
Uğur Erden
rdn.ugur@gmail.com
Taşra nedir? Taşralı kimdir? Bu soruların cevapları edebiyatımızda birçok yazar tarafından hep bir tarafından tutularak cevaplanmaya çalışılmıştır şüphesiz. İnternetin böylesi içimize girdiği, küreselleşmenin böylesi yoğun olduğu bu dönemde, bu dönemin insanı için bu soruların ne anlam ifade ettiği bir yana, deneyimin ölümüyle birlikte edebiyatın en kadim tarafıyla bu soruları halen cevaplamaya çalışıyor oluşu bence oldukça önemli. Zannediyorum edebiyat yine de kişisel deneyime en yakın tarafıyla daima var oluyor ve var olacak. Mustafa Çiftçi’nin 2017 yılında ilk baskısını yapan Ah Mercimeğim adlı, toplamda altı hikâyeden oluşan kitabı da bu sorulara bir cevap niteliğinde elbette.[1] Hikâyeler arasında bazı ortak noktalar oldukça dikkat çekici. Bu ortaklıkları yapı ve içerik olarak ikiye ayırmak mümkün. Önce içerikle ilgili önemli noktalardan başlayalım.
İlk olarak anne ve baba konusuna odaklanabiliriz. Hikâyelerde anne ve baba oldukça önemli bir rol oynuyor. “Baba Neredesin?”, “Bacanaklar”, “Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde” adlı hikâyelerde babaların ya iş bulamadıkları için ya da evden uzakta çalışmak zorunda kaldıkları için çocuklara etkilerinin olumsuz olduğunu açıkça görebiliyoruz. “Baba Neredesin?” de, aynı zamanda anlatıcı olan kurmaca varlık[2] babasının hiçbir işte dikiş tutturamadığını, yaptığı işleri de sıralayarak ortaya koyar. Durum o kadar kötüdür ki adeta bir kaçak gibi yaşarlar, çocuğun bir nüfus cüzdanı bile yoktur, anne ve babası sadece imam nikâhlıdır ve biz bunu ancak kurmaca varlık okula kaydolmak üzere gittiğinde öğreniriz (ki okula kaydolmaya bile tek başına gider.). “Bacanaklar”da baba tır şoförüdür, babanın evden uzaklığı, çocuğun ona duyduğu hasret daima hatırlatılır. “Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde” adlı hikâyede ise Cabir Usta bir baba olarak orada olmasına rağmen gerek bir türlü iş tutturamaması gerekse karısının baskısı sebebiyle bir türlü baba rolünü üstlenemez. Burada dikkat çekici olan tüm bunlara rağmen her üç hikâyede de kurmaca varlıkların kendi ayakları üzerinde durabilmiş olmalarıdır.
Diğer üç hikâyede ise baba daima oradadır ama her zaman aynı rolde değildir. “Ah Mercimeğim”de kurmaca varlık babasından korksa da daima destek görmüştür. Sevdiği bir kızla evlenmek istediğini babasına en sonunda ve adeta zorla söyleyebilir. Elbette bu isteği onaylanır. En yardımsever babayı “Köfte Ekmek” adlı hikâyede görürüz. Buradaki baba kurmaca varlığın şehirde iş kurabilmesi, mutlu olabilmesi için elinde ne var ne yoksa satmaya hazırdır. “Uykucu Duman ve Ben”de ise yine destekçi olan baba, kızı hakkında dedikodular çıktığında onun arkasında durmayıp onu evlatlıktan reddeder. Diğerlerinin aksine bu üç hikâyede ortak olan, babanın daima korkulan, çekinilen bir öge olarak öne çıkmasıdır. Hikâyelerde devlet memurluğu prestijli bir iş olmasına rağmen babaların hiçbiri devlet memuru değildir. Hatta “Baba Neredesin?”deki baba, anlatıcıya şöyle der: “Beni devlet kapısına gönderme.” (40)

Anneler ise babalarla ters orantı ilişkisi içinde gibidir. Ele aldığımız ilk üç hikâyede anne öne çıkarken diğerlerinde çoğu zaman hikâyede hiç görünmez, göründüğünde de oldukça işlevsiz ve pasiftir. Baba ve annenin görünürlüğü arasındaki bu ters orantı da oldukça dikkat çekicidir. Hikâyelerin tümünde anneler çalışmazlar ve “Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde” haricinde ekonomik bir üstünlükleri yoktur. Bu hikâyede de İfakat’ın, “babasının” gönderdiği paralar sayesinde ekonomik bir üstünlüğe ulaştığı görülür.
Hikâyelerde kadın, genelde erkek anlatıcı tarafından aktarılır. Bu bize kadının durumuyla ilgili ancak bazı ipuçları yakalayabilme imkânı sunuyor. Söz gelimi “Ah Mercimeğim”de anlatıcının evlenmek istediği kadın olan Aslı, bir adamla evlenip mutsuz olmuş, ayrılıp baba evine dönmek zorunda kalmıştır. Bu sebeple, psikolojisinin de bozuk olduğu anlaşılan Aslı’nın, anlatıcı tarafından eş adayı olarak görülmesi oldukça tepki çeker. Bir başka hikâye olan “Bacanaklar”da ise Türkan adlı kurmaca varlık, daha yüzünü bile görmediği Avrupa’da yaşayan bir adamla, kendi rızası olmadan evlendirilir. “Köfte Ekmek”te karısı Demet anlatıcı tarafından sürekli iş bilmezlikle, mızmızlıkla suçlanır. “Uykucu Duman ve Ben” adlı hikâyeye geldiğimizde ise bir pansiyon sahibi olan, dul, Nezaket Duman ve evinde kalan kızlar hakkında çıkarılan dedikodunun yankılarını görürüz: Haklarında söylenen kötü sözlerin yanında evleri taşlanır, bekçi evlerine zorla girer, kolluk kuvvetleri bile mahalleden yanadır ve anlatıcının hikâyenin en başından beri kendisini destekleyen babası komiser tarafından arandığında kızını evlatlıktan reddeder. Hasılı kadın daima bir mahalle baskısı altındadır. Peki bu mahalle baskısını sağlayan en büyük araç nedir? Elbette dedikodu.
“Ah Mercimeğim”de kocasından ayrıldıktan sonra baba evine dönmek zorunda kalan Aslı hakkında birçok söylenti ortaya çıkar. Kurmaca varlığın, annesine Aslı ile evlenmek istediğini söylediğinde karşısına çıkan en büyük sorun bu söylentilerdir. Aslı eve döndükten sonra “hastalanmış”, adeta delirmiş gibidir… Annesi kararına karşı çıktığı anlatıcıya şöyle der: “İşte herkesin dilinde oğlum. Gece lohusa kadınların kötü düş görüp bağırdığı gibi bağırırmış. Zapt edebilene aşk olsun.” (19) Anlatıcının bunların uydurma olduğunu söylemesi üzerine ekler: “Oğlum, saf oğlum. Aslı’nın komşusu bizim Refika değil mi? Refika duyduysa herkes duymuştur. Refika’nın bir yönü sağır bilmez miyim? Ama işte o bile duymuş.” (19) “Uykucu Duman ve Ben” adlı hikâyede ise anlatıcı, babasının baskısıyla, okumak için Cenani adlı erkek arkadaşından ayrılınca bu defa Cenani, Nezaket Duman ve evinde kalan kızlar hakkında bir dedikodu çıkarır ve hikâyenin tüm seyri mahvoluşa doğru değişir. Diğer yandan dedikodular sadece kadınları etkilemez. Erkekler de mahalle baskısına boyun eğmek zorundadır.
“Baba Neredesin?” adlı hikâyede çocuk babasına Ankara-Yozgat yolu üzerinde bir “nokta”ya çekirdek arabası yerleştirmeyi teklif ettiğinde babasından gelen cevap şöyledir: “Olmaz, sebzeciyi beceremedi derler. Daldan dala konmak olmaz. O zaman adımız vurguncuya çıkar. İş bilmez de o işi bırakır ona sarılır derler. Bize kimse güvenmez. Borç vermez.” (28) Yine “Köfte Ekmek”te baba oğlunun şehirde açacağı hamburger dükkânı için laf olmasın diye kasabadaki değil, köydeki mallarını satar. Bu hikâyeler arasında toplum baskısına baş kaldırabilen kurmaca varlıklar sadece “Ah Mercimeğim”deki anlatıcı ve “Uykucu Duman ve Ben”deki Nezaket Duman’dır. Onların bile kararlarından ne kadar memnun kaldıkları tartışmaya açıktır. Böylece kadın-erkek herkes kendini topluma göre ayarlamak zorunda kalır.
Hikâyelerde dikkat çeken bir diğer ortak nokta ise eğitimdir. Kurmaca varlıkların hiçbiri liseden daha fazla eğitim almamışlardır. “Ah Mercimeğim”deki anlatıcı, liseyi bitirdikten sonra babasının siyasi bağlantıları sayesinde memur olur. Diğer yandan “Baba Neredesin?”deki anlatıcı okula bile yazdırılmaz. Kendi imkânlarıyla önce annesiyle babasını evlendirir, sonra kendine nüfus cüzdanı çıkarttırır ve böylece kendi kendini okula yazdırır. “Uykucu Duman ve Ben” adlı hikâye dışında eğitim neredeyse önemsizdir. Bu hikâyede baba, kızını ısrarla hemşirelik okuluna gönderir fakat gönderme nedeni kızının düzenli para kazanacak bir işe girecek olmasıdır. Yani eğitim, en önem verildiği noktada bile, sadece pratik, gündelik bir fayda sağlıyorsa dikkate alınır.
Bunların yanı sıra hikâyelerin büyük kısmında ortak bir duygu olarak sinirlilik (ss. 43, 51, 79, 83 gibi doğrudan veya dolaylı.) ve korkunun (ss. 48, 50, 56 gibi doğrudan veya dolaylı.) üstün olduğunu söyleyebilirim.
Yapı ile ilgili en önemli ortaklık şüphesiz ki anlatıcı seçimindedir. “Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde” adlı hikâyede üçüncü şahıs anlatıcı tercih edilmekle birlikte diğer hikâyelerin tamamında anlatıcı birinci şahıstır. Bu konuda, peşinen, yazarın oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Özellikle birinci şahıs anlatıcının tercih edildiği hikâyelerde yazar, kurmaca varlığın düşünce dünyasını oldukça iyi ortaya koyar. Bunu en açık şekilde görebildiğimiz yer anlatıcıların yaptıkları analojilerdir. “Ah Mercimeğim” üzerinden örnekleyecek olursak, Aslı’nın gidişinin ardından anlatıcı şunları söyler: “Aslı Marmaris’e gitti ve günler aynı yere damlayan su damlası gibi benim Aslı yarama damlamaya devam etti.” (15) az sonra bir başka analoji buna eklenir: “Onlar anlamasa da ben anlardım ve bilirdim ki benim suyuma Aslı diye bir mürekkep damlamıştır.” (15) Böylece anlatıcı duygu ve düşüncelerini kendi düşünce dünyası içerisinde okura aktarmış olur. Tüm bu analojiler gerçekten de o anlatıcının düşünebileceği, üretebileceği türdendir. Bu başarı diğer hikâyelerde de devam eder.
“Yazarın sesi” hikâyelerde neredeyse yoktur ama aynı yazar okuru daima yönlendirir. Bunun için de birinci şahıs anlatıcının okurla sohbet eder pozisyonundan yararlanır. Aslı’nın güzelliğine okuru inandırmak isteyen anlatıcı okura yönelerek şöyle der: “Ah ne diyeyim, Aslı’yı bir görmeliydiniz.” (8) Başka bir yerde okura bu defa soru sorarak yönelir: “Gülümseme dediğimiz şey yârin gül yüzünün çiçeklenmesi değil midir?” (9) Sorunun hemen ardından kurduğu yakınlıkla birlikte okurun Aslı’yı beğenmesi için ekler: “Hah işte tastamam öyle gülümserdi. Aslı’yı gören bir daha bakardı. O kadar gösterişli bir duruşu vardı.” (9) Vurguladığım kısma dikkat edin lütfen. Biz hikâye boyunca Aslı’nın güzelliğinin betimlendiğini görmeyiz fakat kafamızda bir Aslı oluştururuz. Bu Aslı’nın güzel olması anlatıcı tarafından tam da bu şekilde sağlanır. Böylece hem Aslı’nın ne kadar güzel olduğunu hem de anlatıcının ona ne kadar âşık olduğunu çift taraflı olarak görmüş oluruz. Bu yönlendirmeler şüphesiz ki içinde bir düşünce şeklini barındırır. Tersi bir örneği kadının ezilmişliği üzerinden “Köfte Ekmek”te görürüz. Buradaki anlatıcı karısını açıkça küçümser. Daha hikâyenin ikinci sayfasında anlatıcının onun hakkında okurla paylaştığı düşünceleri şöyledir: “Tabii Demet bir yer açmak ne demektir, müşteri tutmak, para kazanmak ne demektir bilmezdi. Bilmeyen insan için en kolayı konuşmaktır. Demet de konuşurdur işte.” (78) Bir başka yerde bu defa karısı adeta bir çocuk gibi gösterecektir: “İkna etmeyi beceremezse küser.Sonra bağırıp çağırır, ağlar ve eninde sonunda istediği şeyi alır.” (79) Nitekim kocasını şehre yerleşmek, orada dükkân açmak konusunda ikna eden Demet bir süre sonra işler iyi gitmediğinde yine yargılanır: “Yaa gördün mü nasılmış Demet Hanım? Kahvaltı masasında plan yapmakla olmuyor bu işler.” (85) Nihayet Kapitalist düzene ayak uyduramayan “köfteci” kasabaya dönmek zorunda kaldığında ise bu defa şöyle diyecektir: “Demet için hava hoş.” (94)
Tüm hikâyelere yayılmış olan bu yönlendirmelerin başarısı bir yana, hikâyenin gideceği noktayı iyi tayin ettiklerini söylemek mümkün. Diğer yandan en büyük başarıları şüphesiz ki karşımıza kanlı canlı, düşünebilen, iyi ve kötü olabilen kurmaca varlıklar koyuyor olmasındadır.
Toparlayacak olursam… Hikâyelerin yapısında ve içeriğindeki ortaklıkların; yapıda birinci şahıs anlatıcı tercihi ve yönlendirmeler şeklinde kendini gösterdiğini; içerikte ise ebeveyn, kadın, dedikodu, eğitim noktaları ve sinirlilik ile korku duyguları etrafında oluştuklarını söyleyebilirim. Bu ortaklıklar tam da en başta sorduğum sorunun cevabını vermek üzere oradalar. Yazar içerikteki ortaklıklarla kurmaca varlıkları ve onların hayatlarını anlamamızı sağlarken yapıyla bizi onların hayatlarına dahil ediyor. Mustafa Çiftçi böylece “Taşra nedir, taşralı kimdir?” sorularının cevabını bir deneyime en yakın olan şekilde veriyor.
[1] Yazı boyunca kitaptan yapılacak olan alıntılar sadece parantez içinde sayfa sayısı verilerek belirtilecektir. Alıntıların yapılacağı eser: Mustafa Çiftçi, Ah Mercimeğim, 2019, İletişim Yayınları, İstanbul
[2] Bu kavramı karakter karşılığı olarak, anlamı daha fazla kapsayan bir ifade olduğu için tercih ediyorum.