.

Bütün Mümkünlerin Kıyısında: Kıyısız

Anıl Çoban

Nedir hayat? Tecrübelerimize eş değer midir yaşam? Yoksa bizim dışımızda da varlığını sürdüren, tam anlamıyla kavranamayacak olaylar, duygular, sezgiler potpurisinden ibaret midir? Hissettiklerimizin, içe akseden şeylerin toplamı mıdır, yoksa sadece seyirci kalıp olduğu gibi gözlemleyebileceğimiz, belki arada yorum yapıp kendimize uydurmaya çalışacağımız gerçekliklerin birliği mi? Cevabı hiçbir zaman bilinemeyecek, bilmek edimiyle değerlendirilmesi saçma görülebilecek öznel bir kavramdır belki de, herkesin farklı yaşamı ve kendince farklı bir “hayat”ı olabilir pek tabii.

Peki nedir “Kıyısız”? Böyle bir girizgahtan sonra “hayatın anlamını arayan, keşfetmeye çalışan bir kitap” demek gerekirdi belki ama değil. “Kıyısız”ın sayfalarında gezinmek yaşamın yansıtılması, izlenmesi, okunması gibi bir tecrübeye daha yakın. Dokuz öykü boyunca yaşamdan kesitler okuyoruz. Bazen bir günde olan olaylar, bazen bir yolculukta edinilen izlenimler, bazen sadece günlük işleriyle uğraşırken dış hayata maruz kalan insanlar, bazen sadece etrafını seyreden öykü kişileri… Bunların hepsi hayatı ve o hayatın içindeki parçaları veriyor okura. Görünürde bir başlangıç yok, bitti gibi görünen hikâyelerde son bile yok bazen. Bir nevi yaşamdan kesitler senfonisi. “Hayat nedir” gibi bir duruştan arınmış salt hayat var.

Türker Armaner dokuz öyküden oluşan kitabında bu bahsi geçen kesitleri aktarırken gerçekliğe bağlı bir tutum sergilemiyor. İçten içe düşündüğümüzde, “yaşam eşittir gerçeklik” gibi bir çıkarım sınırlı kapasitemizin ve belki de kapalı algımızın rehberliğinde kolaya kaçmaya benziyor esasen. “Kıyısız”ın başkarakterleri ise böyle değil. Çoğunun ismi yok. Yaşamı değerlendirmeye, görmeye kendilerini zorlamadan o akış içinde yaşayıp gözlemliyorlar, hissediyorlar ve hayallerinde tekrar oluşturuyorlar. Algılayabilecekleri en geniş çerçevede ve doğal bir şekilde yapıyorlar bunu. Yeri geliyor başkalarının hayatını yaşıyor, yeri geliyor rüyalarla bezeli bir yolculukta etraflarına dikkat kesilip çevrelerini özümsüyor, yeri geliyor geçmişleriyle hesaplaşmaya çalışırken şimdinin “diğer hayatlarıyla” etkileşim kurup o anlığına da olsa ortak bir yaşam kuruyorlar. Karakterlerin yaşadıkları geri dönüş, düş, rüya, anlatıcı değişimi, metin içi metin, senaryolaştırma gibi unsurlarla aktarılıyor. “Kesit” olgusunun kabuğu kırılıyor ve mekanla zamana sıkıştırılamayan, dallanıp budaklanan öykülere dönüşüyorlar.

“Nedir Kıyısız” demiştik, akla gelen bir diğer soru da “neden Kıyısız”? Fiziksel açıdan düşündüğümüzde “kıyıya uzak olmak, kıyıya sahip olmamak” gibi basit bir çıkarım yapabilsek de kitabın dünyasında deniz, göl, daha doğrusu su (dolayısıyla kıyı) olgusunun bol bol bulunduğunu gayet net görüyoruz. “Metro” öyküsünün karakteri metrodaki, düş olarak addettiği yolculuğundaki rüyasında bile büyük bir göl görüyor örneğin; sembolik, geçmişin ağırlığını hissettiren bir göl. Hikayelerin çoğunun İskandinavya’da geçmesi de kitabın genelinde suya yakınlığın bir diğer emaresi. Bu noktada kıyıya bu kadar yakın olup kıyısız olmanın anlamı daha da ortaya çıkıyor. Yaşayıp gerçekten yaşayamamak, isteyip elde edememek gibi durumlar kitap boyunca kendini okuyucuya hissettiriyor. Kıyıda olup o engin suya, okyanusa, göğe, ufka bakmak, o sonsuzluğu görmek ama sonsuzluğun yaveri özgürlüğü yaşayamamak hissi veriyor öyküler. 

Özgür olamama veya hissedememe sorunu hikâyelerin genelinde kâh ana karakterlerde kâh yan karakterlerde devam eden bir tema. Maddi, çoğu zaman manevi eksiklikler yüzünden özgür kalamayan, o sınırı aşamayan karakterleri var “Kıyısız”ın. Örneğin; “Saga”da çekicini, kudretini yitiren Tor tanrılık vazifesinden dolayı başkalarını boş verip Mjölner’ine, arzu nesnesine kavuşamıyor ve yazar o noktada soruyor: “Bir tanrı seçimlerinde özgür müdür?” “Ada” ve “Metro” hikayelerinde özgür olamama durumu geçmişin sınırlarından kaynaklanıyor. Yakasını geçmişten kurtaramayan karakterler bulundukları ortam içinde düş gezginleri misali hareket ediyor. Ara ara çevrelerine iştirak etseler de bu eylemin içinde bulundukları durumun gerekliliğinden veya anın akışından kaynaklandığını hissettiriyorlar okura. Rahatsız olunan, gerçek dünyadan kaçmak istenilen anlarda veya zihnin kapılarının sonuna kadar açıldığı düş-rüya anlarındaysa geçmişleriyle yüzleşiyorlar. “Metro”nun ana karakteri düş olarak gördüğü yolculuğunda, belki yolculuk üzerinden sembolize edilen hayatında da, etrafındaki karakterleri izleyip bir yandan geçmişle boğuşuyor. Son durağa geldiğindeyse bu “kıyısız” yolculuğunun sonunu şöyle değerlendiriyor: “Olması gerektiği gibi, yalnız tamamlıyorum yolculuğumu. İnmek zorunda olduğum tek durak bu. Daha ötesi yok çünkü. Burada seçim yok, özgürlük de…” Ölümde bile özgürlük yok, zorunluluk var.

Özgür olamama ve kısıtlanma, yan karakterler üzerinden farklı temalara da açılıyor. Üyesi olduğu siyasal partidekiler “burjuva özentisi” demesin diye beline kadar uzanan saçlarının üstüne titrediğini saklayan, kendi bedeni söz konusu olsa bile hesap vermesi gerektiğini düşünecek kadar kısıtlandığını hisseden Makte’den, Tor ve Odin sagaları derleyen ama bu sagaları şeytani bir efendinin öğretisini aktaracak şekilde değiştirmesi için zorlanan “Kristiania” karakterine, “Mayıs” hikayesinde yeni Hıristiyanlık ve süregelen paganlığın arasında kalmış karakterlerden, sevgilisinden ayrılıp tekrar yalnız yaşaması gibi bireysel bir durumu bile Folkeregister‘a bildirmediği için hesap sorulan Kjersti’ye… Birçok karakter toplum baskısı, akran baskısı, ahlaki baskı, teşkilat baskısı vb. dış unsurlar yüzünden kısıtlanmış durumda. Kurguda karşılaştıkları veya metinde yazarın paralellik kurduğu karakterlerle etkileşimlerinde ortak bir payda oluşturuyor bu durum ve bu ortak paydada bir süre de olsa buluşup geçici, küçük bir dünya oluşturuyorlar. Bazı karakterlerin düşe kaçması gibi, onlar da oluşturdukları bu küçük payda kozasına çekilip “aralarında ikili/üçlü bir dünya oluşturuyorlar“. Bu içe, birbirine dönme durumunda karakterlerin çoğunun yabancılıklarının da payı var. Etraflarına yabancı çoğu. Farklı bir ülkede, farklı bir kentte veya farklı insanların içindeler. İletişim kurdukları insanların çoğuyla tanışmalarına biz şahit oluyoruz, gözümüzün önünde gelişiyor ilişkiler, köklü bir şey yok karşımızda. Geçmişten taşınan ilişkiler daha ziyade musallat oluyor karakterlere. Yeni ilişkiler vasıtasıyla veya hissetmeye çalıştıkları bugün sayesinde kurtulmaya çalışıyorlar bu karabasanlardan. Yabancı olma hissiyatına metinde kullanılan yabancı kelimelerin de katkısı büyük. Karakter anlasa da anlamasa da, okur olarak yabancı kelimelerle karşılaştığımızda biz de kendimizi yabancı hissediyoruz. Öykü ortamının o soğukluğu, uyandırdığı o merak, o mesafe, o bilememe hissiyatı sarıyor çevremizi. Bir bakıma, işlenen hayatın gerçekliği pekiştirilmiş oluyor, yabancı olmanın realizmini hissediyoruz ufak ufak.

Yalnızlık, özgür olamama gibi depresif ve içe dönük temaların yanı sıra cinsellik, şiddet, tarikatlar, örgütler, şeytana tapma gibi kavramlarla canlanan, yer yer karanlık tonlara kayan bir dünyası var “Kıyısız”ın. Bu özelliğiyle öyküler arasında geçiş yaptıkça damakta bıraktığı tat da değişiyor. Ardı ardına öyküleri okudukça aynı tadı veren kitaplardan değil. Bu durum da hayattan kesitler barındıran hikayelere bütün olarak baktığımızda can suyu oluyor. Sadece İskandinavya değil, sadece sıradan insanlar değil, sadece geçmişe takılıp kalanlar değil, sadece şeytana tapanlar değil, sadece karamsarlık değil. Okur olarak hayatımızda da karşılaştığımız üzere farklı farklı yaşamlar ve tecrübeler barındırıyor öyküler. Bürokrasi, din, İskandinav mitolojisi, sistem eleştirisi, vampirler, tarih, sürreal, gerçek… Çeşit çeşit hikaye var karşımızda. Bu çeşitliliğin okura aktarımı da tekdüze değil. Fantastik ögeler, metafizik unsurlar, telepati, tanrılar, devler gibi kabul edilen gerçekliğe aykırı parçalar “gerçek” dünyada çökmüş, takılı kalmış karakterlerin hikayelerinin arasından parlıyor. Düş/rüya anlatımı, farklı puntolar ve yazı tipleriyle aktarılan bölümler, bilinçakışı, bakış açısı değişimi gibi tekniklerle sıradan yaşamlar, anlar, kesitler bile parlatılıp zihinlerimize yerleştiriliyor.

Dokuz öyküsü var “Kıyısız”ın, dokuz öyküsü de birbirini andıran başka başka dünyalar. Bu öykülerin temelinde de en az dokuz hayat, dokuz yaşam var. Biraz da bundan sebep öykülerin birbirini andırması. Hayat dediğimiz şeyde de ortak bir payda vardır çünkü. Bambaşka olsalar da andırırlar birbirlerini. Temel unsuru, ham maddesi, mayası aynıdır, insandır. Düşüyle, hayaliyle, umuduyla, mutsuzluğuyla, heyecanıyla, tükenmişliğiyle, tepkisizliğiyle, sevinciyle, yılgınlığıyla insanı, insanları ve bir nebze de olsa hayatı okutuyor bizlere “Kıyısız”.

Abdullah Ezik’in Sanat Kritik Söyleşileri kapsamında Türker Armaner ile yaptığı söyleşiyi buradan izleyebilirsiniz.