
Volkan Atmaca
Almancadan yaptığı sayısız çeviriden tanıdığımız ve Sel Yayıncılık’ın tüm külliyatını yıllar sonra okurla yeniden buluşturmaya hazırlandığı B. Traven’in Kanlı Oyun, Köprü (roman) ve Dinamit (öykü) olmak üzere toplam üç kitabını çeviren Esat Nermi Erendor üzerine kızı Şebnem Hanım ile söyleştik.
Mehmet Tahir Öncü, Türkçe Çeviriler Bibliyografyası (2017) adlı araştırmalarından hareketle, 2016 yılına kadar Alman edebiyatından Türkçeye yapılmış matbu eser çevirisinde, “açık ara” en çok çeviri yapan kişi olarak Esat Nermi Erendor adını işaret etmiş[1]. Sedat Gürses’in tez çalışmasında (2006) bu sayı 92 olarak saptanmış[2]. Aralarında çocuk edebiyatı hatırı sayılır bir yer tutuyor. Bunlara Türkiye’de bir dönem çokça okunan İsviçreli yazar Erich von Daniken’den yaptığı çeviriler ile Knut Hamsun, Açlık; Tolstoy, Sivastopol; Jack London, Alaska Kid; Maksim Gorki, Matvey Kojamyakin; Kavabata Yasunari, Kyoto gibi tamamı ara dilden çeviriler dahil değil üstelik. Sırf bu veri bile Erendor’un çeviri dünyamızda ne denli önemli bir yeri olduğunu göstermeye yeter sanırım. Adı bugün çoğu okura tanıdık gelmeyecek. Merak edenler interneti taradığında, konu eski çevirmense çoğu kez olduğu gibi yine aradığını bulamayacak ya da sürmeye değer bir iz göremeyecek. Zira elde Murat Batmankaya’nın yıllar önce Radikal Kitap ekinde (29 Haziran 2001) çıkan “Sürekli Arayış ve Düş Kırıklığı”[3] başlıklı yazısından derlenmiş özet dışında dişe dokunur herhangi bir malumat yok gibi.
Erendor’un hayatının seyri oldukça ilginç. Samsun’da doğmuş[4]. Lise öğrenimini Ankara Polis Koleji’nde, yükseköğrenimini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tamamlamış. Gençken arkadaşlarıyla birlikte kurduğu tiyatro grubu Saat Altı Tiyatrosu için şair Orhan Veli Kanık’ın Jean-Paul Sartre’dan çevirdiği Saygılı Yosma oyunu sansür engeline takılarak bir daha perde açamazken,[5] Erendor sonrasında zorunluluktan polisliğe yönelecektir. Arzusu sinemada ilerlemekse de Polis Enstitüsü Uzmanlık Bölümü’nü birincilikle bitirince emniyet müdürlüğüne kadar uzanacak başarılı bir kariyerin önü açılır. Tesadüfe bakın ki bu kariyer yıllar sonra, bu sefer de bir filmin, dönemin iktidarının teşvikiyle susturulmak istenen Karanlıkta Uyananlar’ın gösterimi de dahil bir dizi olay yüzünden istifayla son bulur. Emniyet müdürlüğü süresince görev yaptığı her şehirde örnek bir aydın portresi çizer. Çetin Altan’ın “her türlü emre boyun eğmeye mahkûm bütün cücelere bir ibret kahramanı” olarak gösterdiği, mevkiini kaybetmek pahasına da olsa doğru bildiğinden şaşmayan bir idare amiridir. Liselerde dersler verir, radyoda eğitici konuşmalar yapar. Uğradığı zorbalık yüzünden görevini bırakır. Yılmadan küsmeden arayışını sonrasında kâh Türkiye İşçi Partisi ile politikada kâh Petrol-İş ile sendikacılıkta sürdürür. Daha sonraları öğretmenlik yaparak kendini bütünüyle eğitime adar. Bu sırada iyiden iyiye ağırlık verdiği çeviri faaliyeti ise başlı başına bir meşgale ve tutku hâline gelir.

[1] Mehmet Tahir Öncü, “Türkçeye Çevrilen Alman Edebiyatına Genel Bir Bakış”, Diyalog, 2018/1: 250-261.
[2] Sedat Gürses, “1945’ten Günümüze Kadar Alman Edebiyatından Türkçeye Yapılan Çeviriler ve Çeviribilim Çalışmaları”, Dokuz Eylül Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık, yayımlanmamış yüksek lisans tezi, 2006. Tezde sıralanan çevirilerine baktığımızda çok büyük bir bölümünün tek bir isme, çocuk yazarı Thomas Brezina’ya ait olduğunu görüyoruz. Tamamı Say Yayınları’ndan çıkan ve basımına da 90’ların ortasından itibaren geçilen bu çevirilerin sayısı 70’in üstünde. Erendor’un Alman edebiyatından çevirdiği yazar sayısı toplamda 10. Aralarından E.M. Remarque, B. Traven, F. Richard Kreutel ve Otfried Preussler üçer kitapla Brezina’dan sonra en çok çevirdiği yazarlar.
[3] Yazarın bahsi geçen yazısının da içinde yer aldığı gazetedeki yazı dizisi sonradan aynı başlıkla kitaplaştırılmıştır: Murat Batmankaya, Geçmiş Zaman Tesellileri, İstanbul: Şule Yayınları, 2015.
[4] Doğum tarihi 21 Aralık 1925; ölüm tarihi 7 Şubat 2007.
[5] Saat Altı Tiyatrosu, Saygılı Yosma adlı oyunun ilk deneme temsilini 28 Aralık 1950 tarihinde Beyoğlu’ndaki Yeni Ses Tiyatrosu sahnesinde gerçekleştirir. Erendor tiyatroya burada sahne müdürü ve yönetmen yardımcısı olarak başlamış ve devamında grup fikri ortaya çıkmıştır. Yarının tiyatrosunu kurmak için yetiştirilecek genç oyuncularla, Shaw’dan Sartre’a modern drama yapıtlarını ve genç müelliflerin yazdıklarını sahnelemek üzere kurulan grubun seçmelerinde jüri şu adlardan oluşmaktadır: Fikret Adil, Hüsamettin Bozok, Adalet Cimcoz, Râkım Çalapala, Vâlâ Ebüzziya, Münir Hayri Egeli, Esat Erendor, Reşat Nuri Güntekin, Nihal Karay, Refik Halid Karay, Sabri Esat Siyavuşgil ve Cemal Tollu.
Erendor, 1950-1951’de Macar oyun yazarı Ede Szigligeti’nin komedisi Liliomfi’yi (Milli Eğitim Basımevi, 1946) “Üç Güvercin” adıyla Türkçeleştirip sahneye uyarlar. Aynı yıllarda adını, yine Yeni Ses Tiyatrosu’nda sahneye konan iki operette daha görürüz: “Afrodit”te yönetmen yardımcısı ve “Altın Kız”da yönetmen sıfatıyla.
Batmankaya’nın Radikal Kitap’taki yazısında yer alan, Orhan Veli ve Fikret Adil gibi tanınmış simaların yer aldığı şu fotoğraf, Erendor’un tarihsel belleğimizde bıraktığı belki de ilk önemli iz… Aynı zamanda, çevirmenliğe gelinceye değin gazetecilikten tiyatro ve sinema yönetmenliğine, oyunculuktan piyes ve senaryo yazarlığına, emniyet müdürlüğünden eğitimciliğe ve radyo programcılığına, TİP milletvekili adaylığından sendikacılığa, gerçekten de “sürekli bir arayış” içinde geçen bir hayat hikâyesine ilişkin ipuçlarının başında geliyor olmalı… Babanızın bu dopdolu yaşam birikimi hakkında genel olarak neler söylemek istersiniz?

Çağının ötesinde bir insan. Çok zeki ve birikimli. Arkadaşları onu “ayaklı kütüphane” diye çağırırdı. Ortaokulu bitirdiğinde babasını kaybediyor ve sonrasında hep yalnız… Polis Koleji’ne gidiyor. Çünkü ücretsiz. Sonrasında Edebiyat Fakültesi parasız yatılı sınavını kazanıyor. İç çamaşırımıza kadar verirlerdi, cebimize de harçlık koyarlardı diye anlatırdı. Sonrasında, Polis Koleji’nde ücretsiz okuduğu için mecburi hizmetini yapmak üzere polisliğe geri dönmek zorunda kalıyor. Sinemayı da tiyatroyu da bırakmak istemezdi ama mecburi hizmet nedeniyle bırakmak zorunda kalıyor bence. Sonrasında Almanya ve emniyet müdürlüğü… Politik düşünceleri nedeniyle sürekli Şark hizmetine verilmesi, haksızlıklar, baskılar sonucu emniyetten ayrılış. Öğretim görevlisi, sonrasında farklı kuruluşlarda üniversite hazırlık öğretmenliği, aynı anda çevirmenlik…
Nasıl bir ailenin içine doğmuştu?
Büyükbabamız babam ortaokulu bitirdiği sırada ölüyor. Babaannem ikinci evliliği, yaş farkı da var. Dava vekili olarak çalıştığını biliyoruz. İlk evliliğinden olan oğluyla birlikte Kurtuluş Savaşı’nda İzmir’e ilk giren süvarilerden. İstiklal Madalyamız da hâlâ ailemizde yadigâr. Babaannem ise şarkı söyleyen, taklit yapan muhteşem bir kadındı. Her gece babama yatmadan evvel kitap okuyan bir kadın. Babamın kitap sevgisi de belki o yıllardan kalmadır. Tıpkı onun da bize daha lise yıllarında okuttuğu Rus klasikleri gibi…
Babanızın çocukluk ve gençlik yıllarından aktarmak istediğiniz anılar var mı hiç hafızanızda yer etmiş?
Polis Koleji’ne kayıt yaptırmak istediğinde, velisi olmadığından (babaanne o sırada Samsun’da yaşıyor) kaydını yapmamışlar. Koridorda rastladığı bir öğretmenden velisi olmasını istemiş ve o sayede kaydını yaptırabilmiş. Üniversite yıllarında parasız yatılı… Hafta sonu arkadaşları evlerine gidiyor. O da ücretsiz verilen klasik müzik konserlerine. Bu nedenle müthiş bir klasik müzik kulağı ve sevdası vardı.
Batmankaya’nın dediğine göre, tiyatrodan önce bir dönem haftalık gazete ve dergilerde yazmış. Ekim 1949’da, Aziz Nesin’in çıkardığı haftalık siyasi magazin dergisi Başdan’da takma isimle yazılar kaleme almış. Neydi o isim, biliyor musunuz?
Takma adla çeviri yaptığını da biliyoruz ama maalesef babam hep çok ketumdu. Nermi adını kullandığını biliyoruz. Hatta bir dönem Nermin Abla adıyla astroloji tahmini yaptığını da…

Tiyatroda gerçekten de önemli isimlerle bir arada çalışmış. Niçin vazgeçti? Ne arıyordu da bulamadı? Yönettiği oyun polis engeline takılmışken hemen sonrasında polislik mesleğine yönelmesi de doğrusu hayatın bir cilvesi gibi geliyor kulağa…
Aslında tiyatro sevdası hep vardı. Yazdığı, derlediği oyunlar var. Nejat Uygur’un, Suna Pekuysal’ın babamın oyunlarını oynadığını hatırlıyorum. Aynı dönemde Şehzadebaşı’nda annemle birlikte bir kitapevi açtılar. Ulpan Yayınevi olarak da birkaç kitap bastılar ki bu kitaplar hâlâ Nadirkitap’ta satışta…

Kısa süreli bir sinema yönetmenliği denemesi var. Burada da anlaşılan aradığını bulamamış, öyle mi?
Yukarıda belirttiğim nedenler önemli elbette ama Handan Türkeli’yle yaptığı söyleşide de söylediği gibi, esnaf mantığıyla çekilen ucuz melodramlar için ham filmlere yapılan masrafa acır hale gelmiş. Sinemada hayal ettiklerini gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü için uzaklaşmış bence…[1]

Erendor isminin tarih sayfalarında bıraktığı bir diğer önemli iz de hiç kuşkusuz 1965’te Aydın Emniyet Müdürü iken, tam da seçim öncesi uğradığı haksız atama üzerine, evvela Akşam gazetesi yazarı Çetin Altan’a yazdığı, Altan’ın da “Kahraman Bir Aydının Mektubu” başlığıyla köşesine taşıdığı açık mektup ve akabinde gelen istifa haberinin yankısı… Hadiseyi sizden dinleyelim.
Aslında bu olay bardağı taşıran son damla. Daha önce de defalarca Şark hizmetine gönderiliyor. O zaman şartlar çok ağır. Van’dayız. Ortada bir soba yanardı. Kardeşim 1, ben 5, ablam 6 yaşında. Kışın her gün bir polis memuru gelir, kapının önündeki karları temizlerdi ki dışarıya çıkabilelim… Yaşadığı haksızlıklara artık dayanamadığı bir noktada tekrar Hakkari’ye tayini çıkıyor. Ablamla benim de tam okula başlama yaşlarımız. O da bunun üzerine isyan ederek böyle bir mektup yazıyor.
Biraz daha detaylandırabilir misiniz lütfen…
Mart 1965’te TİP, Akhisar tütün piyasasının açılışı dolayısıyla, genel başkanın da katıldığı bir miting düzenler. Üç-dört bin kişinin toplandığı mitingin bitişiyle birlikte, Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri ve yöredeki bazı ağaların adamları, katılanlara ve parti üyelerine taşlı sopalı saldırıda bulunur. Genel başkan ve parti üyeleri dört saat belediye binasında mahsur kalırlar. Aynı yılın temmuz ayında, bir sinemada düzenlenen TİP Bursa Kongresi yine Komünizmle Mücadele Derneği üyelerinin saldırısına uğrar. Polis ve asker, partilileri arka kapıdan çıkarır. Buna rağmen birçok kişi tartaklanır. Bu arada, Karanlıkta Uyananlar filminin –Türkiye’nin ilk işçi filmi olarak da anılır– gösterildiği pek çok ilde olaylar çıkmıştır.
Tüm bu olaylardan sonra TİP Aydın’da kongre yapar. Babamın aldığı sıkı önlemler sayesinde kongre olaysız atlatılır. Aynı şekilde Karanlıkta Uyananlar filmi de olaysız gösterime girer. Bu durum Adalet Partilileri çok rahatsız eder. Derken babamın Hakkari’ye tayini çıkar. En acısı da, hakkında hiçbir resmi tahkikat yoktur, kendisine tayini tebliğ edilmemiştir. Valinin fikri sorulmamıştır. Babam tayin edildiğini kahvehanelerde yapılan sohbetlerden öğrenir. Zira dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Aydın’daki AP teşkilatını arayarak daha önceden müjdesini vermiştir! Devlet ahlakının bu kadar ayaklar altına alındığı bu durum karşısında babam bir basın toplantısı düzenler ve istifa eder. Çetin Altan’a da durumu anlatan bir mektup gönderir. O da bunu gazetedeki köşesine taşır.
14 yıl boyunca ülkenin farklı şehirlerinde (Ankara, Giresun, Tunceli, Malatya, Van, Hatay, Antalya, Aydın) başarıyla görev yapmış, vali yardımcılığı makamına yükselmiş bir emniyet müdürü düşünün. Akhisar ve Bursa’da olaylar çıkarken onun asayişinden sorumlu olduğu ilde hiçbir olay yaşanmamıştır. Gelgelelim o illerin emniyet müdürlerinin değil kendisinin tayini çıkmıştır!
Viktor E. Frankl’ın bir sözü var: “İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.” Bence babamın istifasına yol açan, yıllar boyu maruz kaldığı haksızlıklardan, hukuksuzluklardan, politik düşünceleri nedeniyle uğradığı baskıdan dolayı duyduğu ıstırap ve isyandır.
İstifa ettikten sonra 1966 senato seçimlerine Türkiye İşçi Partisi adına Muğla milletvekili adayı olarak giriyor. Sonrasında bir sendikacılık deneyimi var. Erendor’un siyasetle bağı nasıldı? Bu denemelere o sözünü ettiğimiz sürekli arayışın zamanın ruhuna uygun yeni tezahürleri olarak bakabilir miyiz sizce?
Politika, yaşamında hep var. Hatta 18 yaşlarında Hitler hayranı olduğunu, sonra doğru yolu bulduğunu söylerdi hep… Sendikacılık, milletvekili adaylığı da politikaya olan ilgisinden dolayıdır. Özellikle ezilen işçi sınıfı için bir şeyler yapabilme arzusu vardı. Sonrasında yaşadıkları onu işçi sınıfının “nankör” olduğu fikrine getiriyor.
1955’te Ankara Emniyeti Birinci Şube Müdürlüğü’nde görevliyken Almanya’ya gönderilmiş ve burada Federal Polis Örgütü’nde çalışmış. Almanca bildiği için mi seçilmişti yoksa bu sayede mi dili öğrendi?
Almancayı Edebiyat Fakültesi yıllarında Alman Ensitüsü’nde öğrenmiş ve kendi kendine geliştirmiş. Hatta banyoda, yürürken, otobüste her fırsatta fiil çekimi yaptığını anlatırdı.
Edebiyat çevirisine ilgisi tam olarak ne zaman ve nasıl başladı?
Sanırım Emniyet ile ilişkisi kesildikten sonra, öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladığı sırada. O kadar keyif aldı ki devam etti.
Bir dönem Özel Büro denen istihbarat servisinde çalışmış. Çeviri işine mesleki hayatında da bulaşmış olmalı…
Bu konuda asla bizimle konuşmadı. Meslek ahlakı çok yüksek bir insandı.
Dile bakışı, yaklaşımı nasıldı? Çeviri uğraşında gözettiği ilkeler var mıydı?
Türkçe kurallarına bağlıydı ama gerekli hallerde, anlamı tam verebilmek adına bazı eski sözcüklerin de kullanılabileceğini söylerdi.
Çok iyi bir okurdu anladığım. Emniyet müdürlüğü yaparken bunun çevrede pek hoş karşılanmadığını kendisi Çetin Altan’a yazdığı mektupta bizzat vurgulamış. Neler okurdu boş zamanlarında daha çok?
Çok iyi bir okurdu. Muhteşem bir kütüphanesi vardı. Babamı kaybettikten sonra annem taşınmak zorunda kaldı ve biz kütüphanesinin bir kısmını Aziz Nesin Vakfı’na bağışladık. Bir kısmını da üç kardeş bölüştük. Tarih okumayı, Rus yazarlarını severdi. Aziz Nesin hayranıydı. En son Yekta Güngör Özden’i okuyordu. 82 yaşında olmasına rağmen okuduğu kitapta beğendiği satırların altını çizerdi.
Piyasadaki çevirileri yakından takip eder miydi? Yerdiği ya da takdir ettiği çeviri ya da çevirmenler?
Bizim edindiğimiz kitaplarda kötü çeviriye rastladığında çok üzülürdü. “Yetenekli bir sürü çevirmen varken neden bu tip çeviriler yapılır,” derdi. Okurun sırf bu yüzden okumaktan vazgeçebileceğini söyler ve üzülürdü.
Erendor’un çevirilerinde çocuk ve gençlik kitaplarının oranı hayli yüksek. Bu sanırım eğitimciliğinden ileri gelen bilinçli bir yönelim. Bu yönünü biraz açalım isterim… Gördüğüm kadarıyla kendisinin basılı bir ders kitabı[2] da vardı…
Ders kitabının yanında ders notları da var. Çocuklarla, gençlerle hep çok iyi bir ilişkisi olmuştur. Çok iyi bir eğitmen olduğuna inanıyorum. Bir şeyler öğretmekten büyük keyif alırdı… 1980 öncesi Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda hem sağcı hem solcu öğrencilerle çok yakın ilişkileri vardı. Esat Baba, Bal Baba diye lakapları olduğunu hatırlıyorum.
En uzun süreli çalıştığı yayınevi Say Yayınları herhâlde. Bu işbirliğinin arkasında özel bir bağ var mıydı? Bir başka çevirmen Veysel Atayman’ın editörlüğünü yaptığı Dünya Klasikleri dizisi kapsamında Bordo Siyah Yayınevi’yle de istikrarlı bir ilişki yakalamış görünüyor… Genel olarak yayıncılık çevresiyle arası nasıldı? Kalıcı dostluklar ya da kırgınlıklar yaşandı mı?
Çok saygın bir adı olduğunu biliyorum. Ama çok yakın dostluklar kurdu mu bilmiyorum. Kırgınlıkları olduğunu da sanmıyorum. Say Yayınevi de Bordo Siyah da babamla ilişki kurup teklif getiren yayınevleri.
Çevirilerinin yayına hazırlık süreçleri nasıl gelişirdi? Kitapların edisyonlarından size hiç dert yandı mı?
Bu tip bir şikâyeti olduğunu hatırlamıyorum. Yalnız, Rodin çevirisinde çok zorlandığını, hatta birkaç kez vazgeçerek yayınevine geri götürdüğünü biliyorum.
Çevirdiği kitapları kendisi mi seçer önerirdi, yoksa gelen önerileri profesyonel bir çevirmen anlayışıyla değerlendirerek mi kararını verirdi?
Bildiğim kadarıyla ona teklif gelirdi. Madam Scuderi’yi çevirmeyi çok istemişti. III. Selim dönemini çok iyi bildiğini, o dönemle ilgili bir kitap yazmak istediğini de söylerdi.
E.T.A. Hoffmann’dan yaptığı Matmazel Scuderi (Say, 2004) çevirisinin girişine tanıtıcı bir önsöz yazmış. Buna benzer başka önsözler var mıdır yazdığı?
Taşralı Oblomov çevirisinde de bir önsözü var.
Çeviri bağlamında süreli yayınlarda çıkmış bir yazısı, söyleşisi, şu ya da bu vesileyle verdiği herhangi bir demeci var mıdır hatırladığınız?
Handan Türkeli’yle yaptığı söyleşide dil meselesine değiniyor. Bazı panellere katıldığını da fotoğraflardan biliyoruz ama maalesef detayına hâkim değiliz[3].

Nasıl çalışırdı? Baştan sona okuduktan sonra mı çeviriye başlardı örneğin? Bir yan uğraş olarak görüp zaman buldukça mı çevirirdi, yoksa her gün belli bir saat ayırır mıydı? Çalışma ortamına dikkat eder miydi? Öne çıkan daha başka hususlar varsa belirtin lütfen.
Uzun yıllar öğretim görevlisi olarak çalıştı, özel dershanelerde ve evlerde üniversiteye giriş için özel dersler verdi. Bunlar geçim kaynağı olan mesleklerdi. Keyif aldığı, mutlu olduğu meslek ise çevirmenlikti. Fırsat bulduğu her an, her yerde… Bir masa (bazen de dikiş makinesinin üstü) ve bir sandalye… Mutfak, yatak odası, oturma odası fark etmezdi. Çeviriye daldığında da çevreyle bağını keserdi. Ona ulaşmak için dürtmeniz gerekirdi. Uzun yıllar daktiloyla çeviri yaptı. Sonraları ise elyazısıyla. Yazdıkları yayınevi tarafından bilgisayara aktarılırdı.
Batmankaya, yazısının başlığında “sürekli arayış”ın yanına “düş kırıklığı”nı da eklemiş. Katılır mısınız? Bu bakımdan çeviride istediğini yakalayabildi mi sizce?
Şark görevi bitmiş olmasına rağmen Van’a gönderilmiştir. Orada emniyet müdürü iken İçişleri Bakanı Van’a gelir. Van Kalesi’ni gezerlerken İl Turizm Müdürü kaleyi anlatmaya çalışır ama beceremez. Babam da turizm müdüründen izin alarak kaleyi anlatmaya başlar. İçişleri Bakanı, bilgisine hayran kalır ve ertesi gün babamın tayini Antalya’ya çıkar. Antalya’ya gidilir (iki küçük çocukla). Birkaç ay sonra bölgenin ileri gelenlerinden birinin oğlu 16 yaşında bir kızı kaçırır, babam da oğlanı yakalatıp hapse tıktırır. Bunun üzerine kendisine baskı amaçlı taciz telefonları gelir. O da kanunu uyguladığını söyler ve tayini tekrar Van’a çıkar. Defalarca bu tip haksızlıklar yaşayan biri sizce düş kırıklığı yaşamaz mı?! Son yıllarında da bize hep işçi sınıfının “nankör” olduğunu söyledi. Bu da sanırım sendikacılık yıllarında yaşadıklarından kaynaklanıyordu.
Yeni bilgiler edinmek babamı hep çok mutlu etti. Bu nedenle de çeviri yapmanın her zaman ona çok keyif verdiğini biliyorum. Ama mutlu olduğu bir meslek daha vardı: O da öğretmek. 70’li yaşlarında arabayla küçük bir Avrupa turu yapmıştık. Strazburg üzerinden Paris’e gitmeyi planlamıştım. Reims diye bir şehir var, uğrayabilir miyiz diye sormuştu. Haritaya baktığımda (navigasyon yoktu tabii o zamanlar) yolumuzun üzerinde olduğunu gördüm. Reims’a vardığımızda katedrali görünce gözleri doldu. Taşları okşayarak, “30 yıl bu katedrali dialardan anlattım, şimdi dokunabiliyorum,” demişti. Çok mutlu olmuştu.
[1] Batmankaya’nın yazısında Erendor’un Yıldırım Beyazıt adlı tarihi filmde yönetmen yardımcılığı ve Sarı Zeybek’te yönetmenlik yaptığı belirtilmiş. Merkez Film Kontrol Komisyonu’nun incelemeleri sonucunda, filme çekilmesinde sakınca görülmediğine hükmedilen karar tutanaklarında Erendor’un iki senaryosunun ismi geçiyor: Dağdaki Ateş (1957) ve Dehşetin Çağırışı (1966). Her ikisi de muhtemelen filme çekilmeden kalmıştır.


[2] Esat Nermi Erendor, Ali Alpaslan, Dil ve Edebiyat: Kavramlar – Türler – Akımlar, İstanbul: IİTİ Akademisi N. Sayar Yayın ve Yardım, 1978. Bunun yanı sıra Nadirkitap sitesinde Yazı Nevileri başlığıyla daktilo edilmiş bir ders notları kitapçığına ve Şiirlerde Atatürk (1981) adında bir antoloji çalışmasına rastlanmıştır.
[3] Bahsi geçen söyleşide şöyle bir açıklaması var: “Yıllar önce dilimize Arapça-Farsça olarak girmiş birçok terimleri olduğu gibi kabullenmiş ve dilimize yerleştirmişiz. Bence Türkçeleştirme çabaları bu konuda ağırlık kazanmalı. Milli bir devlet olduğumuza göre milli kültürümüzü milli dilimizle yaratmalıyız. Türkçe köklerden Türkçe gramer kurallarına uygun olarak türetilmiş bu kelimelere ‘uydurma’ damgasını vuramayız. Asıl uydurma sayılabilecek olan yabancı kökenli fizik, kimya, biyoloji ve daha birçok daldaki terimleri kolayca kabul edebiliyoruz da neden kendi yarattıklarımıza uydurma gözüyle bakıyoruz? Bu tip çalışmaları bütün dünya dillerinde görebiliriz. Sonuç olarak da, yerleşmiş durumdaki günlük dilimizin değil, terimlerimizin Türkçeleştirilmesinden, en aydınlık hale getirilmesinden yanayım. Her kelimeye yeni karşılık bulalım derken, alışkanlıklarımızı zorlamanın, yapaylaşmanın ve ikinci bir Divan Edebiyatı yaratmanın bir anlamı yok.”
Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Öğretim Görevlisi ve Müdür Yardımcısı unvanıyla kaleme aldığı, aile arşivi içinde kupürüne rastladığımız “Dilimiz ve Bir Tehlike” başlıklı yazısında, günlük dilde kullanılan yabancı sözcüklerin Türkçe alfabeyle ve Türkçe dilbilgisi kurallarına uyularak yazılması gerektiğini vurgularken, artık buna yeteri kadar özen gösterilmediğinden yakınıyor.
İlk yorum yapan olun