
Nihan Abir
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler’de “Hayatta her şey, bir muvazene meselesidir, ilahların sofrasına oturabilmek için, fanilerin sofrasından biraz gözü yaşlı kalkmak gerekir.” der.[1] Günlüklerinden bildiğimiz kadarıyla o, fanilerin sofrasından gözü yaşlı kalktığını hisseder. Günümüzdeyse Türk edebiyatında neredeyse bir ilah konumundadır. Dolayısıyla onun sofraları bu alana ilgi duyan biri için çok daha iştah açıcıdır.
Tanpınar’ın eserlerindeki sofralar birçok farklı perspektiften değerlendirilebilir ancak bunların tamamında görülebilecek ortak özellik bu sofraların bir kültürü yansıttığı, belli bir kültür etrafında şekillendiğidir. “Bu ayırıcı bir özellik mi, her sofra zaten bir kültürü yansıtmaz mı?” diye düşünebilirsiniz. Elbette her sofra bir kültürün ürünüdür; ancak Tanpınar’ın sofralarının bu noktadaki farkı onun yansıtmak ya da tartışmak istediği “yekpare geniş bir ânın parçalanmaz akışında”ki kültürü taşımasındadır. O kadar ki sofralar romanlar arasındaki geçişi sağlayan bir leit-motif olarak görülür ve Tanpınar’ın nehir romanlarını bağlayan bir unsura dönüşür.[2] Böylece Tanpınar’ın sofraları hem kültürel hem nehir romanlar arasındaki bütünlüğü sağlayan çift yönlü bir işleve sahip olur.
Üçgenin Merkezinde: Huzur, Mahur Beste ve Sahnenin Dışındakiler’in Sofraları ve Tevfik Bey
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında, kurguya katkısı bakımından sofraların “kişileri tanıtmak”, “karakterlerin birbirlerine karşı duygu ve düşüncelerini aktarmak”, “toplumsal eleştiri”, “fikir tartışmaları” gibi farklı işlevlerde kullanıldığı görülür.[3] Denilebilir ki Tanpınar; günlüklerinden, mektuplarından ve düz yazılarından zihnini daima meşgul ettiğini bildiğimiz bütün meseleleri, roman karakterlerini bir sofraya oturtup onlar üzerinden tartışmaya açar. Bunun yanı sıra yazarın nehir roman olarak birbirini tamamlayan eserleri Huzur, Mahur Beste ve Sahnenin Dışındakiler’de “sofrada karakterlerin hayatını belirleyecek olaylar yaşanır, bunların etkisiyse sonraki romanlarda görülür. Sahnenin Dışındakiler’de Nuran’ın daha çocukken sofrada mahur bestenin söylenmesini istemesi Huzur’da etkisini gösterir. Aynı romanda Tevfik Bey’in yemek zevkinden ve maharetinden söz edilirken Huzur’da onun sofralarına önemli bir yer ayrılır.”[4]
Bu bakımdan romanlarda sadece sofralar değil, o sofralara oturan kişiler de önemlidir. Tanpınar’ın sofralarında roman karakterlerinin ekseriyeti sofraya farklı fikirlerin temsilcileri olarak oturur; ancak yemek kültürü ve sofra medeniyeti de ele alınacak önemli konulardan biri olduğu için bu fikrin bir temsilcisi de sofrada bulunur.
Huzur ve Sahnenin Dışındakiler’de bu kişi Tevfik Bey’dir. O, yemek kültürü ve sofra bilgisi bakımından Tanpınar’ın en önemli roman karakteridir. Nasıl ki İhsan; Huzur’da iktisadî reform, iş hayatına açılmak, kültür sentezi gibi konuların dillendiricisiyse Tevfik Bey de yemek kültürü ve sofra medeniyetinin anlatıcısı ve temsilcisidir. Tevfik Bey’in yemek konusundaki mahareti sadece bilgisinden ibaret değildir. O aynı zamanda eli çok lezzetli bir aşçıdır. Bu durum Sahnenin Dışındakiler’de şu sözlerle aktarılır:
“Tevfik Bey, İstanbul’un birinci sınıf aşçılarındandı. Sofrada bize yemek hakkındaki fikirlerini her zamanki cümleleriyle tekrarlamıştı.
– Bazı budalalar, yemek pişirmeyi kadın işi addederler. Hata… Yüz bin defa hata! Kadın kısmı pişirmesini de, yemesini de bilmez! İkisi de erkeğe vergidir. Misal mi istiyorsunuz? İşte bizim hanım. Şimdi eline verseydik, bu patlıcan kızartmasını kömür yapardı. Bakın, Allahaşkına şuna, yemek yiyeceği yerde kendini yiyor…”[5]
Romanda Tevfik Bey’in, aşçılıkta erkek elini kadın eline üstün gördüğü bu bakış açısı karısını çok sevmemesine bağlansa da aslında bu onun genel düşüncesidir. Zira kendisi konuşmasını şöyle devam ettirir:
“- Vâkıa bazı kadınlar da iyi yemek pişirirler amma, onlarda az çok erkek mizacı hâkimdir. Nuran’ın annesi böyledir. Eniştemizde ise daha ziyade çelebilik vardır.”[6]
Yukarıdaki alıntıda adı geçen Nuran, Huzur’un ana karakterlerinden biridir. Tanpınar’ın Mümtaz ve Nuran aşkını odağa yerleştirip ele aldığı meselelerle halka halka büyüterek okuyucuyu hipnotize ettiği bu romanda yemek ve sofra da sahneye çıkan önemli oyunculardır. Romanın Suat bölümündeki on sekiz sayfalık yemek masası, etrafındakilerin ele aldığı meselelerle sofranın “fikir tartışması işlevi”nde kullanılmasının en iyi örneklerinden biridir.[7] Buna ek olarak Tevfik Bey’in yemek ve medeniyetle ilgili düşüncelerinin Huzur’da çok daha ayrıntılı yer aldığı görülür. Nuran’ın Mümtaz’ı evine davet etmesi üzerine dayısı Tevfik Bey’in hazırladığı sofra şu sözlerle betimlenir:
“Fakat Tevfik Bey sadece mazi hatıralarının sadık muhafızı, yaşadığı senelerin en iyi zeybek oyuncusu değildi. En büyük meziyetlerinden yahut saadetlerinden biri de rakı sofrası hazırlamaktı. (…) Akşama doğru Tevfik Bey ortadan kayboldu. Fakat bir saat sonra meydana çıktığı zaman rakı masası kendiliğinden zevkti.
– Rakıyı yavaş içeceksiniz ha… Uzun vakit içmeli, o zaman tadı çıkar.
Bu eski İstanbul efendisinin hayat rahatlığı, neşesi, bu günlerde pek az görülen şeydi. Sadece sofra nimetleri için çok hususî bir takvimi vardı. Hangi balığın hangi mevsimde ve nerede en iyi avlanacağını ve filan ayda ele geçen turfa veya tam mevsimlik balıkla ne yapılacağını hiç kimse onun kadar bilemezdi. (…) Tevfik Bey yemek bahislerinde bir metot sahibiydi. Ona göre mutfağın esası malzeme idi. Bunun için de mevsimlik, aylık, hatta lodos ve poyraz günlük bir takvim lazımdı.”[8]
Tevfik Bey’in yemek bilgisi sadece tadımdan, hazırlamadan ya da sunumdan ibaret değildir. O, hangi yemeğin ne vakit pişirileceğini, hangi malzemenin ne zaman iyi olduğunu bilen tam bir yemek adamıdır. Bu noktada Tanpınar’ın romanlarındaki yemekler için açılması gereken en önemli başlık “barbunya balığı”nadır. Yazarın, barbunyaya dikkatini bu yazıda özel olarak ele alalım.
“Barbunya Dünyanın En Güzel Balığıdır Fakat…”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarında balık yenecekse masada mutlaka barbunya belirir. “Eskiçağ’da Akdeniz’in en kıymetli balığı olmasa bile en kıymetlilerinden biri olan barbunyanın etinin lezzeti ve renginin güzelliği takdir edilmiştir. Romalılar tarafından çok tutulan bu balık, onların nezdinde olağanüstü değer kazanmıştır.”[9] Tanpınar’ın da Huzur ve Mahur Beste’de bu balığa tarih felsefesi ile bütünlüklü ve derinlikli kültür anlayışını aktarmak için yer verdiği görülür. Huzur’da Tevfik Bey’in söylediklerine bakalım:
“Barbunya dünyanın en güzel balığıdır; fakat mevsiminde olmazsa hatta Ada açıklarında, yahut Boğaz’ın aşağı ağzında tutulmazsa değişir. Çanakkale’den ötede barbunya balığı hiçbir tasnife sığmayan bir deniz hayvanıdır.
Tevfik Bey’in sofra zevki bir tarih felsefesine kadar uzanırdı.
– Şu barbunyayı burada bu akşam beraberce yiyebilmemiz için kaderin asırlarca çalışmasını düşün. Evvelâ Yahya Kemal’in dediği gibi Don ve Volga, Tuna suları Karadeniz’e akacak. Dedelerimiz kalkıp Orta Asya’dan gelecek, İstanbul’a yerleşecekler. Sonra, İkinci Mahmud Nuran’ın büyük dedesini Bektaşîdir diye İstanbul’dan Manastır’a nefyedecek; orada Merzifonlu zengin bir binbaşının kızıyla evlenecek. Benim dedem, karısı kaçtıktan sonra kendisini teselli için yazdığı sonra bilmem hangi paşaya hediye ettiği bir Kur’an parasıyla bu köşkü alacak… Delikanlı anlıyor musun? Yedi yüz elli altına bir Kuran-ı Kerim. Yani bu köşk ve arkadaki arazi… Sonra Nuran’ın babası çocukken hastalanacak, annesi Aziz Mahmut Hüdaî Efendi’ye adayacak, büyüyünce pîrîn dergâhına girecek, orada babamla dost olacaklar. Nuran doğacak… Siz doğacaksınız…”[10]
Yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi barbunya, tarihsel süreçte olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisinin ilk adımı, çağrışım kaynağıdır. Mahur Beste’de de barbunya Huzur’dakine çok benzer şekilde aktarılır. Romanın karakterlerinden İsmail Molla, Tevfik Bey kadar ustaca çizilmiş bir “gurme” değildir ancak, yemek kültürünü en çok benimsemiş kişi olarak görülür. İsmail Molla da medeniyetle ilgili düşüncelerini Sabri Hoca ile sofradayken öncelikle balıklar üzerinden aktarır:
“Ta Asya içlerinden kopacaksın, bir çığ gibi bu sahillere düşeceksin; orada tıpkı bizimki olan bir imparatorluk kuracaksın, bu toprak üstündeki hayatı nizamlayacaksın; dört asır lüfer, kalkan, barbunya yiyeceksin; badem, gelincik şurubu içeceksin; samur kürklere, beyaz bürümcüklere bürünüp yaşayacaksın; hayat arızalarının üstünde bir vahdanilik fikriyle yaşayacak, onu türbende, camiinde, sebilinde bir üslup haline getireceksin; tekkelerin asırlarca Allahla sevgiliyibirleştirecekler; dini raşe bir zarafet ve nezaket ayini haline girecek ve sen peygambere hitap için bu dili bulacaksın…”[11]
Barbunyanın Tanpınar romanlarında tek kullanılış amacı tarih vurgusu değildir. Üslubu ve içeriğiyle Huzur, Mahur Besteve Sahnenin Dışındakiler’den ayrı bir yerde duran Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de barbunyaya rastlamak Tanpınar’ın dünyasına aşina olanları şaşırtmaz. Barbunya bu kez bir yerden bir yere göç etmenin ve kadersel ağların değil; iktidarın kimseden izin almaya gerek duymadan kendisinin olmayana uzatabildiği elin ve mideye indirebildiği lezzetlerin temsilcisidir. Zira iktidar için kendisine ait olmayan hiçbir şey yoktur. Bu bakımdan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki eleştiri ve ironinin sofralar ve yeme içme üzerinden de dile getirildiği görülür.
Romanda yer alan söz konusu barbunya sahnesinde Halit Ayarcı, Doktor Ramiz ve Hayri İrdal’la bir lokantaya gider. Bir süre sonra içeri kalabalık bir grup girer ve en önde yürüyeni Halit Ayarcı’ya eliyle selam verir. Eski bürokratlardan olan bu zât, Halit Ayarcı’nın masasına geldiğinde kendisine Hayri İrdal, memleketin en tanınmış saat üstadı olarak takdim edilir.
Bu noktada “kalantor zât”ın tanışma âdâbı gereği Hayri İrdal’a bir iki söz söylemesi gerekirken o, yüzünde beliren gülümseme ile masadaki barbunyalara odaklanır ve eliyle onları yemeye başlar. Bu sahne, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün belkemiği olan ironinin en güzel kullanıldığı yerlerden biridir ve şöyle betimlenir:
“Kalantor zat benimle teşerrüf ettiği için son derece mesuttu. Birdenbire yüzünde bir çocuk tebessümü belirdi. Belli ki bu saadeti bana birkaç kelime ile anlatacaktı. Fakat birden bire masanın üstündeki barbunyalar dikkatini çekti. Ben biraz daha bekleyebilirdim. Fakat barbunyalar bekleyemezdi. Onlar beklerlerse soğurlardı. Soğuk barbunya ise hiçbir işe yaramazdı. Halit Ayarcı’nın omzundan çektiği eliyle bir tanesini aldı ve hep aynı mesut çocuk tebessümüyle ağzına götürdü. Fakat beni unutmadı, unutmamıştı ve unutmayacaktı da. Bunu göstermek için serbest olan sol elini benim omzuma koydu ve hep aynı tebessümle yüzüme baktı. (…) Beşinci barbunyadan sonra evvelkinden yüz defa daha anlayışla gözlerimin içine baktı ve barbunyaları ben yaratmışım, ben tutmuşum, ben pişirmişim gibi hep bana bakarak:
– Nefis… dedi, çok nefis… Güzel pişmiş. Zaten mevsimi!”[12]
Bürokratın eli omzuna değdiğinde Hayri İrdal’ın davranışlarına bir rahatlık gelir. O anda iktidarda olmamasına, yerine selefi geçmiş olmasına rağmen gücü benimsemiş bu adamın bir dokunuşu bile masanın ve o masadakilerin davranışını değiştirmeye yeter. “Bu bağlamda iktidar ve güçle en ufak bir teması olan kişilerin davranışlarındaki değişiklikler de ironiyle okuyucuya aktarılır.”[13]
“Lodosa Sise ve Lüfere Dair” adlı pek lezzetli denemesinde lüferin İstanbul için öneminden ve lüfer avının İstanbul için bir bayram olduğundan söz etse de Tanpınar’ın kurmaca eserlerinde balıklar arasından birincilik tacını barbunya giyer gibi geliyor bana. “Eti beyaz, sıkı ve lezzetli ve sindirimi çok kolay”[14] olan bu balığın maalesef şu an zamanı değil. Siz de Temmuz ve ekim arasında en lezzetli dönemini yaşayan barbunyayı ilk tadışınızda belki “Don ve Volga’nın birleşip Karadeniz’e akışını”, belki eli omzunuza değen/değmeyen iktidar figürlerini, belki farklı evrenlerde rüya içindeymişçesine sevdiğiniz kişileri ya da belki, bu yazıyı ve Tanpınar’ın sofralarını hatırlarsınız.
Afiyet Olsun.
KAYNAKÇA
ABİR, Nihan, Siniden Masaya: Türk Romanında Sofra, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2018.
DEVECİYAN, Karakin, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık, Aras Yay., 8.bsk., İstanbul 2020.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Haz. Zeynep Kerman, Dergâh Yay, 7.bsk., İstanbul 2005.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Mahur Beste, Dergâh Yay., 8.bsk., İstanbul 2007.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yay. 13.bsk., İstanbul 2008. TANPINAR, Ahmet Hamdi, Huzur, Dergâh Yay., 14.bsk., İstanbul 2005
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yay., 7.bsk., İstanbul 2005.
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Abdülhak Hâmid”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay., 7.bsk., İstanbul 2005, s.257.
[2] Nihan Abir, Siniden Masaya: Türk Romanında Sofra, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2018, s. 293.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Nihan Abir, Siniden Masaya: Türk Romanında Sofra.
[4] Agç.,s. 293.
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yay., 7.bsk., İstanbul 2005, s.156.
[6] Age., s.157.
[7] Bkz. Nihan Abir, Siniden Masaya: Türk Romanında Sofra, s. 210-212.
[8] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yay., 14.bsk., İstanbul 2005, s.155.
[9] Karakin Deveciyan, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık, Aras Yay., 8.bsk., İstanbul 2020, s.102.
[10] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, s.155-156.
[11] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, Dergâh Yay., 8.bsk., İstanbul 2007, s.93-94.
[12] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yay. 13.bsk., İstanbul 2008, s.207-208.
[13] Nihan Abir, Siniden Masaya: Türk Romanında Sofra,s.139.
[14] Karekin Deveciyan, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık, s.103.