.

Ercan Arslan: “Cahillerdeki renk paletimi en aza indirgedim, çünkü cahillerin renge ihtiyacı yoktu. Cahilin özünü en iyi renksizlik verir diye düşündüm.”

Abdullah Ezik

abdullah.ezik@sanatkritik.com

Geçtiğimiz haftalarda Everest Yayınları’ndan çıkan Yeni Cahiller: Resimli Aforizmalar, sanat ile edebiyatın kesiştiği özel bir yerde duruyor. Ferit Edgü’nün daha önce kaleme aldığı Cahil kitabının bir tür devamı olarak görülebilecek eser, usta yazarı ressam Ercan Arslan ile bir araya getiriyor.

Temelinde “cahil” kavramına odaklanan bu eserde Ferit Edgü’nün aforizmalarına Ercan Arslan’ın resimleri eşlik ediyor.

Abdullah Ezik, Ercan Arslan ile Yeni Cahiller: Resimli Aforizmalar kitabının oluşum süreci, Ferit Edgü ile çalışma süreci, “cahil” kavramı ve bu kitap özelinde resim pratiği üzerine konuştu.

Ferit Edgü’nün geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Yeni Cahiller: Resimli Aforizmalar başlıklı kitabına sizin resimleriniz eşlik ediyor. Öncelikle söz konusu bu kitap projesi nasıl gelişti?

Projenin gelişmesinde Burak Fidan’ın çok büyük rolü var. Yeni Cahiller‘den bana ilk bahseden o. “Cahil resmi yapar mısın?” dedi. Yaptım birkaç tane. Ferit Edgü’nün bunlardan çok etkilendiğini, söyledi. Daha sonra proje kendiliğinden bu karşılıklı gelgitlerle devam etti.

Cahil resimlerini yaparken hemen istediğim görsel dili, anlatımı geliştirmek biraz zaman aldı. Sonra her şey çorap söküğü gibi kendiliğinden geldi.

Fotoğraf: Alex De Mirelle

Kitabın odak noktasında “cahil”, “cahillik” ve “cahiliyet” kavramları ve sizin bu kavramlara ilave ettiğiniz yeni anlamlar/düşünceler yer alıyor. Bu kavramlar, bir ressam olarak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Siz bu kavramlara dair nasıl bir yaklaşım geliştirdiniz?

Ben cahil kavramı üzerine yoğunlaşırken bunu bir ressam olarak yaptım. Yani bende önce resim oluştu sonra kavram kendisini hissettirdi. O yüzden kitaptaki resimler aforizmalara illüstrasyon değiller. Cahil olgusunun farklı iki malzemeyle işlenişi diyebiliriz. Cahil benim için grotesk bir figürdür. Resimlerimde, karikatürize etmeden o grotesk hali vermeye çalıştım. 

DW Türkçe için sizinle yapılan bir söyleşide “sürekli renk arayışı içerisinde olduğunuzu” belirtiyorsunuz. Renkler sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Yeni Cahiller: Resimli Aforizmalar’da yer alan resimlerinizin renk paleti ve renk seçimlerinize dair neler söylersiniz?

Ben resim serüvenimde kendimi bildim bileli anlatmak istediğime bağlı olarak renklerin ve çizgilerin peşindeyim. Renk içinde kaybolmak, yeni renk uyumları/ uyumsuzlukları peşinde koşmak beni her zaman çok heyecanlandırdı. Renklerin anlamı, önemi her resimde farklıdır. Renklerin anlamını izleyici kendisi çözer. Benim o renge yüklediğim anlamla izleyicinin verdiği anlam aynı olmayabilir. Benim resimlerimde renklerin kendi başlarına anlamı yoktur. Resim içinde diğer renklerle kurdukları uyum/ uyumsuzluk izleyiciye bir şeyler anlatır.

Cahillerdeki renk paletimi en aza indirgedim, çünkü cahillerin renge ihtiyacı yoktu. Cahilin özünü en iyi renksizlik verir diye düşündüm.

Bir ressam ile bir yazarın birleşmesi, çok alışık olduğumuz bir durum değil. Öyle ki bunun bir kavram, ortak bir düşünce etrafından gelişmesi ise daha da ender rastlanan bir mesele. Peki sizin için Edgü ile çalışmak nasıl bir deneyim oldu? Kitaptaki resimler ve aforizmalar birbirinden bağımsız mı üretildi, yoksa metin-resim ilişkisi hep karşılıklı konuşma/paylaşımlarla desteklendi mi?

Ressam-yazar ortaklığı gerçekten de günümüz modern dünyasında pek moda değil. 20.yy’ın başlarında Paris’te çok daha yoğun olan bu birliktelikten nice büyük (sonraki birçok kuşağı da etkileyen) izm’ler ortaya çıktı. Ressam ile yazar, farklı malzemelerden yola çıkarak bazen aynı düşüncenin izini süren iki zanaatkardır. Bu iki ayrı kulvarın birleşmesi bazen çok doğurgan, yaratıcı sonuçlar verebilir. Bu iki disiplinin birbirini beslediğini sayısız örnekten biliyoruz. Ferit Edgü ile bu süreçteki ortaklığımızı bir tattaravalliye benzetiyorum. Ben Berlin’de o İstanbul’da birbirimizi yükseltmeyi başardık. O, yazdığı aforizmaları bana yolladı ben kendimi kötü hissettiğimde. Ben, yaptığım her cahil resmini ona yolladım o kendini kötü hissettiğinde. Bundan daha yaratıcı bir durum olamaz. Üç bin kilometrelik bir mesafenin anlamının kalmadığı, sürekli birbirini itip çekme, etkileme durumu.

Şüphesiz her bir resmin, kitap ve üretimin sanatçı/yazar/şair için kendi içerisinde özel bir anlamı vardır. Bununla birlikte belirli bir fikir etrafında eser üretmek, onu özümseyerek uzun süre onunla meşgul olanın da daha ayrıksı bir karşılığının olduğunu söyleyebiliriz. “Cahil” kavramı üzerinden gelişen bu çalışmalara siz nasıl çalıştınız? Üretimleriniz boyunca nasıl bir çalışma, araştırma, düşünme süreci geçirdiniz?

Cahil serisini iki ay kadar çalıştım. Yoğun ve yaratıcı bir dönemdi. Kendi içinde görsel bütünlüğü olan bir dil geliştirmek ve sonrasında o dili korumak kolay olmadı. Çalıştıkça o gelişmiş olan dilin içinde de ayrı yollara sapan “lehçeler” ortaya çıktı. Bu yaratıcı sürecin kaçınılmaz bir parçası. Üstüne yoğunlaştığınız “malzeme” doğurganlığa elverişli ise farklı yollara sapmanız kaçınılmazdır. Bunu sınırlamak kolay olmadı.

Benim resim dünyam pentür ve desen ağırlıklı. Pentürde renkler ve biçimler ön plandayken desenlerimde çizgiler, lekeler öne çıkar. Cahil serisinde bu ikisini birleştirmeyi denedim. Renklerimi en aza (saman sarısı, siyah-beyaz, gri) indirgedim. Çizgileri bazen kalemle çizerken bazen de mürekkebi renk tadında fırçayla kâğıda aktardım. Yeni Cahiller‘de hem pentür rahatlığı hem de desenin çizgisel sınırları var.

Dediğim gibi ben, malzeme üzerinden kavramların özüne inmeye çalışan bir ressamım. Cahil kavramını düşünürken elimdeki malzemenin sınırlarını, anlatım olanaklarını zorladım. Kafamda hep şu soru vardı: Cahilin resmi yapılsa kendisini tanır mı? Başarılı olduğumu sanmıyorum. Çünkü cahil kendisini tanırsa artık cahil değildir.


Grafik tasarım: Damla Okar

Bir entelektüel olarak sizin için çözüm, cahillerin yönetmediği bir başka ülkeye göç mü, cahil ile savaş mı? Bu konuda siz ne dersiniz?

Cahilin olmadığı bir ülke hayal etmek saflık olur. Cahillerden kurtulmak istiyorsan insanlarla iletişimi kesip ıssız bir adaya, ya da dağ başına bir yere yerleşmelisin. 8 milyar insanın yaşadığı dünyada bu mümkün değil. Tek seçenek özüne dönüp yoluna devam etmek. Almancada bunun için güzel bir kavram var: “inneres Exil”

Benim 9 yıldır televizyonum yok. Üç aydan beri haber dinlemeyi kestim. Evimde internetim yok. Gazete okumuyorum. O kadar huzurluyum ki! Dünyadan habersiz mi yaşıyorum? Hayır! İstediğim kitapları okuyorum. Müzelerde eski ustaları izleyerek çok zaman geçiriyorum. Geziyorum. Kendi yaratıcı dünyama yoğunlaşıyorum. Ödün vermeden düşüncelerimin, fikirlerimin peşine düşüyorum.  Sevdiğim birkaç dostumla iletişim halindeyim. Böyle baktığımda aslında ben sessiz, ıssız bir yerde yaşıyorum. Belki de kendi içinde huzuru bulabilen, cehaletle savaşı kazanmış olur. Bilmiyorum! Cahillerle savaşmak için cahil mantığı ile düşünmek zorundasın ki, bu da seni cahil yapar.

Cahil, ölüme karşı duyduğu korku, zenginlik hayali, rütbe arzusu, galip gelme isteği ile ön plana çıkar. Her anlamda maddi ve dünyevidir. Tüm arzularının temelinde hep “ben” ve “yükselme arzusu” vardır. Peki cahil hep bir kişi midir? Bütün bir cahiller sürüsünden veya “cahil bir toplum”dan hangi perspektifte söz edilebilir?

Cahil bir toplum, tek tip düşünen, tek bir düşüncenin hâkim olduğu bir toplumdur. Farklılıklara, çeşitliliğe izin vermeyen bir toplumdan korkulur. Bence bu felaket her an her toplumun başına gelebilir. Çoğulcu, liberal bir toplum bir anda galeyana gelip kendisini tek bir biçime indirgeyip felakete sürüklenebilir. Şimdiye veya yakın geçmişe baktığımızda böyle felakete sürüklenmiş sayısız toplum görebiliriz. Bunların en ünlüsü Nazi Almanya’sıdır. Ama günümüzde etrafımıza baktığımızda birçok ülkenin, toplumun böyle buna benzer bir çıkmazda olduğunu görmek mümkün.

“Hiçbir cahil kendinden sorumlu değildir,” (s. 37) diyor Edgü. Bu, özellikle II. Dünya Savaşı, Nazi Almanya’sından sonra daha da fazla tartışılan toplumun suça iştiraki konusunu da düşündürdü. Hitler tek başına bir canavar mıydı, toplum bu canavarı nasıl çığırından çıkardı; gibi sorular hep benim de zihnimde dönenip durur. Bu noktada cahil ve cahiliyetten de söz edilebilir. Peki cahil herhangi bir şeyden sorumlu mudur? Veya ötekiler tarafından, herhangi bir şeyden sorumlu tutulabilir mi?

Cahil kavramı üzerine düşündükçe dönüp dolaşıp kendime geliyorum; kendimi sorguluyorum. Ben ne kadar cahilim? Ben ne kadar sorumluyum? Cahil sorumluluğunu bilmez ama, kim kendisine ben cahilim derki! Bir insan her zaman cahil midir? Bu soruyu değiştirirsek: Bir insan her zaman kötü müdür? Yaşam bir Hollywood filmi değildir. Kesin siyah-beyaz yerine her şey olabildiğince gridir. Biz de birey olarak griyiz. İyiyiz- kötüyüz. Bazen cahiliz- bazen arif. Toplumlarda gridir. Alman toplumu, neredeyse topyekûn, aklımızın kavramakta zorlandığı korkunçlukları yaptı. Diğer yandan o topraklardan Goethe, Hegel, Kant, Nietzsche ve nice vicdanlı, aklı selim, yürekli insanlar çıktı. Amerika cahiller ülkesidir ama 20.yy’lın en akıllı insanları oradan çıkmıştır. İnsanlık tarihini cahil ve arif olma düalizmi üzerinden de okuyabiliriz. Bu yüzyılımız son noktayı koyacak gibi. Cehalet kazanırsa insanlık yok olacak. Öyle de görünüyor. 

Gerek kitapta yer alan çalışmalarınızın, gerekse kolaj, resim, heykel ve performans gibi üretimlerinizin içerisinde sizin anlık ruhsal durumunuza dair de önemli veriler taşıdığını söylemek mümkün. Son bir soru olarak sanat, üretmek, çalışmak sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Bir sanatçı olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Yaratıcı olmak, sürekli uğraşıp didinmek, içimde kaynayanı dışarı atmak, bir motif, bir renk, bir kavram veya ışık üzerine düşünmek ben de yemek içmek, hava alıp vermek kadar önemlidir. Yaşamda kalabilmek için sürekli üretmek zorundayım.

Dönem dönem yoğunlaştığım malzemeler, konular var. Bunlar, bir mıknatıs gibi sürekli beni kendine çeken konular veya malzemelerdir. Eski ustalar gibi malzemeler üzerinden konularımı düşünmeyi seviyorum. Malzeme, yaratana her zaman sınırlar koyar. Bu sınırları zorlamak hoşuma gidiyor. Bir taşın sınırlarıyla, bir kâğıdın sınırları farklıdır. İkisinde de kendinizi, sınırlarınızı farklı sınarsınız. Şöyle diyeyim: Her farklı malzemede söyleyeceğiniz aynı olsa bile bakış açınızı değiştirmek zorundasınız. Bunu, her gün aynı odaya girip her seferinde başka bir yere oturup etrafı seyretmeye de benzetebiliriz. Malzeme değiştirirken önemli olan hep kendin kalabilmen; kendini kaybetmeden anlatmak istediğine yoğunlaşabilmen.