“Cazdan Sazdan Sözden” adlı podcast serimizde Esin Hamamcı, caz, klasik, rock ve pek çok müzik türünden müzisyenlerle, müzik yazarlarıyla, müzik sektörünün önde gelen isimleriyle sohbet ediyor. Serimizin yeni konuğu müzikolog, orkestra şefi, besteci, yazar Emre Aracı.
Dinlemek için;
Esin Hamamcı
Esin Hamamcı müzikolog, orkestra şefi, besteci, yazar Emre Aracı ile Londra’da Türk İzleri kitabı üzerinden Osmanlı saray müziği ve Londra’ya yansımaları üzerine konuştu.
Londra’da Türk İzleri kitabınızın ilk bölümü yani “Prolog”u, Servet-i Fünûn dergisinin kurucusu Ahmet İhsan Tokgöz’ün 1891 yılının Temmuz ayında yaptığı seyahatinden bahsederek açıyorsunuz. Burada önemli bir anekdot var. Ahmet İhsan “asar-ı kasvet her tarafta hükümferma” diyerek Londra’yı sisli ve karanlık buluyor. Siz, Ahmet İhsan’dan bir asır sonra 8 yaşında bir çocuk olarak ailenizle otomobille Londra’ya yaptığınız seyahatte ise burada başka bir “ruh” buluyorsunuz. Öyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Avrupai müzik geleneği üzerine araştırmalarınızla uluslararası alanda tanınıyorsunuz. Kitaba geri döneceğiz ancak biraz biyografinizden yola çıkarak birkaç soru sormak istiyorum. Londra sevginizle müziğe olan ilginiz nasıl başladı ve ikisi nasıl birleşti?
Çok teşekkür ederim. 1977 yılı dediğimiz zaman –neredeyse yarım asırlık bir zaman- hiç unutmam, o zamanlar biz yazları Suadiye’de otururduk. Arabayla İstanbul’dan yola çıktığımız zaman bütün Avrupa’yı katedip Londra’ya uğrardık. Ondan sonra seyahatimiz bütün Britanya’yı kapsadı. Edinburgh’a kadar çıktık. Londra şehri, beni çocuk yaşımda çok etkilemişti. Ama esas beni etkileyen eğitim için gittiğim zaman, yani yaklaşık on sene sonra, 1987 yılında, bütün o çocuk yaşımda yaptığım yolculuğu bir yerde eğitimimde katettim. Londra’da okudum, oradan Edinburgh’a geçtim. 8 sene burada okudum. Burada bir kasabaya yerleştim. Şimdi geriye dönüp baktığım zaman, sanki gelecekteki hayatımın şablonunu o seyahatte görmüş gibi oldum. Dolayısıyla İstanbul’dan Londra’ya yaptığım bu yolculuk, bir yerde hayatımın da şablonunu oluşturmuş. Londra’da Türk İzleri de zaten benim için o seyahatle başlayan ve onun ardından şuurumda toparladığım bütün bilgileri yavaş yavaş bir araya getirdiğim ve en sonunda kaleme döktüğüm bir eser olarak ortaya çıktı. Tabii parkları, iki katlı otobüsleri, telefon kulübeleri, Londra’nın ikonik, kendine has o özellikleri, Big Ben çan sesi… Beni hep bunlar etkiledi. İstanbul’daki evimizde de ben zaman zaman kendimi BBC radyosunu dinlerken bulurdum. Oradan da Londra’nın bu seslerini çınlayan radyomuzdan dinlerdim. Dolayısıyla herhalde böyle bir etkileşim oldu diye düşünüyorum, daha o yaşlarda…
1990 yılında Edinburgh Üniversitesi Müzik Fakültesi’ne girip Ahmed Adnan Saygun’un hayatı ve eserleri hakkında bir tez yazdınız. Yine aynı yıl Londra Okulları Senfoni Orkestrası’na kabul edildiniz. 1998 yılında Londra’da yirmi kişiden oluşan Londra Osmanlı Saray Müziği Akademisi Orkestrası’nın birçok konserini yönettiniz. 1999’da doktoranızı tamamladınız. Öğrencilik yıllarınızda Edinburgh Üniversitesi Yaylı Çalgılar Orkestrası’nı kurarak beş sene şefliğini yaptınız. Türkiye’den gelen bir öğrenci olarak yurt dışında attığınız bu denli önemli adımlar o dönemlerde sizin için nasıl bir süreçti?
Bu görüşünüz için teşekkür ederim ancak benim için bir öğrencinin yapabileceği bir yolculuktan başka bir şey değildi. Ben Londra’da müziğe geç yaşta başladım. Klasik müzik seven insandım kendimi bildim bileli. Sadece müzik değil, her konuda; mimari, edebiyat, giyim-kuşam, her şeyin klasiğinden hoşlanan bir insanım. Belki de geçmişi arayan bir insanım. Dolayısıyla müzik, geçmişe ulaşabilmek için bir amaçtan ziyade bir araç oldu. Üniversite öğrencilik yıllarımda da Londra’da 3 sene okuduktan sonra Edinburgh Üniversitesi’ne kabul edildim. Onun üzerine doktora konusunda araştırma yapmaya karar verdiğim zaman da Ahmet Adnan Saygun’un hayatı ve eserleri üzerine çalışmaya karar verdim. O sırada henüz vefat etmişti. Ben kendisini hiçbir zaman tanımadım. Öğrencisi de olmadım. Ancak kıymetli çalışmalarını bir yerde bir araştırma konusu olarak ele alıp, bunu da daha geniş çevrelere ulaştırmaya gayret ettim. Şöyle enteresan bir olay var ki; Saygun da bir besteci elbette ve bu yüzden yaşadığı hayatın zorluklarını onun hayatını yazarken görerek kendi geleceğimde de bu yolculuğun ne kadar zor olduğunu hissetmedim değil. Benim için herhalde en büyük eğitim, onun hayatında bestecilik ve müzik dünyasında verdiği mücadeleyi görmem oldu. Her zaman amacım geldiğim topraklarla gittiğim topraklar arasında bir köprü oluşturmaktı. Müzikte de böylesine önemli bir bestecinin hayatını ele almak çok önemliydi. Sonrasında Londra’da kurduğum toplulukla da, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Avrupai müzik geleneğini ele aldım ve o bağlamda konserler vermeye başladık. O topluluk devam etmiyor ama ben dünyanın değişik yerlerinde pek çok orkestralarda bu konserleri verdim; yani saraydaki Batı formunda bestelenmiş Avrupai türde eserler. Saygun’un hayatını araştırmak -çünkü sonuçta o da Osmanlı İmparatorluğu döneminde doğmuş bir insandı ve İzmir’de geçen, çocukluğunda gördüğü, dinlediği, kulağına gelen seslerden etkilenmişti- bir bağ oldu benim için.
Sonrasında ise uluslararası alanda konserler vermeye başladınız. Aynı zamanda araştırmalarınıza da devam ettiniz. Pek çok Türk büyükelçiliği bünyesinde konferans ve konserler verdiniz. British Museum, Royal Academy of Arts, Cambridge, Oxford, New York, Saraybosna, Viyana ve Ottawa Üniversiteleri gibi kurumlarda tebliğler sundunuz. Osmanlı devri ve çağdaş Türkiye’nin müziği üzerine makaleleriniz, Andante, Cumhuriyet Dergi, The Court Historian, Cornucopia, International Piano ve The Musical Times gibi yerli ve yabancı dergilerde yayımlandı. Uluslararası alanda takdir gören çalışmalarınız ve yayınlarınızın konusu ise çoğunlukla Osmanlı’daki Batı müziği üzerine. Sizi bu alana çeken, bu alanda kuyu kazmaya iten motivasyon neydi?
Herhalde bulunduğum ortamda gördüğüm araştırma konusundaki ilgi beni bir yerde orijinal bir çalışma yapmaya itti. Aslında kendi geldiğim topraklardaki müziğin değerini bu şekilde ortaya koymak ihtiyaç oldu ki bu bir yerde Londra kaynaklı yine. Çünkü hiç unutmuyorum, Londra’ya ilk gittiğim zaman bir kitap sahafı vardı Farringdon Road’da. Bu üç jenerasyon ailenin kaldırımda eski gazeteler, kitaplar sattığı bir yerdi. Orada sararmış bir gazete sayfasında eski bir Osmanlı marş notası bulmuştum. Üzerinde de “Ekselansları Ömer Paşa’nın eşi’nin bestesi” olduğu yazılıydı. Çok şaşırmıştım çünkü Kırım Savaşı zamanında bir Osmanlı paşasının hanımının yazdığı marş, Londra’da nota olarak tüm halk okusun diye gazetede basılıyor. Özellikle nota olarak basılması, birebir olması beni çok şaşırtmıştı. O sayfayı ben öğrenci olarak satın aldım. Yani bir gazete yaprağından bir kariyer çıktı, hikâye bu benim için. Zaten Londra’da Türk İzleri kitabımın açılışında da bunu anlatıyorum. Ve bu eserin kaydını da Londra’da kurduğum toplulukla Ateş Orga’nın yapımcılığında -Cihat Aşkın da İstanbul’dan geldi- hep beraber kaydettik. Kalan Müzik’ten çıkan ilk cd’imde yer alıyor bu parça. Bu benim için çok heyecan verici bir hikâye çünkü bir öğrenci olarak sahafta bulduğum bir notanın gerçeğe, sese dönüşmesidir. Bu hanımın adı dahi yoktu. Seneler sonra adını da bulduk, kim olduğunu bulduk, mezarını bulduk. Ve bana bu konuları araştıran insanlardan, gelen yurt dışından mesajlar sayesinde isminin Anna Simonis olduğunu öğrendik örneğin, yani hikâye devam ediyor. Hayatınızla bizzat siz o yolu yürürseniz -ki hayatta hiçbir şey maalesef devşirme olamaz- onu siz yaşıyorsanız, sizin hayatınızın bir parçası oluyorsa o zaman o bir yerde sizin hayatınızın da hikâyesi olmaya başlıyor. Fakat şunu da söylemek isterim ki “Bu eserlerin müzik niteliği nedir?” sorusu da önemli. Sonuçta bunlar birer marş. Doğru. Şahane bir şaheser değil. Kaldı ki bunu söylemek bana da düşmez ama ben bunu o devrin sesi olarak kaydetmekten keyif duydum. Benim de görevimin naçizane bu olduğunu düşünüyorum.
Osmanlı’nın Batı ile olan teması konusunda genellikle Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa’ya yaptığı seyahat ilk örneklerden biri olarak gösterilir. Fransa’da edindiği izlenimleri aktardığı sefaretnamesi ise “alafranga” akımını da getirmiş olur. Peki Osmanlı Sarayı’nda opera ve klasik müziğin yaygınlaşması nasıl başlıyor?
Dediğiniz gibi diplomasi çok önemli. Çünkü ilk temaslar diplomatik alanlarda oluyor. Avrupalı büyükelçiler İstanbul’da mevcut, Osmanlı’ya onlar elçi yolluyorlar. Zaten bunlar hep ticaret imtiyazlığı sağlamak amacıyla yapılan, ticaret üzerinden işleyen ilişkiler. Ancak Osmanlı’nın Avrupa’ya büyükelçi yollaması 18. yüzyılda III. Selim devrinde başlıyor -daimi elçilikler anlamında yoksa daha önceden Yirmisekiz Mehmet Çelebi gibi gidip gelen elçiler var- ve kurumsal anlamda elçilikler kuruluyor. Dolayısıyla onların İstanbul’a rapor ettikleri -ki Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ninki çok güzeldir, Şevket Rado da zamanında bunları yayımlamış, İş Bankası Yayınları tarafından tekrar basıldı, ben de hayranımdır onun Versailles Sarayı’nda opera izlemesi, bunları anlatmasına- bu gibi hikâyeler şüphesiz beni okuduğum kitaplarda hep etkiledi. Ben de aynı bağlamda Londra’daki ilk büyükelçi Yusuf Agah Efendi’nin oradaki etkileri ve intibaları üzerinden çok esinlendim. Hatta onun için yazılmış bir marş notası bulmuştum ve Londra’daki büyükelçilik rezidansımızda da bunu seslendirdim. Kaydını da yine bahsettiğim “Osmanlı Sarayında Avrupa Müziği” cd’sinde yaptık. Operaya gelince ise, bu konuda en önemli araştırmalar şüphesiz ki Refik Ahmet Sevengil, Metin And, Suha Umur… Onlardan ben çok esinlendim. Yabancı kaynakları, gazeteleri taradım. Bunun öncelerini de görmekteyiz. Saraydaki düğünlere, eğlencelere yabancıların, yabancı kumpanyaların davet edildiğini biz biliyoruz ama Beyoğlu’nda düzenli anlamda bir opera sezonunun başlaması Tanzimat ile beraberdir. 1840’tan sonrasıdır ki bu da 1870’e kadar ayakta kalan, benim de kitaplarımdan bir tanesine konu olan Naum Tiyatrosu’nun doğuşudur.
Londra’da verdiğiniz bir konferans sonrası BBC’e verdiğiniz bir röportajda, 1856 yılında Kırım Savaşı’nın bitimindeki verilen büyük kutlamalardan birine Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliği’ne tarihte ender bir hadise olarak Kostaki Musurus Paşa’nın daveti üzerine Kraliçe Victoria’nın baloya katılımından ve açılışta yaptıkları valsten söz ediyorsunuz. Dönemin basınında ses getiren bir olay oluyor bu dans. Sizin de “Savaş ve Barış: Kırım 1853-56” adlı albümünüz mevcut. Albümünüz Kırım Savaşı ve iki ülkenin arasındaki bu müzik etkileşiminden bir esintiyle mi oluştu?
Kırım Savaşı 1853-56 arasında yapılıyor. 1854 yılında İngiltere ve Fransa da Osmanlı’nın yanında, ittifak olarak katılıyor. O devirde tabii, güncel hadiseler sanatsal olayları da etkiliyor. Öncelikle insanlar için, evlerinde radyo-televizyon olmayan bir devirde eğlencenin en büyük parçası bir müzik enstrümanı çalmak demek. Dolayısıyla her gün yeni bir eser besteleniyor. Bunlar popüler müzikler tabii. Ben yine bununla da sahaflarda tanıştım. O dönem birbirinden güzel kapakları resimlendirilmiş harika notalar basılmış. Güncel olayların hikâyeleri hep bu notalara yansımış. Kırım Savaşı gibi bir gündeme oturan bir olay o devirde de sanata ve birçok alana yansımış. Örneğin cephede savaşılırken, onlara yardım için verilen büyük balolar var. Burada savaş temalı, komutanının adı geçen eserler veriliyor. Örneğin Ömer Paşa’nın adını andık; neden eşinin marşı 1855 yılında Londra’daki bir gazetede basılıyor? Çünkü Ömer Paşa, serdar-ı ekrem, yani o dönemde, Kırım Savaşı esnasında Osmanlı ordularının başkumandanı. Hatta o kadar ki onunla ilgili minyatür heykeller var, pek çok bağlamda biz bu etkiyi görüyoruz. Ben de buradan hem bir konser teması hem de yine bahsettiğim popüler türden besteler buldum. İstanbul için yazılmış bir kadril var örneğin. Bryanston Square’de -bugün pek az kişi bunu bilir- kapısında mavi bir plaket vardır Mustafa Reşit Paşa için, Londra’da Türk İzleri kitabımda da bunun bir yeri var. Çünkü burası geçmişte büyükelçinin rezidansı artık. Kraliçe Victoria da savaşın sonunda burada verilen bir baloya gidiyor. Çok nadirdir kraliçenin baloya gitmesi. Sanıyorum ondan önce bir Fransız elçiliğine gidiyor, sonra da Osmanlı büyükelçiliğine geliyor. Ben eski gazeteleri okumayı, taramayı çok seviyorum çünkü gelecekteki bir tarihi geçmişte okumak demek, bir bilinmeyenden ziyade müneccim gibi o insanların başına ne geleceğini bildiğiniz bir tarihin eski sayfalarını okumak insana bir yerde güven veriyor, siz ne olacağını biliyorsunuz. O devrin gazeteleri ise inanılmaz detaylı. Gravürler haricinde görsel bir boyut olmadığı için, -yazılı basın bu açıdan çok çok önemli- her şeyi anlatmışlar; katılanlar, gelenler… O akşam o balonun açılışı Rum asıllı Kostaki Musurus Paşa -çok önemli bir büyükelçiydi o devirde, uzun yıllar Londra’da kaldı- ile Kraliçe Victoria’nın dansı ile başlıyor. Ben de bunu tarihe bir not olarak düşmek istedim çünkü tarih sadece savaşlardan ibaret değil. Ben bütün ömrümü insanları birbirinden ayrıştırıcı özelliklerden çok birleştirici yönlere odaklamaya adadım.
1581 yılında kraliyet iradesiyle Londra’da ismi sonradan “Levant Company” olacak olan “Turkey Company” adı altında özel yetkilere sahip bir ticaret kumpanyası kuruluyor. Kraliçe I. Elizabeth, III. Mehmed Osmanlı tahtına 1595 yılında çıktığı sırada onun için bir hediye düşünüyor, bu da Thomas Dallam tarafından inşa edilen saatli bir org. İstanbul’a yollanacak orgun bütün masrafları Levant Company tarafından karşılanıyor. Dallam’ın orgu üç yüz tonluk yeni bir gemi olan Hector ile, Manş Denizi’ni geçip güneye inerek sırayla Portekiz, İspanya, Cebelitarık istikametinden İskenderun’a uğrayarak altı aylık bir yolculuktan sonra İstanbul’a geliyor. Dallam’ın, kendisinin bizzat Topkapı Sarayı’na giderek bir ayda inşa ettiği orgun Osmanlı’da bir etkisi oluyor mu? Bu hediye ile müzik aletleri konusunda bir tanışıklık ya da bir etki yaşanıyor mu?
Bence kalıcı bir etkisi yok ama bir tanışıklık anlamında hakikaten enteresan bir hikâye. Kraliçenin buradaki saraya hediye olarak org yollaması enteresan, bunun buraya getirilmesi de öyle. Ama şunu unutmayalım ki İngiltere Protestan, Katolik Avrupa’ya karşı bir mücadele içerisinde. Osmanlı ile de ticareti ilerletmek istiyor. Kraliçe Elizabeth öyle bir politika güdüyor. Levant Company de ticari amaçla kuruluyor, bu bir şirket. Daha sonra diplomatik şekil alacak ama ilk olarak ticaret anlamında işler yapmaktadır. Bazı imtiyazları alabilmek içinse hediye yollamak çok önemli. Bu org da -bunun üzerine yazılmış pek çok kitap var esasında, Türkçemize de tercüme edilmiştir- sizin de bahsettiğiniz gibi uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a getiriliyor. Aynı zamanda kendi kendine çalabilen, üzerinde mekanik bir saat olan, gösterişli, zamanının bir tür teknoloji harikası diyebileceğimiz cinsten bir org. Bu aslında “ben böyle bir şeyin sahibi olabilecek kadar ileri teknolojiye sahip bir ülkeyim” anlamına geliyor. O devirde başka saraylara yollanan benzer hediyeler de görüyoruz. Ancak Dallam’ın bir özelliği, seyahatinde günlük tutması. Yazması seneler sonra, 19. yüzyılda ortaya çıkıyor. Topkapı Sarayı’na girebilmiş olmak, o günü yaşamış olmak, Londra’dan sandalla, kayıkla gemisine binip yolculuk yapmak… Bunların hepsini anlatır. Çok çok renkli, etkileyici bir hikâye. 1599 yılını Londra’da Türk İzleri kitabımda ben başlangıç olarak kabul ettim. Müzisyen olmamdan da ötürü böyle bir noktaya değindim. Bu kitapta bilhassa müzikle bağlantılarına dikkat ettim. III. Mehmet’in sarayında bu org kuruluyor. Padişahın huzurunda bir konser veriliyor. Ancak I. Ahmet devrinde bu org ne yazık ki, baltayla kırılarak yok ediliyor. Çok üzücü, hazin bir sona kavuşuyor. Ama Dallam çok önemli bir org ustası. Cambridge’teki Kings Collage’daki o tarihî org da onun eseri, mekanizması değişmiş olsa bile mobilya olarak onun zamanında onun yaptığı bir orgdur. Bugün burada yoksa bile, Cambridge’te mevcut diyebiliriz.
Londra’ya Türkiye’den 1650’li yılların başında gelen kahve kısa sürede artık evlerde de tüketilmeye başlıyor. Öyle ki 1663 yılına gelindiğinde Londra’da 82 kahvehane olduğunu söylüyorsunuz. Londra’nın sosyo-kültürel yapısını da etkileyen bir gelişimden bahsediyoruz aslında. Kahvehanelerin arasında isimleri oldukça dikkat çekici mekânlar var. Örneğin; “Solyman”, “Sultaness Head”, Turks Head” “Morat’s Coffee House” gibi.. Londra’yı etkisi altına alan bir Türk kültüründen bahsediyoruz. Hatta kahvehanelerde bozuk para niteliğinde kullanılan, Osmanlı padişahlarının ya da sultanlarının portrelerinin olduğu, adlarının yazıldığı jetonlardan söz ediyorsunuz. Kültürlerarası etkileşimin de önemi burada ortaya çıkıyor aslında. Kahvehane kültürü gelişerek devam ediyor ve edebî, ilmî ve kültürel toplantıların yapıldığı yerlere dönüşüyor bu mekânlar. Hatta Pall Mall’ın köklü centilmen kulüplerinin temelleri de aslında Londra’nın Türk kahvehanelerinde atılmış oluyor. Bu etki kelebek etkisi gibi büyüyor. Buraya önemli yazarlar, şairler geliyor. Siz bu etkileşimi nasıl okuyorsunuz? Londra’nın şehir kültüründe Türklerin bu denli yer almasının temelinde nasıl bir benzerlik yatıyor? Ya da benzerlikten ziyade bu temas noktaları domino taşı gibi birbirini nasıl etkiliyor?
Şu anda kahvemi içerken bunu cevaplayabilmek ayrı bir keyif tabii. Dediğiniz gibi kahve kitabımda önemli bir yere sahip. Çünkü etkileşimlerini hâlâ Londra’da görüyoruz. Bilhassa ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı bombardımanı ve 1660’taki “Büyük Londra Yangını”nda binaların cephelerinde onların yerinde bulunan bu kahvehanelere ait plaketler görüyoruz. Örneğin 1652’de oradaki bir kilisenin bahçesinde kurulan, Pasqua Rosée’nin açtığı ilk kahvehanenin bir plaketi var. Londra Borsası’nın da kurulması yine kahvehanelere dayalı. Çünkü buralarda -bu tabii sadece Londra’ya has değil, Viyana’da, Avusturya’da, pek çok yerde kahve kültürü mevcut- kahvenin dimağı açan etkisi, melankoliye, konsantrasyona iyi gelmesi bir moda oluyor. Bu tip kahvehanelerde hakikaten insanlar toplanmaya başlıyorlar. Londra’ya has centilmen kulüplerinin de yine temellerinde bu kahvehaneler yatıyor. Samuel Pepys, İngilizlerin en önemli günlükçüsü -ki hayranımdır onun günlüklerine, o kadar detaylıdır, tesadüfen ortaya çıkmıştır, kaybolabilirdi de çünkü yasaklamış ve şifreyle yazmış- neredeyse yüz kere gittiği kahvehaneleri anlatıyor. Londra’daki bu kahvehanelerde buluştuğu insanları anlatıyor. Buralar, onlara toplantı yapabilecekleri, fikirlerini paylaşabilecekleri bir ortam sağlıyor. Bu çok önemli. Bastıkları jetonların üzerine sarıklı padişahların portrelerini koymaları, adlarını vermeleri çok ilginç bir şey. İngiliz kralının fotoğrafını jetona basıp Kapalıçarşı’da bulundurmak gibi düşünürsek çok enteresan bir etkileşimdir. Ben bunların örneklerini de çok buldum, bu nedenle kitabıma da eklemek istedim. Yine sosyolojik anlamdaki etkileşime en güzel örneklerden bir tanesidir. Hiçbir yüceltme de, hayranlık da, ilgi de yok. Bu gerçek bir olay; oradan gelen bir kahvenin bu toplumdaki yeri ve etkisini görmekteyiz. Bunları görmek de bir yerde unutmamaya sebep olur ki önemli olan da budur.
1994 yılında yaptığınız Farewell to Halûk, Tevfik Fikret’in Halûk’un Veda’ı şiiri üzerineydi. Yine Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’ndan esinlenerek Bosphorus by Moonlight keman konçertosunu 1997 yılında çıkardınız. Ölümünün 100. yılı içerisinde olduğumuz Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserinin ise In Search of Lost Time adıyla bestesini yaptınız. Bu edebî eserleri bestelemek, orkestra gibi büyük prodüksiyonlara çevirmek oldukça ilgi çekici bir süreç olsa gerek. Sizin bu eserleri seçmenizdeki etken neydi? Seçtiğiniz eserlerde edebiyat ve müzik arasındaki bağlantı sizin için ne ifade ediyor?
Benim için çok önemli, ayrılmaz bir parça. Bence her yaratıcı insan için edebiyat, şiir, resim, müzik bir bütündür çünkü bunlar, sanki bir evrenin içerisindeki birçok yıldız gibi bir aradadır. Hele ki Proust konuysa bu çok önemli, etkilenmemek mümkün değil. Örneğin Farewell to Halûk dediniz, ben İskoçya’da okurken Halûk’un Veda’ı şiirini bariton ve orkestra için bestelemiştim. Bu benim ilk amatör eserlerimden bir tanesidir. Belki de üzerinden geçmem lazım, notasını da kaybettim, sonra buldum ancak revize edilmesi gereken bir eser. Öğrencilik yıllarımda kaydetmiştim. Etkilenmem şunlardan dolayı, Tevfik Fikret oğlu Halûk’u İskoçya’ya yolluyor ve ben de İskoçya’da bir öğrenci olarak yaşadım. İster istemez o geçmişten heyecan duydum. 90’lı yıllardan bahsediyoruz, onu o güne kavuşturmak istedim, 30 yıl oldu esasında. Boğaziçi Mehtapları yine aynı şekildedir. Abdülhak Şinasi Hisar benim çok çok sevdiğim bir yazar. Kendine has, mütevazı, hırslı olmayan ama çocukluğunun o masum güzelliğini hikâyevari türden kaleme almış, bence çok büyük mesajlar veren bir insan. Çok zengin bir iç dünyası olan, beni çok etkilemiş birisi. Sadece beni değil pek çok insanı etkiledi ama ben müzisyen olarak edebiyatını bu şekilde kendi özgün bestelerime çevirmeye gayret ettim. Hemen hemen yarattığım her şeyde, makalelerimin çoğunda Hisar’ın adı geçer. Kitabımda da Fahim Bey’in Londra maceralarını eklemeden edemezdim, bu da bana bahane oldu. Çok mutlu oldum onun için de tabii. Keman konçertosu da yine sevgili arkadaşım Cihat Aşkın’ın ilk kaydını gerçekleştirip, seslendirmiş olduğu bu eseri de -hatta benim idaremde Prag’ta Ateş Orga’nın yapımcılığında Kalan Müzik’ten çıkan Boğaziçi Mehtapları albümü- Hisar’ın kitabından yola çıkıp Boğaz’daki mehtap alemlerini anlatmaya gayret eden -çünkü bu sonuçta benim yaratmaya gayret ettiğim bir eser- bir yapıt. Kayıp Seslerin İzinde senfonisi ise, ölümünün yüzüncü yılını andığımız Marcel Proust, herhalde sanatımın temelinde yatan bir yazar, onun etkisiyle oluştu. Onun yapıtları bir katedral gibi, içerisindeki detaylar, ince nüanslar, sanatçılara verdiği dersler… Hayata dair incelemediği konu neredeyse yok, insanoğlunun doğasındaki zaaflar, duygular, her şey Proust’un bir yerde merceğinden geçmiş. Senfonimin beş bölümü onun felsefesinden yola çıkan bir yapıt. Radyolarda zaman zaman çalınır ama pek bilindiğini söyleyemem. Daha henüz Türkiye’de bu yapıt seslendirilmedi.
Sultan Abdülaziz, 15 Temmuz 1867 akşamı Covent Garden’daki Royal Opera House’ta Auber’in Masaniello operasını izlemeye gelir. Sultan Abdülaziz’in Covent Garden’da izlediği operanın Osmanlı’da yansıması nasıl oluyor? Ya da Londra’da Türk temalı temsillerin yapılmasına bu ziyaret bir kapı açıyor mu?
Seyirciler arasında bulunan Ömer Faiz Efendi, İstanbul Belediye Başkanı Yardımcısı olarak görev yapıyor, yani şehremini muavini. Anılarını yazmış. Tarihçi Cemal Kutay bunları yayınladı. Maalesef orijinallerinin de evinde bir yangında yandığını yazıyor, çok üzülüyorum, büyük kayıp. O da seyirciler arasında oturuyor ve günlüğünde diyor ki, “Ne yazık böyle bir yerde opera izliyoruz ama İstanbul’daki saray tiyatrosu enkaz hâlinde.”. Çünkü Dolmabahçe Sarayı’nın bir mücevher kutusu güzelliğinde salonu, tiyatrosu var. Bugün üzerinden altı şeritli bir yol geçiyor. Dolmabahçe Camii’nin hemen önünde yer alan salon Sultan Abdülmecid devrinde açılıyor ve onun için yaptırılıyor. Maalesef birkaç yıl içerisinde yangında orası da Naum Tiyatrosu gibi yanıyor. Benim bu bağlantıya kitabımda bahsetmemin sebebi ise -Sultan Abdülaziz’in Londra seyahati başlı başına bir kitap konusu tabii, yine çok enteresan- pek kimselerin bilmediği bir şey olması. Bizim padişahımızın Londra’da bir opera izlediğini ve onun için bir gala düzenlendiğini, ağırlandığını pek bilen yoktur. Aynı şekilde VII. Edward’ın Galler Prensi’yken İstanbul’a gelip Naum Tiyatrosu’nda Giacomo Meyerbeer’in L’africaine operasını izlediğini de bilen pek yoktur. Yine bilinçlenmemiz açısından, karşılıklı etkileşim, diplomasi, bir devirde yaşananlar açısından önemlidir. Çünkü ben bazen binaların cephesinde tarihi okumayı çok severim. Onların önünde insan sürüleri akar, akar.. Ama onun arkasında yatan hikâye dersen, duvarlarda saklı kalmış gibidir. Naum Tiyatrosu maalesef kül oldu gitti 5 Haziran 1870 “Büyük Beyoğlu Yangını”nda. Külleri Yeşilköy’e kadar uçup gitmiş ne yazık ki, öyle yazıyor o zamanın gazeteleri… Ama onların sayfalarında kalan hikâyeler kaçmadı. Onlardan heyecan duyacak insanlar yok değil. Bütün bunlar ona vesile olmak.
1881-85 yılları arasında dört yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun Londra sefaretinde ikinci kâtip olarak görev yapan Sergüzeşt’in yazarı Samipaşazade Sezai’den Abdülhak Hamid’e, Londra’daki mekânların, parkların Türk yazarları üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur? Genel olarak bahsetmek ister misiniz?
Kitabımın açılışında iki edebiyatçıdan alıntı var, bir tanesi Abdülhak Hamid. Şöyle yazmış; “Londra’nın Leicester Square denilen bahçeli bir meydancığında Shakespeare’ın heykeli vardır ki rengi siyaha mâlidir. Etrafı da, yani o meydancık, leylen [gece vakti] bir alacakaranlık içinde bulunur. Bu heykelden o şair-i kâinatın sanki bir sadâ-yı ruhu işitiliyordu: ‘Karanlık yoktur, cehalet vardır’. Ben işte bunu düşünmek için o insan karanlıklarının içinde dolaşıyordum” ((Hazırlayan: İnci Enginün, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, Dergâh, 2012, s. 223). Abdülhak Hamid böyle demiş ve bu beni çok etkiledi. Ben de Londra’da heykeli ilk gördüğüm zaman üzerinde hâlâ yazılı olan “Karanlık yoktur ama cehalet vardır.” sözü yer alıyordu. Bu Shakespeare’ın dehasından müthiş bir söz. Bugün bu heykel temizlenmiş bir hâlde, bu kadar siyah değil rengi, pırıl pırıl beyaz mermerden karşımıza çıkar. Ben bu kitabımla beraber insanların Londra’yı dolaşırken buraları görmelerini ama o heykele bakarken bizden de bir şairin bu hissi duyduğunu, kaleme aldığını, anılarında, mektuplarında dile getirdiğini bilmelerini istiyorum. Benim en büyük arzum bu ve bu yüzden kitabımı bu şekilde meydana getirdim. Abdülhak Hamid öldükten sonra İngiliz gazetelerin kapak sayfasında “Türklerin Shakespeare’ı öldü.” şeklinde yazı çıkıyor. Nereden bilebilirdi bunu yazarken İngiliz gazetelerinde böyle bir ölüm haberi çıkacağını? Bunlar hakikaten düşündürücü, enteresan… Bence de bir yerde bütün sıkıntının karanlıktan ziyade cehalete dayandığını gösteren bir husus.
Polisiye anlamında da Londra ve İstanbul’un yine alışveriş içerisinde olduğunu görüyoruz. Burada kitabın “221B Baker Street’te Sherlock Holmes, Dr. Watson ve Gordon Paşa” bölümünden söz açmak gerekir. Bu bölümden biraz bahsedelim mi? Gordon Paşa’nın katli Conan Doyle’u nasıl etkiliyor?
Bu esasında Kırım Savaşı gibi güncel bir hadise o devirde. Gordon Paşa, Sudan Valisi. Orijinali bende de var, fesli portreleri yayınlanır İngiliz gazetelerinde. Sudan’daki ayaklanmada öldüğü için bir kahramana dönüşüyor. Heykeli de vardır Londra’da. Ben çocukluğumda BBC’nin Sherlock Holmes adaptasyonlarını izlerdim, fesli bir adam çıkardı. Sonradan benim satın aldığım gravür olduğunu anladım tabii. Bu da yine benim için küçük bir bağlantı olarak başladı. Ama ondan sonra Arthur Conan Doyle’un İstanbul’a geldiğini, hatta geldiğinin haberinin Times gazetesinde çıktığını öğreniyoruz. Sultan II. Abdülhamid onu Sherlock Holmes hikâyelerine çok meraklı. Doyle’un Cuma selamlığını izlediğini biliyorum. Anılarında da bundan bahsediyor. Baker Street’i herkes bilir ama böyle bir bağlantı olduğunu herkes bilmez. Sherlock Holmes ve Dr. Watson’ın Türk hamamına gittiğini biliyoruz örneğin bir epizodda çünkü Londra’da zamanında Türk hamamları bir hayli meşhurdu. Sonradan pek kalmadı ama mimarilerinde biz bunu bilmekteyiz.
“Westminster Abbey’de Purcell’i Yâd Eden Ahmed Adnan Saygun” bölümünde Saygun’un Birleşik Krallık’a yaptığı ziyaretinin müziğine olan etkisinden bahsetmek gerekirse nasıl bir etkiden söz edebiliriz? Saygun’u Londra’daki konserler nasıl etkiliyor örneğin?
Saygun, Yunus Emre Oratoryosu’nu seslendirdiği zaman gündeme gelen çok kıymetli bir besteci olarak kariyeri ortaya çıkıyor. Çünkü 1942’de yazıyor ama 1946’da seslendiriliyor ve hemen kısa bir zaman sonra British Council’in davetiyle Londra’ya gidiyor. Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından oluyor. Kâğıt bulamadığı bir Londra’ya gidiyor, konserler devam ediyor ve oranın galerilerini dolaşıyor.. Çok hoş bir günlüğü var, ben bunun üzerine birkaç makale yazdım. Orada İngilizlerin en önemli bestecilerinden -sonradan Sir olacak- Michael Tippett ile tanışıyor. Onun da “A Child of Our Time” oratoryosu var, karşılıklı eserlerini destekleme kararı alıyorlar. Biri birinin eserini Ankara’da idare edecek, diğeri Londra’da ama bu hiçbir zaman gerçekleşemiyor. Seneler sonra ben tezimi yazarken Tippett’ın Saygun’a yolladığı, evindeki koleksiyonun içerisinde mektuplarını buldum. Hiç unutmuyorum ayakkabı kutusu gibi bir şeyin içine konmuş, zarflarında duruyordu. Tippett o zamanlarda hayattaydı ve ben irtibat kurdum, gittim tanıştım, onunla öğlen yemeği yedim. İngiltere tarihinin çağdaş müzik ekolüne damgasını vurmuş bir sanatçıyı böyle yakından birebir hem de Saygun vesilesiyle tanımak unutamayacağım anılarım arasındadır. Ama Tippett, o devirde Saygun’u hatırlamıyordu. 1940-46’daki ahbaplıkları, mektuplaşmaları tamamen hafızasından gitmişti. Fakat ben 1599’da açılıp 1950’lerde biten kitabımda, üç yüz seneyi aşkın etkileşim içerisinde buna da değinmek istedim çünkü günlüğün içerisine notlar düşmüş. Cornhill’de St Michael’s Kilisesi’nde dinlediği org resitalinden de bahsediyor, şöyle diyor; “Fakat buradaki hava hepsinden güzel, iyi bir org çaldı ama hava hepsinden güzel. Öğle yemeğinden sonra işlerine gitmeden önce bu konseri dinlemek üzere sessizce gelip bir kenara ilişenler ve zamanı gelince sessizce kalkıp gidenler… Ses yok, alkış yok, çıt yok… Sanki buraya herkes ruhunu yıkamaya gelmiş.” O sükûn, o huzur arayışı, o mütevazılık… Beni en çok o etkiliyor. Bu popüler sosyal medya dünyasında insanların tanıtım amaçlı yolculukları içerisinde, sükûneti arayan alternatif onların defterlerine düştükleri notlar, onları bugün benim yarın başkalarının bulması herhalde benim yazdığım bu tür kitaplardaki felsefenin ana temasını oluşturuyor.
Emre Aracı bu sıralar ne yapmaktadır? Sıradaki projeleri nelerdir? Beste çalışmalarınızdan bahsedecek olursak bizi neler bekliyor?
Nazik davetiniz için teşekkür ediyorum. Bu kitabımı biraz daha genişletip, esasında Britanya için hazırlamak istiyorum. Şu anda onun üzerinde uğraşıyorum. Bu kitabım Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Çalışmalarım da Nurol Holding Çarmıklı Ailesi destekli, onlara da müteşekkirim. Çok büyük destek, bütün bunların tarihimize mal olması açısından çok önemli. Tekrar teşekkür ediyorum.