.

Ertuğ Uçar: “Yazmayı seviyorum; yapmayı sevdiğiniz, yaparken zevk aldığınız bir spor gibi.”

İpek Bozkaya, Büşra Tan ve Abdullah Ezik, Odak Yazar dosyası konuğumuz Ertuğ Uçar ile konuştu.

Abdullah Ezik: Kaleme aldığınız ilk metinler mesleğinizin de bir uzantısı olarak “mimarlık”, “şehir” ve “tasarım” üzerine. Sanırım yazı ile temas kurmanızın mesleğinizle de ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda bu özel bir konu olacaktır. Öncelikle yazıyla/yazmakla ilk temasınız nasıl oldu?

Zor bir soru, çünkü geçiştirme bir cevap olmayacaksa uzun uzun anlatmak gerekir. Buralara sığmaz. İlk kitabımın yazılma macerasını anlatmak için bir kitap yazmıştım. Woolf’un İzinde. Orada deniz fenerlerine olan merakımın nasıl bir okuma, araştırma ve gezi serisine evrildiğini, bu ilginin beni okuyan birinden yazan birine nasıl dönüştürdüğünü ve bu esnada Virginia Woolf’la tanıştırdığını anlatıyorum. 


A.E.: Yüksek lisans tez konunuzun başlığı da oldukça ilgi çekici: “Mimari Mekânın Sözlü Anlatımı”. Tezinizin odak noktası neydi? Mimari mekân ile sözlü anlatım arasında ne tür bağlantılar keşfettiniz?

Aslında tez mimari mekânın sözlü anlatımından daha çok tasarım sürecinde sözlü yazılı ifadenin önemini vurguluyordu. Bu her türlü tasarı için geçerli. Bir afiş, bir film, bir kitap ya da bir bina. İşin medyası ne olursa olsun sözlü yazılı ifade en önemlisidir bence. Tasarımcı, kendisini anlamak için kullanabilir bunu. En azından benim için önemli bu. Mimarlık eğitimi boyunca da öğrenciler, tasarladıkları projeyi yetkin jüriler önünde anlatmayı, savunmayı öğrenir; başka projeleri doğru değerlendirmeyi, daha doğrusu değerlendirmelerini doğru ifade etmeyi öğrenir. Tabii ki projesini çizim, maket, kolaj gibi çok çeşitli araçlarla da temsil eder, ancak bu, sözlü anlatımının önemini azaltmaz. Mimar sadece tasarlayıp çizmez; iş hayatı boyunca işverenlere, belediyelere, kurullara, başka mimarlara, akademisyenlere, kendisine projelerini anlatır, fikirlerini savunur, onlarla tartışır. 
A.E.: İlk kitabınız ne zaman yayımlandı?

2006.
A.E.: O zaman 15 yıldır yazıyorsunuz.

Aslında 98-99’da ilk hikâye kitabım taslak olarak masamdaydı. Pişmesi, pişmem uzun sürdü diyebiliriz.
A.E.: 20 yılı aşkın bu süreçte edebiyatınıza biçim veren, etkileyen önemli duraklar, kırılma noktaları oldu mu?

Benim için en önemli kırılma noktası 2000’lerin başında katıldığım yazı atölyesi oldu. Yıldırım Türker’in “Yazıyla Oyun” başlıklı kampına katılan tüm arkadaşlar hâlâ görüşürüz. Aralarında bildiğiniz isimler de var. Şule Öncü ve Delal Arya sonraki yıllarda kitaplar yayımladı. İşte o atölyede çok şey öğrendim. Diğer kırılmalardan biri To The Lighthouse kitabının mekânına, Woolf’un çocukluğuna, St.Ives’e yaptığım geziydi. Bunun dışında, iyi bir yazar keşfettiğim her dönem beni geliştiriyor, değiştiriyor. Önemli kırılmalardan ilk aklıma gelenler: Üniversite yıllarında Cem Akaş’ın 7 kitabı, yine üniversitede Simone de Beauvoir’in Başkalarının Kanı kitabı, Kara Kitap. Calvino ve Borges’in keşfi. Tim Parks’ın Europe ve Sally Rooney’in Normal İnsanlar kitapları. Son kitabımın pandemideki yazılış sürecinde editörüm Cem Alpan’la yazışmalarımız da beni çok geliştirdi. 
A.E.: Ortak mekân ve kurgu kullanımı sizin kimi kitaplarınızda açıkça fark edilebilen, daha sonrasında ise bu konuya paralel olarak yeni denemelerin önünü açabilen bir husus. Metinlerinizdeki söz konusu bu ortak tema ve kurgu biçimleri üzerine ne söylersiniz? Mekân veya kurgu ortakken içeriği nasıl bu denli farklı kılıyor, zenginleştiriyorsunuz?

Tasarım eğitiminde çeşitlemenin üzerinde önemle durulur. İyi mimarlar bir temanın varyasyonlarını oluşturmak, temayı yorup tüketene dek olasılıkları çoğaltmak konusunda antrenmanlıdırlar. Mekân, kurgu veya karakterlerden birini sabit tutarak yine de farklı dünyalar yaratmayı denemek, yani kendi kendinin hürriyetini kısıtlayarak yazma antrenmanı yapmak insanı geliştiriyor. Bu konuda çok iyi öğretmenlerim var: Calvino ve Manganelli.
A.E.: Hikâyelerinizde deniz, iklim, doğa-insan buluşması, insanın doğa ile kurduğu ilişki, yalnızlık, rüya gibi çeşitli tematik konular ilgi çekiyor. Edebiyatınızda doğanın, doğa ile insan arasındaki ilişkinin yeri nedir?

Aslında hiçbir kitabım doğrudan doğa insan ilişkisini veya iklim meselesini ele almıyor. Doğa gündelik hayatımızda ne kadar yer alıyorsa kitaplarımda ona o kadar yer verdiğimi düşünüyorum. Doğanın okuduklarımın veya yazdıklarımın içinde gerektiği kadar ve doğal bir şekilde yer almasını isterim zaten, ne daha az, ne daha fazla ve yapmacık. Kitaplarda, filmlerde bir konunun insanlara bir şeyler anlatmak için sömürülmesine dayanamıyorum.
A.E.: İlk romanınız Bir Çift Ayak, 2016 yılında yayınlandı. Daha önceki süreçte hikâyeleriniz ön plandaydı. Hikâyeden romana geçiş nasıl oldu? Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Farklı biçimler denemek istiyorum hep. Gece Yolculuğu’nda birleşen hikâyelerden sonra hangi türe sokacağımı bilemediğim Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer’’i ve sonra da eskiz-fragman eşleşmelerinden oluşan Ormanda Kaybolmak’ı yayımladım. ‘Bir Çift Ayak’, bir Hopper tablosundan çıkan kısa bir hikâyeydi. Soyut, az karakterli bir novellaya dönüştü. Sonra da daha fazla karakterli, daha kanlı canlı bir roman yazdım. Şimdi çocuklar için bir şeyler yazmayı istiyorum.
A.E.: Can Yayınları’nın “Kırkmerak” serisinden çıkan Woolf’un İzinde’de kendi yazı geçmişinizi Woolf ile bir çeşit diyaloga girerek irdeliyorsunuz. Neden “Virginia Woolf”un izinden gitmek istediniz?

Virginia Woolf’la tanışmam çok yüzeyseldi. Deniz fenerlerini araştırıyordum ve bu konuyla ilgisi olabilecek her şeyi okuyordum. Woolf’un ünlü romanını bu düşünceyle aldım ve içinde fener aradım. Aradığım şekliyle tabii ki yoktu. Çünkü o zamanlar ben deniz fenerlerini bir yapı tipolojisi olarak araştırıyordum ve kaynakları bu gözle tarıyordum. İngiltere’nin batı kıyılarına yaptığım deniz feneri gezisi beni tesadüfen Woolf’un çocukluğunun geçtiği kıyılara götürünce Virginia Woolf’u önce bir yazar, bir kadın, çok özel bir kişilik olarak tanıdım; sonra da To The Lighthouse kitabını anladım. Woolf’un hayatını da okudum ve bir yazarın hayatını bilerek yazdıklarını okumanın ne olduğunu ilk olarak böyle deneyimledim. Fenerin ve Woolf’un izinde önce okur sonra yazar oldum.
A.E.: Yazıyla ilişkinizi nasıl görüyor, yorumluyorsunuz? Yazmak, sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Yazmayı seviyorum. Yapmayı sevdiğiniz, yaparken zevk aldığınız bir spor gibi. Hayatımı dengeliyor. Sakin, kendime ait, istediğimi yapmakta özgür olduğum bir alan yazmak. Ayrıca yazarken öğreniyorum. Rüyaları, Freud’u ve Schintzler’i, Virginia ile Vita’yı, modern İngiliz edebiyatını, fenerleri ve denizi, mitolojiyi, adaları, Lawrence’i ve Durell’i, Boğaz’ın jeolojik tarihini, mantar meşelerini ve sünger avcılığını ve daha birçok şeyi yazarken araştırıp okuyup öğrendim.
A.E.: Woolf’un İzinde’de Antalya, İstanbul, Eastbourne, St. Irven gibi birçok farklı şehri dolaşıyor, yazı ile birlikte sizin geçmişinize, anılarınıza da şahitlik ediyoruz. Yaşantınız, geçmişiniz ve kişisel yaşamınız sizin edebî üretimlerinize nasıl etki ediyor?

Herkes bugün, bugüne dek yaşayarak yığdığı bir olaylar ve insanlar piramitinin tepesinde duruyor. Alçak veya yüksek, yıkılmak üzere veya sağlam olabilir bu piramit. Eninde sonunda çocukluğumuz, gençliğimiz, ailemiz, arkadaşlarımız bizi biz yapan. Geçmişimizi devam ettirsek de reddetsek de o bizi şekillendiriyor. Her yazar çocukluğuna bir yerde dönüyordur sanırım. Doğduğum ve üniversite yıllarına dek yaşadığım Antalya’yı yazmayı çok istiyorum ben de; ama nasıl, henüz bunu bilmiyorum. Şükran Yiğit’in Antalya ve Berlin’de geçen güzel kitabı ‘Radyo Şarampol’ü okuduktan sonra bu istek bende iyice arttı.
A.E.: Sanırım Ertuğ Uçar denince akla ilk gelen şeylerden birisi de “deniz fenerleri”dir. Deniz fenerleri sizin metinlerinizde o kadar derinlikli bir yerde duruyor ki kimi eserlerinize olduğu gibi deniz fenerlerinin biçim verdiğini söylemek mümkün. Deniz fenerleri sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Söylediğim gibi, fenerler beni okur yaptı. Sonra da yazar. ‘Deniz Fenerleri’ üzerine şekillenen 3 kitabım var. İlki bekçi öykülerinden oluşan Yalnızlığın 17 Türü ki, sonra Gece Yolculuğu’nda rüyalarla birleşip başka bir kitap oldular. İkincisi fenerlerle ilgili bildiğim her şeyi, dünyadaki ve Türkiye’deki tarihlerini, Boğaz fenerlerini, Atlantik fenerlerini, buz fenerlerini ve İskenderiye Feneri üzerine öykülerimi post-modern bir kurguda anılarımla birleştirdiğim Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer. Sonuncusu da ‘Woolf’un İzinde’. Artık fenerler üzerine yazmak istemiyorum. Onlar beni yazar yaptı. Ben de borcumu bu kitaplarla ödedim. 


Bir Çift Ayak:
İpek Bozkaya: Byung Chul Han, Yorgunluk Toplumu’nda, Foucault’nun bahsettiği, insanı disipline eden hastane, askeriye, hapishane, tımarhane gibi sistemlerden yeni bir topluma, performans toplumuna geçildiğinden bahseder. Performans toplumunda bu sistemlerin yerini fitness salonları, alışveriş merkezleri, gökdelenler, bankalar almıştır. Bir Çift Ayak‘ın anlatıcı kahramanı kendisinin bu sistemin bir parçası olduğunun farkındadır. Bir gökdelenin otuz altıncı katında oturan, her gün sekiz otuz beşte ofiste olan, rutinin cehenneminde buhranın eşiğine gelen anlatıcı kahraman için doğa bunların ve bu sistemlerin karşısında bir özgürlük alanı mıdır? Bir Çift Ayak‘ta şehrin karşısında doğa konumlanıyor ama taşra aynı zıtlıkta şehrin karşısında belirmiyor. Bu da bir şeyi imliyor olsa gerek…

Evet. Şehrin değil, şehirleşmenin karşısında doğa var. Şehirleşmemiş olan. Kahraman doğaya dönmekten bahsediyor. Ama buna cesareti ve hatta isteği olduğunu da söyleyemeyiz. O basit ve naif bir ‘bir sahil kasabasına kaçalım’ insanı değil. O, şehirde, bu bahsettiğiniz performans toplumunun bir parçası olmadan kalmanın bir yolu var mı onu merak ediyor. Ve duvarında bir çatlağı takip ederek, bir alternatif yaşam şekline rastlıyor.
İ.B.: Bir Çift Ayak‘ın, robotlaştığının ve yalnızlaştığının farkında olan, -Chul Han’ın deyişiyle animal laborans (çalışan hayvan)- anlatıcı kahramanı bir gün işe gitmemeye karar veriyor. Bu bir bakımdan Kâtip Bartleby’nin hikâyesine benziyor. O da kusursuz bir çalışanken bir gün yapmamayı tercih eder. Fakat benim merak ettiğim Bir Çift Ayak‘ın anlatıcı kahramanının devamında çizdiği yolu bilmiyoruz. Kâtip Bartleby‘nin yolundan gidiyor mu? Yoksa anarşizmi parazitler üzerinden verip animal laborans olmaya devam mı ediyor?

Devamını ben de bilmiyorum. Parazit’i keşfettikten sonra onlara katılmanın yolunu arayabilir tabii. Sonunu açık bıraktım. Bir devam kitabı yazmak isterim ileride. Oyum Bartleby’den yana.
İ.B.: Bir Çift Ayak‘ı parazitlerin çerçevesindeki hikâyeden bağımsız olarak anlatıcının düşüncelerinin dahil olduğu yerler dolayımında, insanı mutluluğa götürecek temel ilkeleri içeren bir anlatı olarak mümkün mü?

Şüphesiz her okur yazarın anlatmak istediğinden bağımsız olarak kendi dünya algısına göre yorumunu yaratır, benim Bir Çift Ayak‘ı okuma deneyimim edebi hazzın yanında insanı mutluluğa götürecek önerileri almak şeklinde oldu. Bunların içinde “Eşyanın tahakkümünden kurtul!”, “Yavaşla!”, “Doğaya dön!”, “Kendi özüne uygun davran!”, “Düzeni değiştir!”, “Özgürleş!” gibi antik çağ felsefelerinin temel prensipleri var…
Evet, en temelde, ‘yapmadan önce düşün’ diyor. Mekanikleşme. Kendi kararlarını kendin ver.

 
Ayrılığın Haritası:
Büşra Tan: Ayrılığın Haritası birçok metaforun bulunduğu bir roman. Fakat ada metaforu bir adım daha öne planda. Antik Yunan’dan günümüz kadar edebiyat dünyasında sıklıkla ve dikkat çekici şekilde işlenen bu metafor sizin için anlam ifade ediyor?

Ada bir Akdenizli, Polinezyalı veya İngiliz için başka şeyler ifade eder. Akdenizli güneşte olgunlaşmış incirleri, tatilleri, mitolojiyi, güneşi, aşkı düşünür hülyalara dalar. Polinezyalı tsunamileri, kasırgaları bekler. İngiliz dünyadaki bütün adaların sahibi olduğunu düşünür, öyledir de biraz, hepsi üzerine yazan onlardır. Benim için adanın tanımı, kitaptaki Uraz’ın tanımıyla aynıdır. Ada, en yüksek yerine çıkıp sınırlarını görebileceğin kadar küçük, o tepeden inip bir vadideki korulukta kaybolacak kadar büyük olmalı. İnsan gezerek olmasa da yazarak sahiplenebilmeli bir adaya.
B.T.: Geçmişten günümüz ada ya da yolculuk romanlarına bakıldığı zaman erkek egemen yapıda kurulan eserler karşımıza çıkar. (Örneğin Robinson Crusoe gibi) Ayrılığın Haritası’nda ilk başlarda Uraz baskın karakterken sonraki aşamalarda kendi kabuğundan çıkamayan bir karakter olduğunu görürüz. Ada ise hayatı daha akışına bırakarak yaşayan sınırlara esir olmayan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Bu iki karakterde ada ve seyahat romanları için yenilikçi bir bakış açısı yarattığınızı gösterir. Karakter yaratma bilinciniz nasıl oluşturuyorsunuz?

Yazarların işlemek istedikleri konu adına karakterleri karikatürleştirdikleri çok oluyor. Ben doğal, gerçek, özgür karakterleri okumayı seviyorum. Gerçek karakterler yazmak isterim. Ferrante’nin Karanlık Kız‘ındaki Leda bana yol gösterici olmuştu bu romanı yazarken. Adalar sıkışmışlık hikayeleri anlatmak için ideal arka planlar olmuşlardır hep. Tıpkı deniz fenerleri gibi. Bunaltıcı hikayelere yakıştırılırlar. Ayrılığın Haritası bir ada romanı ve tam tersine Uraz’dan ayrılan Ada, bu adada özgürleşiyor. 
B.T.: Romanda Ada ve Uraz fiziksel olarak bir yıl gibi bir süre birliktedir. Fakat her günü fiziksel olarak birlikte geçirseler bile aralarında görünmez elektrikli teller vardır. Aslında yaratılan karakterle birlikte roman boyunca kadın erkek ilişkilerine de geniş bir açıdan bakmamız sağlanır. Kurguladığınız karakterler bağlamında kadın-erkek ilişkisi hakkındaki düşüncelerle okuyucuya farklı bir bakış açısı kazandırdığınızı düşünüyor musunuz?

Bunu okuyuculara sormalı. Ancak ben bir okuyucu olarak tecrübemi paylaşabilirim. Okuduğum kitaplarda kendime rastladığımda, karakterin benim davrandığım veya her an davranabileceğim şekilde davrandığını fark ettiğimde ve bundan bir şeyler öğrendiğimde genişliyor okuduklarım. Bu yüzden, karakterlerin normal, doğal bir şekilde çizildiği bize, size benzediği romanlar sarıyor beni en çok. 
B.T.: Ayrılığın Haritası‘nda Ada başlangıçta Uraz’a daha bağlımlı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Daha sonrasında ise kendi özgürlüğünü yaratabilen bir karaktere dönüşür. Bu dönüşüm birçok kadının özdeşim kurabileceği bir dönüşüm olabilir. Ada karakterini yaratırken kadının özgürleşmesi bağlamında yaptığınız okumalar oldu mu? 

Bu anlamda özel okumalar yapmadım. Ama Ayrılığın Haritası‘nın yazımına eşlik eden kitaplar iki ana başlıktaydı. İlki ada kitapları. Durell, Fowles, D.H.Lawrence, Enis Batur gibi. İkinci grupsa daha kalabalıktı. Kadın yazarlar. Alice Munro, Ferrante, Doris Lessing, Simone De Beauvoir. Ki bu grubun ortak yanının şu olduğunu söyleyebilirim. Kadınların özgürleşmesi konusunu ajitasyon yapmadan zarif bir şekilde incelikle yazmış olmaları.


Gece Yolculuğu:
Abdullah Ezik: Daha önce Rüya Arızaları ve Yalnızlığın 17 Türü başlığı altında yayınladığınız hikâye kitapları 2017 yılında Gece Yolculuğu başlığı altında birleştirdiniz, bu metinlere yenilerini eklediniz. Bu durumu kısmen eserin “Önsöz”ünde de açıklıyorsunuz. Bu kitapları birleştirme, bir arada düşünme fikri nasıl gelişti?

Yeni geçtiğim yayınevi kitaplarımı ilk basım sırasına göre tekrar basacaktı. Bu iki kitaptaki rüya ve fener öykülerini aynı dönemlerde birbirine paralel, birinden ötekine atlayarak yazmıştım. Onları bir cilde toplama fikri hızlı gelişti ve kabul gördü. Üzerine düşündükçe aralarında çok benzerlik olduğunu fark ettim. İçerik olmasa da biçim olarak beslendikleri kaynaklar gibi. Veya ikisindeki öykülerin de benzer uzunlukta ve soyutlukta olmaları gibi. Öte yandan iki kitapta da yoğun ve benzer karanlıkta atmosferler var. Ben fener öykülerinin de pekâlâ rüyalar, ya da kabuslar, olduğunu düşünüyorum zaten.
A.E.: Birbirlerinden farklı şekillerde, farklı tarihlerde yazılan bu iki kitabın birleşmesi, bir yazarın ürettiği tüm metinlere ortak bir perspektiften yaklaştığını da imler. Bu anlamda, Ertuğ Uçar edebiyatında da ortak bir perspektifin söz konusu olduğunu söyleyebilir miyiz?

Mutlaka. Her yazarda, tasarımcıda, sinemacıda olmalı. Ürettikleri arasında paralellikler. Bazen bu çok görünür bir stile dönüşebilir. Bazen kuma gömülü olabilir. Ben ağırlıklardan arınmış, sade bir dille yazmaya çalışıyorum. Ancak burada bir tehlike var. Metnin aşırı soyut, soğuk, enerjisi alınmış bir hale dönüşmesi. O dengeyi yakaladım mı hala emin olamıyorum. Tabii biçim dışında etrafında dolaştığım ortak temalar vardır mutlaka. Doğa-şehir ikilisi, rüyalar, çocukluk, deniz gibi. Ama hangi yazar bunların etrafında dolaşmaz ki. Bu anlamda tekrarladığım özel bir tema olduğunu da düşünmüyorum. Fenerleri saymazsak. Ama o bir dönemdi bitti.
A.E.: “Rüya” ve “yalnızlık”, tema olarak da insan için ifade ettiği anlam ile de bu kitaptaki en önemli konu başlıklarından. Sizi özellikle bu konular üzerine çalışmaya, düşünmeye, yazmaya iten nedir?

O dönemde, Freud okuyordum. Rüyalar üzerine yazdığı iki cilt, herkesin okuyup kendi rüyaları hakkında bir şeyler öğrenebileceği eğlenceli kitaplar. Yazıldığı dönemde bir devrimdi, anlaşılması, kabul etmesi zordu belki. Bugünse bu kitapları belirli bir uzaklıktan, kimi kısımlarını kabul edip kimilerine gülüp geçerek konforlu bir şekilde okuyabiliriz. Ben Freud’u okurken rüya günlüğü tutmaya başlamıştım. Oliver Sacks okuyordum o sıralar bir de. Uyanışlar ve Karısını Şapka Sanan Adam‘daki hastaları aynı zamanda fantastik kurgu karakterleriydi Sacks’ın. Ben de böyle rüya karakterleri not almaya başladım. İnsanın rüyalarını hatırlaması, anlatması, paylaşması zor. Bir kuş gibi kaçıveriyor elinden. Böyle uçucu karakterleri, sanki bir tülün arkasından anlatıyor gibi olduğum, tüm kitaba hâkim bir atmosferi düşünerek yazdım hep. Aynı dönemde yazdığım fener bekçilerinin hikayeleri de bu rüya okumalarından etkilendi ve sonuçta iki kitapta ortak bir atmosfer oluştu.