bize kitabın metodolojisinden bahseder misiniz?

Kitabın metodolojisi iki bileşenli: Birincisi, biraz önce de değindiğim gibi, Sinan’ı ve mimarisini 16. yüzyıl Osmanlı düşünce ve davranma pratikleri bağlamında irdelemek. İkincisiyse, bugün ve özellikle popüler kültürde üretilmiş olan Sinan imgelerini, Sinan’ı eksen alan hayalleri, efsaneleri çözümlemek. Bu ikili araştırma güzergahının bir zorunluluk olduğu kanısındayım. Tarihsel Sinan muhayyel ve popüler Sinan’dan bağımsız değil. Birbirlerini destekler, hatta var ederler. Kitabın bu ikili kurgusunun historiyografik kesimi metodolojik bir başlangıç tercihimle tanımlı: Ben bir Sinan biyografisi veya monografisi yazmadım. Benim “mikro-tarih” diye nitelemeyi yeğlediğim bir yaklaşımla yazdım. Bunun anlamı, Sinan’a dair her şeyi aydınlatma niyetiyle yola çıkmadığımdır. Bu denli kapsayıcı tarihler yazılmaması gerektiği inancındayım. Böyle bütünsel anlatılar kaçınılmaz olarak ideolojik bir iç tutarlılık anlatısına dönüşürler. Başka bir deyişle, anlatılanı kutsar ve kutsallaştırırlar. Bazense mahkûm ederler. İkisini de yapmamaya çalışırım. O zaman büyük anlatılar yerine, belirli olgulara odaklanan noktasal açıklama denemeleri ortaya koymak kaçınılmaz hale gelir. Kitabımda bunu yapmaya çabalıyorum. Sinan’a ilişkin yaşamsal bulduğum bazı meseleleri kurcalıyorum. Örneğin, 16. yüzyıl Osmanlıları dünyayı, fiziksel çevreyi, mimarlığı zihnen nasıl kavrıyorlardı, diye soruyorum. Onu metinlerde yazarak, resmederek, matematiksel araçlarla ölçüp hesaplayarak ifade ederken nasıl çalışıyorlardı? Hatta paralarını inşaata harcarken hangi güdülerle davranıyorlardı? Unutmayalım ki, mimarlık para ve kaynak harcayarak yapılan bir iştir.

Genelde o çağın öznelerinin düşünürken paradigma gibi kullandıkları entelektüel araçlar nelerdi diye soruyorum. Bu araçları Osmanlı elitinin, üst sınıflarının ve okumuşlarının bilgi dünyalarını tanımlayan başlıklar olarak tanımlamak mümkün. Sinan da o elitin bir üyesiydi. Onlardan farklı bir 21. yüzyıl insanı kuşkusuz değildi.  Sonra da Sinan mimarlığı özeline yoğunlaşarak o eserleri inşa edenlerin özgül mimari yaklaşımlarını ele alıyorum. Örneğin, estetik anlayışları, tarihsellik ve zaman kavrayışları, kronoloji kavrayışları bizim gibi değildiyse, nasıldı? Geçmişe nasıl yaklaşıyor, onu nasıl ele alıyorlardı? Yapılar üzerinde bu tavırları nasıl somutlaşıyordu? Bu somutlaşmaları uzun uzun sıralamayayım; çünkü özetlemezler.

Kitabın “Çağdaşımız Sinan” kesimiyse, Barthes’çı anlamda bir modern mitoloji olarak nitelenebilecek yeni popüler Sinan imgesinin/imgelerinin sosyal bilimler verileri kullanılarak çözümlenmesini hedefliyor. Dünyada 18., Türkiye’de geç 19. yüzyıldan başlayan bir “ulusal kahramanlar” inşa süreci yaşanıyor. Sinan da o “kültür kahramanları”ndan biri. Sözünü ettiğim süreç 16. yüzyılda yaşanmıyordu. Ama bugün var. İşte o sürecin çeşitli somutlaşma alanlarını tartışıyorum. Örneğin heykelini, resimlerini yapıyoruz. Ona efsaneler atfediyoruz. O yaşarken bilinmeyen nice kavramı, bilgiyi, pratiği, bilimsel veriyi sanki 16. yüzyılda o da biliyormuş gibi inançlar üretiyoruz. Bunları nasıl ve neden yaptığımızı anlamayı deniyorum.

Muhayyel Mimar Sinan bütün çalışma içerisinde kahramanlaştırıldığı, mitleştirildiği her noktadan sorunsallaştırmanıza tabi oluyor. Bu nedenle, muhayyel Mimar Sinan’ı değil, olağanlaştırılmış Mimar Sinan’ı sormak istiyorum öncelikle: Fazlalıkları elediğimizde elimizde ne kalıyor? (16.yüzyılın mimarlık bilgisiyle, dönemin epistemesiyle, siyasal çekişmelerle, bilemediklerimizle ve çoklu işleyen süreçleriyle birlikte tahayyül edebileceğimiz bir Mimar Sinan nasıl? Mimar Sinan bir şemsiye isim diyebilir miyiz; dönemin diğer mimarlarının işlerini de içine alan?)

Olağanlaştırmak tarihyazım disiplininin asli metot ve amaçlarından biri. Anlamı çok açık: Ele aldığınız tarihsel aktörü, olguyu, düşünceyi, ürünü ve eseri içinde üretildiği zaman aralığının, toplumun ve dünyanın içinde var edildiğini kabul etmek demek. Her şey ve herkes kendi çağının içinde sadece olağandı. Arıza değildi, ayrıksı değildi, hele çağ ötesi hiç değildi. Shakespeare veya Palladio veya Napoleon veya Luther vb. kendi çağlarının olağan kişilikleriydi. Sinan da öyleydi. Derdim, bu çok bildik historiyografik gerçeği Sinan özelinde ortaya koymak. Bunu yapınca Sinan değerinden hiçbir şey kaybetmez. Tam aksine bunu yapmak bir zorunluluktur. “O fazlalıkları elediğimizde elimizde ne kalıyor” gibi endişe duyulamaz. Duyulmamalıdır. Daha önemlisi, aslında ortamı bulandıran o “fazlalıkları” da ayıklamaya uğraşmıyorum. Sinan nasıl olağan bir tarihsel gerçeklikse, bugün üretilmiş popüler Sinan imgesi de yine sadece başka bir tarihsel gerçeklik. Ondan -yani bugünkü mitostan- kurtulmak gerekmez. Olsa olsa onu anlamak gerekir. Zaten tarihçilik mesleği öncelikle dünkü ve bugünkü Sinan’ların aynı şeyler olmadıklarını fark etmek işidir. Her ikisini de ortaya çıkaran ama çok farklı olan tarihsel-toplumsal ortamları yorumlamak, teorik anlamda rekonstrükte etmek gerekir. Yapmaya çalıştığım bundan ibaret.

“Mimar Sinan bir şemsiye isim” terimini hiç kullanmıyorum. Ama tabii ki öyledir. Bütün tarihsel kişilikler öyledir. Mimarlık gibi sayısız işçilik ve pratikle ilişkili bir etkinlikte tek sorumlunun sadece mimar olmadığı aşikâr. Daha gençlik yıllarımda yazdığım bir metinde onun için “kümülatif kişilik” terimini kullanmıştım. Sayısız aktörün ortak emeğiyle yapılan işlerin tek bir yüce, “omnipotent”, yani her şeye kadir öznenin ürünü olmadığı besbelli. Onun kişisel emeğinin katkısını, çoğu zaman görmezden geldiğimiz öteki öznelerin katkısından kolay kolay ayırt edemeyiz. Onlar zaten önemsiz çıraklar ve işçilerdi, diyemeyiz. Dememeliyiz. Tarihsel kişiliğin varlığı tüm eşdeğerlerinin ve toplumsal aktörlerin bir toplamından ibarettir. Ancak, Osmanlı 16. yüzyılı bireysellik ve bireyselcilik kavramlarını üretmemiş olduğu için Sinan konusunda daha da dikkatli konuşmak gerekir. Birey, kendi zihinsel yeti ve yeteneklerini tek başına ortama empoze edebilen, direnebilen, toplumsallıkla ilişkisi çatışmalı bir toplumsal tiptir. Eşdeğerlerinden farklı olduğunun özgüvenine sahiptir. Ortamdakinden farklı düşünebilir. Kendisini ayrıştırır. Mevcut alışkanlık ve konvansiyonlara bilinçli olarak karşı çıkabilir. Onun bedelini ödemekten korkmaz. Bireysellik/bireyselcilik de bir modern mitolojidir kuşkusuz. Ama, o kavramın inşa edildiği yer ve zamanda artık “ben böyle düşünür ve yaparım; size katılmıyorum, yanlış düşünüyorsunuz” diyen, deyim yerindeyse, “ukala” kişiler ortaya çıkar. Çünkü birey bir tür aykırı kişiliktir. Papa’ya itiraz mektubu yazarak işi bırakma tehdidi savuran bir Rönesans mimarı mümkündü, fakat 16. yüzyıl Osmanlı dünyasında bu henüz gündemde değildi. Böylesi gerçekleri dikkate almadan Sinan tarihi yazılamaz.     

Sinan’ın mimarlığında bürokratik bir kişi olmasının etkisinden bahsediyorsunuz, nasıl bir ilişki var? Hassa Mimarlar Ocağı ve mimarlık faaliyetlerini biraz açar mısınız?

Sinan’ın bir serbest mimar olmadığı, bugünkü müellif-mimar tipinin kapsamına girmediği aşikâr. O öncelikle Osmanlı merkez bürokrasisinin bir üyesiydi. Onun hiyerarşi ve kısıtlılıklarına ve kuşkusuz avantajlarına da tabiydi. Hassa Mimarları Ocağı da yine bir bürokratik kurumdu. Ancak, ne bir çağdaş mimarlık ofisiydi, ne de dönemin bir tür bayındırlık ya da imar-iskan bakanlığıydı. Örneğin, Bramante’nin Vatikan’daki atölyesine benzemiyordu. Benzemesi de gerekmiyordu. Farklıydı ve görevleri o farklılığı dikkate alınarak anlaşılabilir ve anlatılabilir. Dolayısıyla, çok ayrıntılı bir Osmanlı mimarlık mesleği tarihi yazılmalıdır. O sistemin içinde çalışanlar benim “bürokratik dünya görüşü” dediğim bir zihinsel donatımla eylemde bulunuyorlardı. Mesleklerini öncelikle bürokratik kimliklerini merkeze alarak yürütüyorlardı. Bu konu çok ayrıntılı konuşmayı gerektiren bir mesele olduğu için fazlaca açıklama yapmamayım. Çünkü yanlış izlenimler verir. Şu kadarını söylemekle yetineceğim: Sinan’ın bir 16. yüzyıl bürokratik seçkini oluşu onun mimarlık meselelerine yaklaşımında belirleyici olmuştur. Bunun özgül mimari uzanımlarına değinmeyeceğim. Yalnızca şunu hatırlatayım: Sinan’a yazılmış ve İstanbul’da konut kalitesinin düşüşünü denetlemesi veya sefere çıkılırken orduya mimar göndermesini talep eden buyruklar bile var. Kimse Alberti’den, Palladio’dan böyle taleplerde bulunmuyordu. Onların işi sadece mimarlıktı: Osmanlı devlet personeli değillerdi. Farka şu kadar değineyim: Müşteriyle pazarlık yapan, proje bazında gelir elde eden bir mimarla bürokratik görevi olarak mimarlık yapan bir memur çok farklı iki mimari çalışma rejimine mensuptur. Her ikisine de “mimar” deniyor olması aynı mimar kişiliğinin kapsamında düşünülmelerini sağlamaz.

16. yüzyılın mimarlık bilgisini, algısını anlamak için başvurduğunuz kaynaklardan birisi de dönemin minyatür eserleri. Neyin var olabileceğini, neyin olmadığını öğreniyoruz bu eserlerden?

Onlardan öğrenebileceğimiz şey, 16. yüzyıl Osmanlılarının dünyayı görme ve resmetme suretiyle nasıl yeniden ürettikleridir. Özetle fiziksel çevreyi nasıl kavrıyorlardı meselesini öğreniriz onlardan. Fizikselliği nasıl kavrıyorsak, doğal olarak onu o kavrayış bağlamında görselleştirir, planlar ve inşa ederiz. Görselleştirme teknikleriyle planlama ve inşaat teknikleri bağlantılıdır. En basiti, perspektif yapan bir toplumla yapmayan toplum aynı fiziksel çevre kavrayışına sahip olamaz. Türkiye’de mimarlık tarihçiliği bu gibi meseleleri uzun süre boyunca teğet geçti. Sözgelimi, resim söz konusu olunca dünya çapında başarılarımız yok, ama mimarlıkta ve Sinan örneğinde böyle başarılar gösterdik diye konuşulabildi. Bu tür bir çocuksu başarı anlayışını terk etmeliyiz. En azından şunu yapmalıyız: Mimarlık işlerini nasıl ve ne kadar önemsiyorsak, Osmanlı resmini, düzyazısını, divan edebiyatını da o kadar önemsemek gerekir. Kitapta bunu tüm Osmanlı düşünsel ve estetik pratikleri “homolojik”tir diyerek açıklamayı denedim. Aynı epistemik sistemin, aynı bilgi rejiminin tezahürleridir. Divan edebiyatını küçümseyip resme ikinci derecede önem atfedip mimarlığı göklere çıkaramayız. Hepsi kendi zamanlarında ve yerlerinde anlamlıydılar. Bugün yapmamız gereken şey, o zaman ne biçimde ve neden anlamlı olduklarını sorgulamaktır. Resim bu açıdan özellikle önemsememiz gereken bir sanat.

16. yüzyılın bilme biçimlerine değinirken (6. kısımda) bahsettiğiniz bir kavram var: “Şarih” yani şerheden kişi. Önemli bir metnin güncel talepler doğrultusunda yeniden ele alınması olarak açıklıyorsunuz ve mimari olarak karşılığını Süleymaniye’de buluyorsunuz; Ayasofya’nın şerhi olarak. Bir başka bölümde de (8. kısımda) mimari etkinliğin siyasal çekişmelerden etkilendiğine dair verdiğiniz örneklerden birisi Kubbetü’s Sahra ve Kanuni Sultan Süleyman Türbesi benzerliği.  Bu bağlamda Kanuni Sultan Süleyman türbesini Kubbetü’s Sahra’nın şerhedilmesi olarak görebilir miyiz?

Kuşkusuz görebiliriz. Şerhetmek en yaygın ve bildik Osmanlı yazma ve düşünme yaklaşımlarından biriydi. Çok kısaca, önem ve anlamı tartışmasız olan bir metnin açımlanması ve yorumlanması işi olarak tanımlanabilir. Şerhin özelliği nesne aldığı ürüne eleştiri, geliştirme, yarışma veya karşı çıkış amacıyla değil, olumlama ve değerliliğini tescil ederek açımlama yapmasıdır. Mimarlıkta da bunun geçerli bir yaklaşım olduğunu öne sürüyorum. Dolayısıyla, Kanuni Türbesi’nin metaforik anlamda bir Kubbetü’s-Sahra şerhi olarak düşünülmesi mümkündür. Şerh bir saygı duyma pratiğidir. Modern dünyada ortadan kalkar. Artık mevcut metinlere eleştirel bir bilinçle yaklaşırız. Doğru ve geçerli olduklarını kabul ederek okumaya ve yorumlamaya başlamayız. Tam aksine neredeyse yanlışlamak için okuruz. Modern bilimin bir yanlışlama mekanizması içerdiğini onyıllar önce Popper göstermişti. Bizim için bugün bir bilimsel ifade olsa olsa yanlışlanana kadar geçerlidir. 16. yüzyıl Osmanlıları böyle düşünmüyordu. Onlar geçmişin eserlerinin doğrulanmaya bile ihtiyacı olmadığına, sadece yorumlanabileceklerine inanıyorlardı. Her alanda böyle düşünüyorlardı.

Dönemin epistemesinden, siyasal çekişmelerinden ayrı mimarlık etkinliği olamayacağını çalışmanızda detaylı bir şekilde anlatıyorsunuz. Siyasal ve toplumsal alandan yalıtılmış mimarlık işi düşünmek bugüne mi ait?

Çırpıştırma bir Lefevbre özeti yapmayayım, ama Lefevbre’den bu yana mimarlık bizatihi siyasallıktır diyebiliyoruz. Siyasetle ilişkili değil, düpedüz siyasaldır. Hatta hegemoniktir diye konuşuyoruz. Onu o ait olduğu toplumsal zeminden yalıtmak ancak özgül bir zihinsel çaba gösterilerek başarılabilir. Zorlu bir soyutlamadır bu. Kuramsal olarak yapılabilir, pratikte aynı yalıtma mümkün olmaz. Ne var ki, bunu tüm çağ ve toplumlarda aynı biçimde ve yalın bir otomatizmle çalışıyormuş gibi düşünmek yanlış olur kuşkusuz. Fark şu: Geçmişte mimarlık siyasallığın ve hegemonyanın olağan bir bileşeniydi, spontane olarak siyasaldı. Modern dünyadaysa siyasal bir dayatma aracı gibi kullanılmaya da başlandı. İdeolojik hale getirildi ve teorikleştirildi. “Doğru mimarlık şu olmalıdır” biçiminde ideolojik argümanlar üretildi. Bu, örneğin Keykavus’un, Kanuni’nin, Sinan’ın bilmediği ve kullanamayacağı bir imkandı. Onlar ve genelde modern öncesi özneler bilinçli olarak Türk mimarlığı, Selçuklu mimarlığı, Gotik veya Antik Yunan mimarlığı yapalım diye yola çıkmıyorlardı. Zaten yapılageldiği biçimde öyle yapıyorlardı. Oysa modern dünyada bunun özgül bilinci üretildi -her iki doğrultuda da… Bir yandan, amaçlayarak, bazen zorlayarak mimari araçlarla siyasal hegemonyalar kurmanın yolu açıldı. Öte yandan da, bununla eşzamanlı olarak dayatmacı ve hegemonik olmayan mimarlıklar yapmak gibi arayışlar başladı. Siyasal dayatmalar yapmayan, özgürlükçü mimarlıklar mümkün mü türünden güncel kaygılarımız var artık. Kısacası, biraz çarpıtma pahasına şunu iddia edeceğim: Modern dünyada mimarlığın siyasallığı hem demokratik, hem de antidemokratik iki karşıt doğrultuda kuruldu. Sinan ve çağdaşları bunun her iki doğrultusunu da bilmiyorlardı. Olsa olsa biz bugün onların tarihini yazarken o mimari siyasallığı ve hegemonyayı görebiliyoruz. Örneğin kitabımda ben bunu yapmaya da çabalıyorum.

Uğur Tanyeli

Osmanlı/Türkiye tarihinde Mimar Sinan referanslarının, anlatılarının yoğunlaştığı dikkatinizi çeken dönemler var mı?

Sinan konusu bu ülkede şimdi alışageldiğimiz bağlamda geç 19. yüzyılda gündeme gelmeye başladı. Erken 20. yüzyıldan itibaren Türk milliyetçiliğinin doğuşu ve ortamda egemenlik kurmaya başlamasıyla birlikte tırmanışa geçti. Milliyetçi endişelerin arttığı dönemlerde bu konu da özel bir ağırlık kazandı. Öte yandan, aynı endişeler dünya çapında toplumlar arasında bir mimari, sanatsal ve düşünsel yarış yaşandığı inancını geliştirdi. “Bizim Rönesans ve sonrasının yüce Avrupalı dehaları gibi mimarlarımız, edebiyatçılarımız, düşünürlerimiz yok mu” türünden kaygılar doğdu. Özellikle Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yenilgi ve kaybetmişlik psikozları ağırlaştıkça Sinan ilgisi de genişledi. Bugünlerde iyice yoğunlaştığını düşünüyorum. Ulusal birlik tehlikede, çevremiz hep düşmanlarla çevrili gibi tehdit algıları yükseldikçe, bu konu da yaşamsal önem kazanmış gözüküyor. Benim mimarlık öğrenimine başladığım 1970’lerde bile, Türkiye’de gittiğim hemen her yerde “Sinan kimdir, biliyor musunuz” gibi sorular sorduğumda ender olarak olumlu yanıt alırdım. Bugün neredeyse herkes kendince Sinan’ı tanıyor. Güncel popüler Sinan algısı toplum genelinin malı oldu.

 Mimar Sinan idealizasyonu, kahramanlık miti bizi nasıl bir gerçekliğe/kabule çağırıyor?

Tarihsel geçmişimize soğukkanlı biçimde bakmamızı engelliyor. Akademik tarihçilik çoktan terk etti, ama ülkede hala Osmanlı Yükselme ve Çöküş Dönemleri anlatısı egemenliğini sürdürüyor. Bu, benzersiz bir yüceliği, başarıyı ve dünya egemenliğini temsil eden bir dönemi yaşadıktan sonra, onu kaybettiğimiz yanılsamasına katkı yapıyor. 16. yüzyıldan sonra sanki sürekli geriye gidiyormuşuz endişeleri üretiyoruz. Bugünümüzden, güncel başarılarımızdan duyduğumuz kaygılardan kaçmak için düşsel bir geçmişe sığınmak istiyoruz. Yaşamadığımız, tarihsel olarak birkaç basit argüman dışında bilmediğimiz bir geçmişin nostaljisini üretiyoruz. Özetle geleceğe umutla bakmak yerine, geçmişe özlemle bakıyoruz. Sinan da bu bakışı desteklemek için kullanılan bir ideolojik malzeme haline geliyor. Başka bir çalışmamda bu tür davranışları “özlem gözlemi olanaksız kılar” diye özetlemiştim. Anlamı şu: Geçmişi özlemek hem bugünün, hem de dünün gerçekliklerini sükunetle gözlemlemeyi imkansızlaştırır. Özlenen, yüceltilen düşsel geçmişin pırıltısı gözlem yapan modern öznenin gözünü kamaştırıp algısını bozar.

 Mimar Sinan’a dair üretilen efsaneleri derlediğiniz bir bölüm var; bununla bağlantılı olarak MSGSÜ’nün de sembolü olan, Mimar Sinan’ın eserlerinde gizlediği varsayılan baykuş sembolü hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu iddiayı hiç duymadım. Ama biliyorum ki, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin ambleminin Mimar Sinan ile hiçbir ilgisi yok. O kurum henüz Güzel Sanatlar Akademisi adını taşırken de amblemi baykuştu. Kökeni Antik Çağ’a uzanır. Athena’nın simgesi olan baykuşla bağlantılı. Athena ise bilgelik, sanat vs. gibi değerlerin kişiselleştirilmesidir. Baykuşun Osmanlı 16. yüzyıl imgeleminde bir yeri yoktu. Dolayısıyla, Mimar Sinan’ın eserlerinde gizlediği bir baykuş yok. “Muhayyel Sinan” efsanelerine yeni bir katkı olsa gerek. Ortada bir gizem ve yücelik arayışı varsa, onu her fırsatta, en akla hayale sığmaz biçimlerde tırmandırmak da mümkün belli ki. Sonunda efsane üretimi MSGSÜ amblemine kadar gelip dayanmış anlaşılan.

Ayasofya’nın 16. yüzyılda önemli bir referans noktası olduğunu görüyoruz; hatta çalışmanızda bunu pseudomorphosis kavramıyla açıklıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Dönemin epistemesine dair de önemli bir örnek teşkil ediyor.

Ayasofya’nın Osmanlı mimarlığındaki öneminden kitapta yer yer söz ediyorum. Ancak yazdıklarımı yinelemeyeceğim. Ayasofya’nın Osmanlı mimarlığındaki rolü onyıllardır o kadar çok yazıldı ki, artık bayatladı bile. Çok kısa bir özet yaparsam, Türkler erken 20. yüzyıldan itibaren öneminden kuşku duyarak ve etkisini küçümseyerek yazmaya başladılar. 1940’lar biterken Ernst Diez onun Osmanlı klasik mimarlığı üzerindeki etkisinden konuştuğu zaman, gazete makalelerinde ülkeden ve üniversiteden atılmasını önerenler çıkmıştı. Sonra Ayasofya ile yarışma iddiası gündeme geldi. Daha 1950’lerde Doğan Kuban’dan başlayaraksa, artık Ayasofya meselesi bu asabiyetini yitirdi. Ancak Kuban’ın ilk doçentlik başvurusu bu gerekçeyle reddedilmişti diye biliyorum. Bugün aynı kaygılarla düşünmüyoruz. Ancak benim bu meseleye yaklaşımım farklı. Şöyle ki, Osmanlı bilgi rejimi, tarih yaklaşımı ve mimari düşünme yaklaşımları sadece Ayasofya’ya ilişkin bir mesele değil. Genelde tüm geçmişe Ayasofya’ya yaklaştıkları biçimde yaklaştıklarını düşünüyorum. Bunun çok kısa özeti, geçmişin ürünlerinin tümü gibi Ayasofya’yı da tarihsel bir gerçeklik olarak değil, ezeli ve ebedi bir yücelik örneği olarak gördükleri şeklinde verilebilir. Nasıl ki, İskender’i tarihsel bir kişilik olan Aleksandros diye görmeyip tarihötesi bir yüce varlık olarak tanımlıyorlardı ise, Ayasofya’yı da historiyografik olarak ele alınması gereken eski bir yapı diye nitelemiyorlardı. 16. yüzyıl Osmanlısı eskinin asla eskimediğine ve yabancılaştırılamayacağına inanıyordu. O ne etnik ve dinsel, ne de zamansal olarak “öteki”nin malı sayılıyordu.

Mimar Sinan üzerine çalışılmayı bekleyen başlıklar neler? Bununla bağlantılı olarak Osmanlı/Türkiye mimarlık tarihi üzerine alışılageldik metotları bir yana bırakarak yapılacak çalışmalar neler olabilir?

Böyle yeni çalışma başlıkları sıralayamam. Olsa olsa bugüne kadar dikkat çekmemiş konulara yönelmeyi ve/veya ideolojik olarak kurulmuş araştırma başlıklarını unutmayı önerebilirim. Mimarlıktan, sanata, siyasete, askerliğe vb’ne kadar her alanda kutsallaştırmalardan, ikonlaştırmalardan kaçınma gereğine işaret edebilirim. O kaçınma çabasıyla yola çıkanların hangi metodlarla neler yazabilecekleri öznel bir mesele. Nelerin farkına varıp onları nasıl tarihleştireceklerini bilemem. Bu her tarihçi öznenin bireysel marifetiyle ve zihin açıklığıyla tanımlı bir imkân. Bir prosedürü ve protokolü yok. Ancak, daha önce yazılmış ve söylenmiş olanları eleştirip sorunsallaştırmak başka yazma ve söyleme imkanlarını mümkün kılar diyeceğim. Historiyografik ufuk böyle açılır. 

Abdullah Ezik ve Fikriye Yücesoy’un Sanat Kritik Söyleşileri kapsamında Uğur Tanyeli ile yaptığı söyleşiyi buradan izleyebilirsiniz: