.

Mine Söğüt: “Tüm metinlerle ilişkiyi öncelikli olarak ‘mesele’ üzerinden kuruyorum.”

Abdullah Ezik, Dilek Sarıboğa, İpek Bozkaya ve Furkan Öztekin, Odak Yazar dosyası konuğumuz Mine Söğüt ile edebiyatı üzerine konuştu.

Abdullah Ezik: Bugüne kadar biyografiden araştırmaya, romandan hikâyeye kadar birçok farklı türde kitap kaleme aldınız. Öncelikle bir yazar olarak, metin ile nasıl bir ilişki geliştirirsiniz? Birçok farklı türde metin üretmek sizin yazarlık serüveninizi nasıl etkiledi?

Tüm metinlerle ilişkiyi öncelikli olarak “mesele” üzerinden kuruyorum. Kurgudan, karakterlere, dile kadar ana belirleyici, işin çekirdeğine oturttuğum temel meseleye göre belirleniyor. Misal, bir hayat hikâyesi anlatacaksam ya da bir şehir, semt ya da ülke üzerine yazacaksam o coğrafyanın çağrışımlarından yola çıkıyorum. Psikolojik, sosyolojik, felsefi ya da politik bir meseleyi merkeze alıp kurgu bir metin yazacaksam da gerekli disiplinlerde okumalar yaparak çalışmaya başlıyorum.

Farklı türler arasında gidip gelerek yazmak benim için monotonluğu kıran ve yazıyla aramdaki ilişkiye dinamizm katan bir motivasyon.

A.E.: 1990’larda Güneş gazetesinde çalışmaya başlamanız ile birlikte yazı ile ilişkiniz zaman içerisinde farklı bir yöne doğru evrildi.  Bu noktada yazı ile, metin ile ilk temasın gazetecilik üzerinden gelişmesi önemli bir evre olarak da yorumlanabilir. Bu yönüyle yazı pratiğine gazetecilik ile başlamak ilerleyen yıllarda kurmacaya geçişte sizi nasıl etkiledi? Nasıl bir yol çizdi?

Ben gazetecilik yaptığım dönemde de insan hikâyeleri anlatmayı, gözleme de yer veren metinler kaleme almayı daha çok tercih ederdim. O yüzden edebi metinler yazmaya başladığımda kalemim kurmacaya yakın bir renge zaten sahipti. Gazetecilik geçmişimin edebiyatçılığıma en büyük katkısı bence metne bir editör nesnelliğinde yaklaşabilme pratiği kazandırması oldu. Bu nesnellik sayesinde yazdıklarıma dışardan bakmaya çalışır, ufacık bir pürüz gördüğümde rahatlıkla düzeltme yapar ya da o bölümü atar, yani metne fazla zorlanmadan, kolayca kıyarım.

A.E.: Sizin metinlerinizde yer yer fantastik unsurların önemli bir yeri olduğu ifade edilebilir. Deli Kadın Hikâyeleri’nden Beş Sevim Apartmanı’na dek bu anlamda özel bir hat geliştirilebilir. Peki metinlerinizin fantastik ile olan ilişkisi sizin edebiyatınıza yaklaşımınızda nasıl bir yerde durur?

Fantastik unsurlar benim için genelde, katı gerçekliğin altını çizmek, en sert meseleleri daha görünür ve anlaşılır kılmak için bir araç. Kendi gerçekliğiyle yüzleşmekte zorlanan insan, ilk çağlardan beri birbirine anlattığı hikâyelerin gerçekliğini güçlendirmek için fantastik detaylardan güç alır. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan o dev aslında insanın kendisini karşısında güçsüz ve çaresiz hissettiği “zorluklardan” başka bir şey değildir.

A.E.: Hemen hemen her metninizin merkezinde sıradan insan ve yaşamların söz konusu olduğu, ancak zamanla hikâyenin bambaşka bir hatta geliştiği ifade edilebilir. Bu durum bir noktada sıradan olanın giderek sıradışılığa evrilmesidir. Sıradan olanı sıra dışıya evirirken siz nasıl bir yol takip ediyorsunuz? Sıradan olan nasıl bir anda arka planında bu denli sıra dışı mesele barındırabilir?

Ben genellikle her şeye başka açılardan, hatta hiç akla gelmeyen açılardan, bakmayı öneriyorum. Bunu yaptığınız zaman “sıradanlığın”ın anlamı ister istemez değişiyor ve sıradışılığa dönüşüyor.

Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979:

A.E.: Roman ana hatlarıyla Şahbaz ile işkenceden çıkmış, öldü diye bir köşeye atılmış genç bir kadın arasındaki diyalog ve ilişki üzerinden şekillenir. Bu noktada öncelikle bir anlatıcı olarak Şahbaz’ı nasıl kurguladığınızı ve bu anlatıcıya bir kimlik verirken hangi noktalar üzerinde durduğunuzu sormak istiyorum.

O romanın meselesi “yüzyıla damgasını vuran, faşizmle harmanlanmış kapitalizmin, geniş kitleleri kötülüğe ikna etme becerisini” deşifre etmekti. Özellikle sol ideolojinin kendi değerlerinden kolayca kuşku duyup hızla vazgeçtiği, bu vazgeçişi de çok inceliksiz bir özeleştiriyle geçiştirip canı gönülden vahşi kapitalizmim hizmetine giriştiği yeni dünya düzeninin mantığını sorgulayan bir roman o.

A.E.: Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979, aynı zamanda bir zaman tanıklığı olarak da okunabilecek, özellikle de romanın sonunda yer alan “almanak” ile örtüşen bir kitap. Bu yönüyle de salt bir kurmaca eserin ötesine geçilebilir. Peki Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979’u kurgularken edebiyat-tarih ilişkisini nasıl konumlandırdınız? Yaşananlar, kanlı 1979, bir edebî metne dönüşürken nasıl bir yol izlediniz?

Yazmaya ciddi bir arşiv çalışmasıyla başladım. 1979 yılının tüm gazetelerini tarayarak, başta siyasiler olmak üzere o yıl gerçekleşen tüm cinayetlerin dökümünü çıkarttım. Ve içlerinden bazılarını kurguya da dahil ettim. Romanı okurken çok sert bir hikâyeyle karşılaşan okur, romanın sonundaki almanak kısmına geldiğinde, gerçeklerin kurgu hikâyedekilerden çok daha ağır olduğunu fark edip ve kendi gerçekliğini başka bir yerden, en baştan sorgulasın istedim.  

A.E.: Sizin romanlarınızda dil özel bir yerde durur. Kimi noktalarda karanlık, kimi noktalarda sisler içerisinden bir anlatı sunan farklı bir dil geliştirdiğiniz söylenebilir. Öte taraftan bu romanda bu mevcut dile acının sirayet ettiğini ve bu acının çok derinlerde bir yerde durduğunu söylemek mümkün. Bu noktada Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979’daki dilin diğer romanlarınızdan farklı bir yapı sergilediği söylenebilir mi? Roman diliniz üzerine ne söylersiniz?

Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979 yazdıklarımın içinde tartışmasız en siyasi olan roman. Gerçeklikle ilişkisi diğerlerinden daha net ve güçlü. Buna bağlı olarak dili de öyle. Şahbaz bir sorgulama romanı. Sorgulamanın gerektirdiği ifade sertliği dile de hakim.

A.E.: Romanda annesinin gözleri önünde öldürülen Haydar’dan ailesini katleden Şahin’e, oradan Melih ve Hayri Tuğrul’a kadar hayatı “şiddet” ile iç içe geçmiş bir kahraman söz konusu. Bu noktada söz konusu tüm bu kahramanların bir parçası oldukları çağ/dönem/coğrafya ile iç içe geçtikleri söylenebilir mi? Şahbaz’ın kahramanları dönemin birer temsilcisi olarak düşünülebilir mi?

Sadece o dönemin değil aslında bugünün de kahramanları onlar. Çünkü 70’ler ve 80’lerde yaşananlarla bugün yaşanmakta olanlar arasında da çok güçlü bir bağ var. Ülkenin şu anda girdiği bu girdaba giden yolun taşları o dönemlerde döşenmeye başladı. O yüzden Şahbaz bir dönem romanı olarak okunurken, o dönemin bugünle olan bağı da görülsün, fark edilsin isterim.

Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey:

Dilek Sarıboğa: Romanda anlatım tarzınız oldukça sürükleyici ve bazı durumlarda olay örgüsünün anlatımdaki yüceliğin gerisinde kaldığını görüyoruz. Yine zaman ve mekân unsurları da bu sebeple kasten netleştirilmemiş görünüyor. Sizin için roman ve hikâyede anlatım, kurgudan daha önce gelen bir faktör diyebilir miyiz?

Bahsettiğiniz belirsizlik kurgunun bilinçli bir parçası. Bu roman o dönemin siyasi yapısını oluşturan, karanlık ve karmaşık ilişkilerle biçimlenmiş ve bugün bile hala netleşmemiş, adı hala konulmamış bir suç sarmalının alegorisi olarak okunursa mekân ve zamanın netleştirilmemesinin ne anlam taşıdığı daha doğru algılanabilir.  

D.S.: Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey’in başkahramanı kötülüğün sembolü olan bir “kadınadam”. Burada okura kötülüğün ve dolayısıyla insanlığın cinsiyetlerüstü bir yeri olduğunu gösterebilmek için mi karakteri “kadınadam” olarak yarattınız?

Kesinlikle. Sorunun erkek egemen bir yapıda değil, iktidar algısında olduğunu düşünüyorum.

D.S.: Romanda gerçek, gerçeküstü ve rüya gibi farklı gerçeklikteki olaylar iç içe ve biraz da dağınık olarak sunulmuş durumda. Siz romanı yazdığınız süreçte bu olayların tamamını ayrıştırarak mı kurguluyorsunuz yoksa neyin gerçek, neyin gerçek dışı kalacağına geriye dönük karar vererek mi romanı son hâline getiriyorsunuz?

Genellikle kurguyu yazma sürecinde belirliyorum. Ama daha sonra geriye dönüp ortaya çıkan matematiğinin sağlamasını yapıyorum. O süreçte bağlantıları yeniden kurmam ve akışı değiştirmem gerekebiliyor. Bu romanın çok karmaşık ve anlaşılması güç bir kurgusu olması rastlantısal değil. Daha önce de dediğim gibi o dönemin, aslında bugünlere de uzanan ve kafa karıştıran karanlığını anlatma çabası.  

D.S.: Romandaki karakterler farklı acı tecrübeler geçirmiş durumda. Örneğin Maria savaştan ve işkenceden kaçmış biri, Nagehan çocuklarını kaybetmiş bir hayat kadını, Şehnaz da aynı şekilde tüm ailesini kaybetmiş genç bir kadın. Tüm bunlar hayatın acıdan asla sıyrılamayan bir yanı olduğunu vurgular gibi. Siz bu acı tecrübelere romanda ve bir arada yer vermekte okura neyi göstermeyi amaçladınız?

Hiç sorgulamadan olduğu gibi kabul ettiğimiz hayatın ve doğal zannettiğimiz savaşın gerçekte ne anlama geldiğini.

D.S.: Romanda “kuş” figürü birçok noktada karşımıza çıkıyor. Kara Yalı ile özdeşleşmiş olan bu kara kuşlar bazen haber getiriyor, rüya içerisinde Kara Yalı’nın sakinleri olarak yer alıyor ve sonunda kanlı ve vurucu bir biçimde ölüyorlar. Roman boyunca gördüğümüz bu kuş figürü sizin için neyi ifade ediyor?

Aslında ben yazdıklarımın üzerine konuşurken “şu, şunu ifade ediyor” diyerek açıklamayı yersiz bulurum. Yazdıklarımın okurun kendi zihninde neye dönüştüğü daha önemlidir. Her okur kendince bir anlam çıkarabilir metinden. Kuşlar ya da başka hayvanlarla kurulan bir atmosferi metnin dışına çıkıp “Bu şu anlama geliyor” diyerek yeniden yorumlamak yazarın değil okurun ya da eleştirmenin işi olmalıdır kanımca.

Gergedan: Büyük Küfür Kitabı:

Furkan Öztekin: Gergedan isimli kitabınızda Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un 2009 tarihli Köpek Dişi filminden referanslar veriyorsunuz. Yine aynı şekilde Pasolini ve Haneke gibi önemli yönetmenlerin isimlerini geçiriyorsunuz. Sizce edebiyat ve sinema arasında nasıl paralellikler var? Birbirlerinden nasıl besleniyorlar?

Tüm sanat disiplinleri arasında güçlü bir bağ var. Yaratıcılığı tetikleyen en güçlü unsur bir başka yaratıcılık eseri. Hepimiz dünyaya, hayata farklı bir yerden bakmaya çalışıyoruz ve genel olarak mevcut düzene itiraz ediyoruz. Sadece sinema ve edebiyat değil resim, heykel, tiyatro, müzik ve dansla da edebiyatın güçlü bir bağı var. Tüm sanat dalları hayatı, insanı, anlamı yeniden yaratarak başımıza gelenleri anlamlandırmaya çalışıyorlar. O yüzden farklı sanat disiplinleri arasında her zaman güçlü bir bağ var.


F.Ö.: Karanlık ve soğuk bir atmosfere sahip Gergedan: Büyük Küfür Kitabı’nın kendine has bir görsel dünyası var diyebiliriz. Kitaba ilham veren Eugene Ionesco’nun Gergedanlar isimli tiyatro oyunu ve Bahadır Baruter’in kitaba eşlikçi resimleri buna en güzel örnek. Eserlerinizin görsel dünyası hakkında neler söylemek istersiniz? Eserlerinizi sinema, tiyatro ya da güncel sanat gibi görsel sanatların farklı mecralara uyarlanması, adapte edilmesi konusunda ne düşünürsünüz?

Bu konuda hiçbir olmazım yok. Başka bir alanda çalışan bir sanatçının benim yazdıklarımdan heyecanlanıp yeni bir eser üretmek istemesi benim için çok kıymetlidir.

Deli Kadın Hikâyeleri:

İpek Bozkaya: Deli Kadın Hikâyeleri şiddetten, karamsarlıktan, kasvetten ziyadesiyle beslenen ve okurun ruh halini olumsuz yönde etkileyen öykülerden mürekkep. Okumanın bile yer yer zor olduğu böylesi metinleri üretmek de aynı zorlukta oldu mu? 

O hikâyelerde anlatılan hayatı bizzat yaşıyoruz, böyle bir hayata bizzat şahit oluyoruz. Ve bunda zorlanmıyoruz. Yazmak ya da okumak neden zor olsun? Bunu benim aklım almıyor.

İ.B.: Deli Kadın Hikâyeleri’nde kadınlar deliliği aklın karşısında konumlanan bir kurtuluş ve özgürleşme alanı olarak değil, eril tahakkümün karşısında konumlanan bir kaçış olarak deneyimliyorlar. Deliliğe bu minvalde başvurmak, deliliği romantizme etmeden kadınlığın alanına dahil etmek delirmenin toplumsal cinsiyetle paralel akmasından kaynaklı olsa gerek? 

Böylesi bir deliliğin romantize edilebilecek hiçbir yanı yok.  Ben gerçeklerle sansürsüz bir yüzleşmenin toplumsal cinsiyet rollerinden kaynaklanan sorunların çözülmesi için en önemli adım olduğunu düşünüyorum. Sorunun temelinde ne olduğunu kavramayı es geçtiğimiz için biz devamlı sonuçların yaralarını sarmaya çalışıyoruz. Nedenleri de büyüterek var etmeyi sürdürüyoruz.

İ.B.: Deli Kadın Hikâyeleri dolayımında kendinizi deliren kadınların anlatıldığı kadın edebiyatında konumlandırdığınız bir yer var mı? Sözgelimi Türkçede nesir türü batılı anlamda başlayalıberi deliren ve toplumun delirttiği kadınlar farklı veçhelerden, farklı yazarlarca ele alındı. Sizde kadınların deliliği içsel ve entelektüel bir çatışmadan değil, hayatın hâlâ düzelmeyen gerçeklerinin acımasız doğasına maruz kalıştan ivmeleniyor ve metinde şiddetinden ödün vermeyerek yer buluyor. Kadın deliliğinin daha naif, daha estetize edilerek yer aldığı anlatılara kıyasla farklı bir noktaya koyar mısınız metinlerinizi? 

Deli Kadın Hikâyeleri’nin “kadınlara” dair hikâyeler olarak değil, tüm diğer kurgu kitaplarım gibi “iktidara” dair bir metin olarak okunmasını tercih ederim. İktidarın zorbalığını ve bu zorba iktidar karşısındaki mağdurun hikâyesini erkek ve kadın ilişkisi üzerinden örneklemek çok sert ve etkileyici bir malzeme olanağı sunduğu için bu kitap “kadın” odaklı hikâyelerden oluşuyor. Ama dediğim gibi meselesi sadece kadın meselesi değil çok daha geniş çerçeveli bir iktidar meselesi.