.

“Bir Ressamın Öyküsü”: Çehov’un, sanatçıyı toplum ile sınavı

Hasan Öztürk

Rönesans döneminin filozof ressamı Leonardo da Vinci’nin sanat yaşamındaki ilginç ayrıntılara odaklanan Leonardo’nun Yahuda’sı1 adlı romanda, eserlerine hayranlık duyduğumuz sanatçıların, bilindik ‘çalışma’ sözcüğüyle karşılanamayacak ‘yaratıcılık’ süreçlerini anlatan olaylara tanık eder bizi romancı. Santa Maria delle Grazie manastırının başrahibi, “Son Akşam Yemeği” tablosunu yapmayı üstlendiği halde uzun süre geçmesine rağmen tabloyu bitirmeyen sanatçıyı, manastırın hamisi Dük Ludovico Maria Sforza’ya şikâyet için Milano’ya gider çünkü onun isteği tablonun bir an önce bitirilmesidir.

Dük’ün, kendi odasında yüzleştirdiği başrahip ile ressam, başkalarının da hazır olduğu gergin bir ortamda gerekçelerini açıklar. Eserinin, “zamanını” beklediğini söyleyerek “Gerçek şu ki, ben bu esere, âşığın sevgilisine duyduğu aşkla bağlıyım.” diyecek ressamın iç dünyasından habersiz, yaratıcı sanat ile sipariş işi ayırt edemeyen başrahip, “Ben günde üç kere yemekhaneye gidiyorum ve şayet lütfedip de uğramışsanız, sizi boş boş havaya bakarken görüyorum. Siz buna çalışmak mı diyorsunuz! Beni koyun gibi kandırabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” paylamasıyla “öfkeden kıpkırmızı kesilerek” bağırır sanatçıya. Avusturyalı matematikçi romancı Leo Perutz (1882-1957)’un romanındaki bu dramatik sahneyle Anton Çehov (1860- 1904)’un bir öyküsü, ‘sanatçı’ ekseninde buluşuyor. 

Dünyanın edebiyatında adını öykü türüne ekle(t)miş, söz yerindeyse öyküye ‘makas değiştirmiş’ Çehov, son yıllarının ürünü “Bir Ressamın Öyküsü”nde2, yaratıcı sanatçının toplumsallıkla ilgili sorunlarına değinir. İlk kez 1896’da yayımlanan öykü, “Sanatçının Hikâyesi” ve “Sanatçının Öyküsü” gibi adlarla da bizdeki değişik çeviri seçkilerinde yer almıştır. Başka pek çok öyküsünde sanat/edebiyat konusuna farklı yönleriyle değinen Çehov, anılan öyküsünde, adı verilmeyen anlatıcısı aracılığıyla sanatçının planlı ‘çalışma’ ve toplumsal ‘sorumluluk’ karşısındaki pozisyonunu tartışmaya açar.

Olayın mekânı, taşradaki T. ilinin ilçelerinden birinde Belokurov adlı genç bir toprak ağasının eviyle misafirliğe gidilen bir başka çiftlik evidir. Yazgısının, “sürekli bir aylaklığa mecbur etmiş” olduğu anlatıcı, Belokurov ile birlikte aynı konakta kalırken ara sıra da yakın çevreyi dolaşmaktadır. Böyle günlerinden birinde eve dönerken bilmediği bir çiftliğe giren anlatıcıya, kendisini önünde bulduğu “çekme katlı beyaz bir ev” yeni bir yaşamın kapısını açacaktır. Genç toprak ağasının kaldığı ev gibi bir “bey konağı” olduğu anlaşılan evde yaşayan anne ile iki kızı, ağırladığı misafirleriyle sanat tartışmalarına ortam hazırlar. Üç kadın, yani anne ile kızları ve iki erkek, Belokurov ile anlatıcı arkadaşı, ilk buluşmada sanki uzun zamandır görüşüyorlarmış gibi samimi bir ortamın içinde bulurlar kendilerini.

Anton Çehov

Çehov, öykünün hemen başındaki ilk misafirlikte, öykü karakterlerini tanımamızı kolaylaştıran anlatım ustalığı gösterir. Kız kardeşlerin annesi Yaketerina Pavlovna, Moskova’daki bir sergide gördüğü tabloları hakkında kendisiyle konuşunca anlatıcının, “aylardır tek iş yapmıyor” olan bir ressam olduğunu öğreniriz. Evin büyük kızı Lidya (evdeki adıyla Lida), eğitmen ve Çiftçiler Birliği örgütünde aktif görevdedir, bu nedenle ressamla pek ilgilenmez. Lida, yakınlarını işe alan örgüt başkanı Balagin adlı çıkarcının yerinden edilmesi için Belokurov’dan örgüte üye olup, kasabanın gençlerini örgütlemesini ister. Oysa “eşek gibi çalıştığı halde kimseden anlayış görmemesi” nedeniyle üzülen Belokurov, toplumsal yaşamda öne çıkacak kişiliğe sahip değildir. Evdekilerin çocuk saydığı, ciddi konuşmalara katılmayan küçük kız Jenya (evdeki adıyla Misüs), ablasının aksine ressamla ilk karşılaşmada yakınlık kurar. Ressamın, sonraki günlerinde yalnız başına gidip geldiği konakta iki taraf belirginleşir: toplumcular ve bireyciler. Lida ile onun her sözünü onaylayan annesi ‘toplumcu’ olarak çalışmaktan yanadırlar. Buna karşılık ressam ve Jenya, bireycidirler ve ‘aylaklık’ yanlısıdırlar. 

Evin büyük kızı Lida, tıpkı bir adanmış gibi kendisini doktor sayarak köylülere bakar, okumaları için başkalarına kitap dağıtır, çevre köylerin sorunlarıyla ilgilenir, Çiftçiler Birliği çalışmalarına katılır. Evin içinde “özel bir konumu” olan Lida, “bir gemide kaptan köşküne çekilen amiral, tayfalar için nasıl saygı duyulan bireyse o da annesi, kız kardeşi için aynı kutsal, biraz gizemli bir hava taşıyor” gibidir. Böyle de olsa yirmi dört yaşına gelmiş Lida, annesinin “insan biraz da kendini düşünmeli” diyerek “Ne zaman evlenecek bu kız?” diye kaygılandığı genç kızdır. Evlerine sıklıkla gelen, annesinin az çok alıştığı, kardeşininse çok sevdiği ressamı “manzara resimlerinden başka bir şey çizmediği” ve resimlerine “halkın yoksulluğunu konu etmediği” için kendisine uzak bulur Lida. Küçük kardeş Jenya ise “aylak bir yaşantı içinde” geçip giden günleriyle ablasının büsbütün karşıtıdır. Onun ablasıyla asıl karşıtlığı, “pek çok şeyi bildiği”nden kuşkusu olmayan konuk ressamdan, kendisini “sonsuz derecede güzel, kolay anlaşılmayan olgular dünyasına götürme” beklentisidir. Kendinden söz ederken “tuhaf bir adam” oluşundan, “tuhaf, tekdüze bir yaşantı”sından, “kendisinden hoşnut” olmayışından, “serserinin biri” olduğundan ve yaptıklarına “inanmıyor” oluşuşundan yakınan ressam, elinde kırbaçla işçilere talimatlar veren Lida ile kendisine benzeyen “kaygısızın biri” olan Jenya arasında kalmıştır.

Çehov, öyküsünün ilk kısımlarında anlatmayı öncelemişken üçüncü kısımda gösterme yöntemiyle ‘sanatçı’ eksenindeki çatışmayı dramatikleştirir. Lida, günlük rutin etkinliklerini tamamlayıp eve geldiğinde, kendince kutsallaştırdığı çalışmalarını annesine anlatırken bir yandan da “peyzaj ressamı beyler bu konuda biraz kafa yorsalar iyi olur” sitemiyle toplumsal yaşamla ilgilenmeyen ressamı eleştirir. Lida’nın bu alaysı sözleri, açık bir suçlama yanında örtük bir küçümsemeyi de barındırır. Bilindiği gibi erkek ressamlar, kadınları atölyelerinde çıplak model olarak kullanılırken sanat çevrelerinde kadın ressamlara çıplak erkek ya da kadın modelle çalışma olanağı verilmemiştir. Bu yasak nedeniyle kadınlar da günlük yaşam ve manzara ağırlıklı resimler yapmak zorunda kalmış, ‘peyzaj ressamı’ olarak bilinmişlerdir.

Varlığını topluma adamış Lida’ya göre, sağlık ocağı olmadığından doğum yaparken bir kadının ölmesi benzeri konular, ressamın umurunda olamaz. Oysa hiç de öyle değildir, sanatçılar da güncel ve toplumsal sorunların karşısında büsbütün duyarsız değildirler. Onların ilgisi, kamusal alanda açıkça görünen değil de Edward Said’in entelektüel için söylediklerinin benzeri, “kuşkucu, kendini dur durak bilmeksizin akılcı sorgulamaya ve ahlâki yargıya adayan bir bilince yaslanan faaliyetler”3sayılabilir. Lida’nın anlattıklarıyla ilgili olduğunu söyleyen ressam, modern çağın insanları çok çalıştırarak köleleştirdiğine dair düşüncelerini kürsüde ders anlatır gibi anlatır ‘iş sever’ Lida’ya. Köylülerin dayanılmaz iş yükü altında ezildiklerini, onların, “yaşamları boyunca insan olduklarını düşünmüyor; kime, neye benzediklerini akıllarına getiremiyor” olduklarını, “vaktinden önce çöküyor, çürümüşlük, pislik içinde genç yaşta ölüyor” oluşlarını anlatan ressam, insanlara “altlarından kalkmakta zorlanılan yeni yükümlülükler getiriyor; kitaba, öbür ıvır zıvıra para harcamaları gerektiğinden daha çok çalıştırarak bellerini daha çok bıkıyorsunuz” paylamasıyla bitirir ilk dersini.

Anton Çehov

Ressamı, halkın güç durumlarında ‘elini göbeğine bağlayıp oturmak’ aymazlığıyla suçlayan Lida, “aydın insanın en kutsal görevi, çevresinde bulunanlara hizmet etmektir” uyarısıyla tartışmayı sertleştirir. Çalışmayı temel ilke sayan Lida’nın aksine ressam, ilk iş olarak insanları, “ağır bedensel çalışma yükünden kurtarmak gerekir” görüşünü yineler. Ona göre kadın erkek bütün insanlar, çalışma yükünden kurtulup “kendi insanlıklarını” düşünürse ruhsal dünyalarını zenginleştirerek “yaşamın gerçeklerini, hangi amaç için yaşadıklarını” öğreneceklerdir. Ressam, “Sizin çalışmalarınızın hepsi boşuna!” der Lida’ya çünkü “Eğer insanoğlu gelişme ortamını bulursa dinine sarılır, bilime, sanata yönelir.”

Modern zamanlarımızın sorunu, insanları çalışma ya da türlü sosyal etkinliklerle meşgul ederek onlara kendilerine ait boş alan/zaman bırakmamasıdır. Her birimizin hayatında kuşatıcı yeri olan ‘okul’ sözcüğünün, vaktiyle iki ayrı çalışmanın ortasındaki dinlenme boşluğu ‘ara’ iken bugün bir tür zorunluluğa dönüşmesi önemsenmelidir. Oysa insan, kendisine bırakılan boşluklardan kedisini var edecek zenginlikleri çıkaracaktır. İnsan hastalıklarının “eşek gibi çalışmaktan” kaynaklandığını söyleyen ressamın önerisi, elbirliğiyle günlük zorunlu çalışma saatlerini azaltmaktır. Ona göre çözüm, aydınların da belirli oranda çalışmaya katılmaları ve halkın bedensel işlerinin çoğunu makinelere yüklemektir. Ressam, “hepimiz günde topu topu üç saat çalışırsak” sonrasında bize kalacak “serbest zaman” için önerisini yineler: “İşte o zaman elbirliğiyle bütün boş zamanımızı bilime, sanata ayırırız.”

Çehov’un, yoğun çalışma temposundan duyduğu rahatsızlık, kendi toplumunun ağır çalışma koşullarından bağımsız tutulamaz elbette. Tarih zamanları uygun düşseydi Çehov’un, büyük olasılıkla “uygarlık için boş vakit şarttır” diyen çağdaş İngiliz filozofu Bertrand Russel’ın 1932’de yayımlanan “Aylaklığa Övgü”4 yazısından etkilendiğini söylerdim. Çehov’un genç ressamı, filozofun “boş vaktin, akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucu” mümkündür tezini vurgulayan yazısına iyi çalışmış bir öğrenci gibi geldi bana. Öykücü Çehov, filozof Russell’ı değilse de onun soydaşı, döneminin ağır çalışma koşullarından ‘ütopya’ çıkarmış Thomas More’u okumamış olamaz.

Ütopia5 yazarı Thomas More, kült kitabının “bilimler, sanatlar, uğraşlar” bölümünde Utopia’lılar için zorunlu çalışma saatleri dışında, bilim yolunu seçenlerin girmelerinin zorunlu olduğu, ayrıca isteyen herkesin de katılabileceği “serbest ders saatleri” olduğundan söz edip önemli bir ayrıntıya dikkat çekiyor: “Birçokları, serbest saatlerde, yine kendi işlerinde çalışmayı tercih ederler; böyleleri soyut bilgiden hoşlanmayanlardır. Kimse onlara engel olmaz; üstelik devlete yararlı oldukları için saygı bile görürler.” Ütopia yazarının sözünü ettiği “soyut bilgiden hoşlanmayan” kişilerin seçtikleri, daha çok kol gücüyle yapılan işlerdir. Bu tür kişilerin devlet katında saygı görmesini gerektirecek yararlılık iki biçimde olabilir. İlki, bu yurttaşların geçim kaygısıyla çok çalışarak hem üretip hem de işsizlik sorununa çözüm olmalarıdır. Ütopya ülkesinde, “soyut bilgiden hoşlanmayan” kişilerinin devlete asıl yararları, bu kişilerin eleştirel düşünceden yoksunlukları nedeniyle yöneticilerini sorgulamayıp yönetenlerin, işlerin doğrusunu bildiklerini zihnen onaylamalarıdır. Devletin gözünde “soyut düşünceden hoşlanmayan” kişilerin asıl önemi, bunların ‘makbul vatandaş’ oluru almalarında hadlerini bilip de kendi ‘işi olmayan işlere’ karışmamalarıdır. Sanattan ve genel olarak özgür düşünceden rahatsız olan iktidar sahiplerinin, zamanın teknolojik olanaklarını da kendi ellerine alarak insanları her durumda meşgul etmelerinin özünde, bireysel düşünceyi yeşertecek serbest zamanı insanlara vermemek çabası olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Sanatçıların yaratma süreçlerindeki ‘psikolojik’ durumlarıyla bu süreçte var ettiklerinin algılanış biçimindeki ‘sosyolojik’ boyut, sanatın varlık alanı olarak öğretici metinlerin olduğu kadar kurmaca metinlerin de başat konusudur. “Bir Ressamın Öyküsü” bir yönüyle edebiyatçı Çehov ile son dönemleri Lida’yı pek de aratmayacak toplumcu Çehov çatışması olarak da okunabilir.  Çehov’un ressamı, tok sesiyle kadim bir tarihi özetler: “Ressam ne kadar yetenekliyse oynadığı rol de o derece anlaşılmaz olur, başkalarınca tuhaf karşılanır. Çünkü sonuçta var olan düzeni koruyan, en zararlı, aşırı olan insanoğlunun yırtıcı keyfi için çalışan biri olarak algılanır. İşte o yüzden ben çalışmıyorum, çalışmayacağım da…” Ressamın bu çıkışını, insanların “anlamadan kitap heceledikleri” okuryazarlık değil de “ruhsal yeteneklerimizi geliştireceğimiz” bir özgür okuma ile kavrayabileceğiz belki de, kim bilir.

Notlar/Açıklamalar:

* Mavi Yeşil dergisi editörü / hasanaliozturktrb@gmail.com

1. Leo Perutz, Leonardo’nun Yahuda’sı, çev Zehra Aksu Yılmazer (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yay., 2018)

2. Anton Pavloviç Çehov, “Bir Ressamın Öyküsü” Nişanlı Kız: Öyküler/ Cilt 8, çev. Mehmet Özgül (İstanbul: İletişim Yay., 2022), s. 31-51

3. Edward Said, Entelektüel, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Ayrıntı Yay., 1995)

4. Bertrand Russell, “Aylaklığa Övgü” Aylaklığa Övgü, çev. Mete Ergin (İstanbul: Cem Yay., 2016), s. 9-24

5. Thomas More, Ütopia, çev. S. Eyüboğlu – V. Günyol (İstanbul: Cem Yay., 1993)