.

Olcay Özmen Şiiri Eşliğinde Türkçe Şiire Dağınık Bir Bakış veya “Olcay Şiiri Sevmiyooo”

Niyazi Zorlu

zorluniyazi@gmail.com

Sınıflardaki (artık hayali) karatahtalara kimin kimi sevdiği yazılır da, kimin kimi sevmediği yazılmaz. Hayatı kuşatan ve ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen kavramlar, tabirler, izahlar, şey’ler tabiat’laştıkları anda, kendilerinin varlıklarını sorgulayan, kendilerinden kuşkulanıp uzaklaşan oluşumlara, türlere, fikir, bakış, suallere nefes aldırmazlar; “başka”ya, “başka”larına hayat hakkı vermeyen köşeli bir muhafızlığa soyunurlar… Kendilerininkini dikkate almayan her teşebbüsü, affedilmez bir cürümmüş gibi, saçmalıkla, anlamsızlıkla karalar ve ölüme terk ederler. 

Bu kuşatmayı yarmaya, “gerçek” ile “başka” bir ilişki kuracak teşebbüslerde bulunmaya Türkçe Şiir ne zaman başlamıştır? Her okurun kendine göre (Şeyh Galip’ten Ahmet Haşim’e, mensur şiirleriyle Halit Ziya Uşaklıgil’den Ece Ayhan’a uzanan) yanıtları vardır. Gerçek şu ki, her kim olurlarsa olsunlar, bu “başka” şairler “olmadık”, “görülmedik”, “alışılmadık”, “özel tarih” ile “tüzel tarih” arasında gidip gelen gerçeklikleri, açıları, bulguları, biçimleri, içerikleri (en çok da ironi’leri) ile farklılaşmışlardır. Bizzat şiiri şiirin konusu yapmış, “şiir yazmakta olan şair” olarak kendi hikâyelerinin yanı sıra, dilsel alışkanlıkları, coğrafi ve tarihi sarsıntıları, travmaları siyasaldır psikolojiktir ayırmadan, alt alta, yan yana sıralamaya koyulmuşlardır. “Dışa” dönük, okuru ayartmaya niyetli, tertipli, özen ve tutarlılık taslayan, hasılı “olmayan” bir okur/evren/perspektif vs. tahayyül eden bir şiirin, “iyi günde ve kötü günde, siyahta ve beyazda” arsızlığının karşısına başka bir şiirle çıkmış veya çıkma iddiasında bulunmuşlardır: “İçe” dönük ve “kapalı”, boşluklarda uçuşan imgelere ve atonal seslere yaslanan, içeriden (sayıklamaya benzer) bir söyleyişi öne çıkaran, acı ve yıkıcı bir tebessümü olan bir şiirdir bu. (Dış, iç, açık, kapalı sözcükleri, tıpkı tutarlılık, özen sözcükleri gibi sözde ve tırnak içindedirler, çünkü şiir eleştirisinin yakasından düşmeye niyeti olmayan bu kavramların işaret ettiği mânâlar kendilerini pekâlâ yalanlarlar. “Kapalı” dedikleri şiir [Misal: 20 Ş’den bu yana Necmi Zekâ şiiri] “gerçek”te inanılmaz raddelerde açıktır: Yazılı her dil gösterisi çürük duvardır.

“Nesnenin Yönünü Şaşırttığı Ontoloji”…  Neresinden bakarsanız bakın, bu şiirsel başlık altındaki uzun soluklu mülahazalarında Zupančič (c’lerin üzerindeki ters şapkalar gibi) insana şapkasını ters giydirir. Bahsedilme ve tesis etme imkân(lar)ı; kaybolduğu ve açığa çıktığı hâller; aşk, cinsellik, hafıza ile ilişkileri; hayali hâlleri, vs. ile “Gerçek” Zupančič’in tek derdidir. Yönelttiği sorulardan biri şudur: “Söylemsel bir pratik olarak sağ kalabilmek için felsefe çok fazla şeyi, gerçeği feda etmekte” midir? Bu cümle “felsefe” sözcüğünün yerine “şiir” konularak da okunabilir. Zupančič, 105 sayfalık soluk kesen tartışmasının sonunda, karga gibi başına üşüşmekten başka elimizden başka bir şeyin asla gelemeyeceği bir yargıyla bizi baş başa bırakır: “Gerçeği kaybetmiş değiliz (ona hiçbir zaman ‘sahip’ değildik zaten); doğru noktaya, zorunlu ile Gerçek (imkânsız) arasındaki uyuşma(ma)ya ‘isabet ettiğinde’ gerçek etkiler doğurabilen adlandırma kapasitesini kaybediyoruz. Yığınla sözcük içinde iş gören sözcüklerden yoksunuz.”

O zaman Şairin görevi: Edebiyat şişesinde hapis mantarfobik cinin karşısında kendine ne’lerden ne dilemek, sözcüklerden sözcük, seslerden ses seçmektir. “Gerçek etkiler doğurabilmek” için, vajinasını, sahip olmadığını sandığı o organı itiraf etmesi gerekir. (Küçük İskender’i ilk zamanlarında yabanileştiren işlem, o organı alıp beynine taşıması, [Memet Fuat’tan aktaran Ece Ayhan: “Hoşgörü sınırlarımızı aştı!”]eleştirmenin/eleştirinin sınırlarını aşmasıdır; küçük İskender’i son zamanlarında ehlileştiren, durgunluğa sevk eden ise şefkate, saygınlığa kavuşması, göze alamaması, geri adım atması, uslanması, yığın’a “efendice” teslim olmasıdır, olması olabilir.) 

Olcay Özmen’in şiiri, küçük İskender’inkine tamamen ters bir güzergahta ilerlemiştir. 2006 Yaşar Nabi Nayır şiir ödülüne hak görüldüğünde Olcay Özmen, 24 yaşında genç bir şairdir. Sensiz Üç Yağmur adlı şiir kitabını Bir cümle ile özetlemek gerekirse: Şiire yazılmış, neredeyse her türlü kuşkudan sıyrılmış bir aşk mektubu, şiirsel birikime bir saygı duruşudur. Dahası –gayet anlaşılır– bir dâhil olma arzusuyla ilerleyen bir duruştur bu. 

(Bu yazının sonunda tekrar vurgulanacak: İlk kitapların ne olduğunu bize çoğu zaman sonraki kitaplar söyler: Bu kitabın ne olduğunu, aslında yedi ve dokuz yıllık suskunlukların ardından yayımlanan ikinci [Çukur, 2015], üçüncü [Bir Monarşinin Sonunda Arzu, 2017] ve sonuncu [Çapraz Altında, 2020] şiir kitapları söylemektedir.)

Eleştirel bir tavır, bir karşı (ses) koyuş, büyük ya da küçük herhangi bir itiraz, herhangi bir edebi hesaplaşma yoktur Sensiz Üç Yağmur’da; tersine, şiirin karatahtasında “Olcay Şiiri Seviyooo” diye yazmaktadır; Özmen var olan şiiri olumlayarak yorumlar, ona inanır; kimi tedirginlikler, sapma belirtileri (şiirler arası paslaşmalar: “sayfa 9’daki “Sen bir kalemsin, açılmamış, ucum. Sivrilt beni, ipince yaz”dan sayfa 47’deki “Yolculuksa bu mürekkep yetmiyor/Kalemin ucu sivrilmiş, kâğıt buruşmuş/Bitmek üzere defter” gibi) gösterse de, çatıları, eğretilemeleri ile kendisinden önceki şiiri (neredeyse) yeniden yazar… “Hışırtı” adlı ilk şiir sözgelimi, edebiyata muhteşem bir giriştir, şairliğin garanti belgesidir. İzi Cahit Külebi’ye kadar sürülecek, doğayı hiçbir zaman ihmal etmeyen, “halkçı” bir duyuşun benzersiz bir taçlandırılması gibidir “Hışırtı” şiiri… Söz konusu duyuş Özmen’de belki biraz daha ileriye taşınmış, zenginleşip dönüştürülmüştür: En azından “çakıltaşı”nın (doğa) üzerine yazma eyleminin kendisi, “mürekkep” (birey) gibi modern bir boyutun gölgesi düşmüştür.     

Üslubun/style’ın kökünde bir sivrilik, “stylus: sivri uçlu kazı kalemi” olduğunu sezse de “zeyl şiiri”dir yazdığı. Özmen kazmaz, eklenir: Geçmiş kuşakların (Şeyh Galip’ten Melih Cevdet’e, Edip Cansever’e) ve kendi kuşağının şairlerini hürmetle selamlar; onlarla, onların kitaplarının adlarıyla ve “dizeleriyle” konuşur. 

Şair ve şiir seçimlerinde belirgin bir kafa karışıklığı, bir bulanıklık, bir dağınıklık göze çarpar bu ilk kitapta. Altını bir kez daha çizelim, çok genç’tir, efendidir… Sanki karşısına çıkan her şairi kucaklamak veya hiçbir şiiri incitmemek istemiş, hepsinde bir güzellik bulmuştur… (Sonraki kitaplarında, bizzat Özmen’in bu anlık seçimlerden, ani yola çıkışlardan, alelacele verdiği kararlardan beis duyduğu sezilir. “Gerçekleştirilen her yaşamsal edime kan rengini, zalim nüansını veren bilinçtir çünkü yaşam daima birisinin ölümüdür” der Artaud; Özmen de şiir yazmak çabasının (ister kendisine ister başkasına ait olsun) şöyle ya da böyle, az ya da çok, önceki şiirin/şairin ölümü olduğunu sonradan anlayacak gibidir.)

Nizami Şiir Ortamı’ndan kaçma, birtakım tertiplere, terkiplere ters düşme, kendi şiiri adına eleştirel bir mesafe koyma, “şiiri terk etme” şansı yoktur Özmen’in ilk kitabında. Deleuze’ün sözünü ettiği, bir tarzın –şairin kendi şiirini açığa çıkarması için– öncelikle ortadan kaybolması, gözden uzaklaşması, geç kalması gerektiğine dair edebi koşuldan ilkin Çukur’a düştüğünde haberdar olur: “(Şiir orada bur’da değil kardeşim / Tam senin göremediğin yerlerde sürtüp duruyor)”. (Necmi Zekâ ilk şiir kitabını 1994 yılında, 31 yaşındayken yayımlamıştır; başka deyişle, Zekâ şiirinin asla acelesi değil, her zaman mesafesi olmuştur; O, şiire bambaşka bir yerden, “erkenlik”lerinden kurtularak, ağır’dan alarak başlamıştır.)

Özmen’in ilk kitabı, bir kez daha, (hâkim edebiyatın bütün gereklerini yerine getiren) erkenliklerle doludur: Genç Özmen, öte yandan, tuhaf bir şekilde, edebiyatın oldum olası başvurduğu yaşlı kavramlarla kuşatmıştır kendini: Mesela “yalnızlık” (yalnızlardım … yalnızlığımdan artan soğuk gölge… içimde kocaman bir yalnızlık harfi… ikiye açılan yalnızlığa… büyüyen yalnızlığım, yalnızca yalnızlığına yakışıyor… yalnızlayan uçurum… kurtar yalnızlığımı… yalnızlığım seninle sevişebilen tek mevsimdir… yalnızlanıyor kimsesizlik… kuşlarsa platonik yalnızlığım!) “Yalnızlık” gibi, kitabı boydan boya kateden “zaman”, “ölüm”, “uykusuzluk” gibi çekirdek kavramlar genç şairin elinde ne yapacaklarını bilemez, yorgun düşer, aniden kesilirler; şiirlerin çoğu, sonrakilerle karşılaşıldığında, kısadır; tamamlanmamış izlenimi uyandırır.

Ustanın, Melih’in (Cevdet Anday) ölümünün arkasından yazdığı şiir, yaşlı kavramlarla hemhal olmuş şairin tecrübesizliğinin içtenlikli itirafı gibidir: “biliyorum ezberimdeki şairler de isterdi/hatırlamayı tanıdık dünya’yı”. Tanımak ile bilmek, tanışlık ile malumat arasındaki mesafenin kapanması; yazmaktan, şiirden, şiir ortamından, hayattan, hasılı şey’lerden işkillenmenin/tedirginliğin bir tarz haline gelmesi; alıntıların protez olmaktan çıkıp şiirine cesurca, küstahça kaynaması, ta Çukur’a kadar şairin uzun yıllar susması, “‘şiir/in/den uzaklaşması/soğuması” gerekecektir. “Gerçek etkiler doğurabilmek” için zaruridir sanki bu suskunluk.

Özmen “şiir”e hak vermeyi bırakıp, kendi şiirine hakkını vermeye Çukur’da başlar. Olgunluk taslamayı bırakır, çocuk gibi davranmaya başlar; dahası, (tabir caizse) şiire küser. 

Derli toplu bir şiirden saçılmış bir şiire dönüşümün nedenlerine dair bir tahminde bulunmak gerekirse, (daha önce belirttiğim gibi) “otorite” tutkunu siyasi iktidarlar kadar “imge/dize/uyak” tutkunu kültürel iktidarların hayatın her alanında, her itirazı boğan, hayatlara musallat olan şiddetinden söz edilebilir… Belki daha “kişisel” nedenler de vardır; yaşını başını almış şair figürünün kural hâline getirdiği “şehvet” bu nedenlerden biri olabilir:  “‘Şey efendim, sizden 40 yaş küçük olan arkadaşınızın / nişanlısına / Sarkarken neler hissediyorsunuz. / Mesela bunlar da şiirinize dâhil mi?’” (Söylemeden geçmek istemem… Özmen’in “şiirine dâhil ettiği”, yaşını başını almış şairlere yönelttiği “ahlaki talep”, yaşlılar ve cinselliklerine yönelik fantezisi, bu dizelerinin arkasında yatan patoloji öyle hızla geçiştirilecek bir mevzu değil, farkındayım!)

Nedeni ne olursa olsun, Özmen köhneleşmiş, ahlak yoksunu iktidarların tertip, düzen arzuları, siyasi ve/veya kültürel tasavvurları, hırsları, reçeteleri karşısında dehşete veya hayrete düşer:

Siyasi iktidarın şiddetine dair: “şu benim ağrı dağı ve van gölü’nü / görmezden önceki ölme ihtimalim / bir çeşit intihar sayılabilir bu da / fırtına vadisindeki papatyalar bir de”, “(Üçüncü bir sinir operasyonuna kadar / müsaade etmek yasaklanmış)”, “İskeledeki basın açıklamasına yetişiyorum / On dokuz ocak iki bin yedi…. O gün uyuyamamıştım sinirden / Katillerin kemik yaşı ölçülüyor”, “Ağar ağar inelim bu Mehmetlerden”, “Pimi çekilmiş bir imgeyle/Pili çekilmiş nöbette bekletilmiş dizeler/Arasındaki 7 fark nedir sayın paşam?”

Kültürel iktidarın şiddetine dair: “Babaları yağmurları ve asansörden korkanları / Türk şiirimizde dile getirenleri / Türk şiirimizin dilini. Götürenleri de.”, “(Dünyanın bütün şiir yıllıklarından çıkmak istiyorum / –zaten yayımlanmasa da)”, “Elini kolunu sallaya sallaya yazanlar ne yapacak misal ben.”, (“Bu şiirde emeği geçen, proje yönetimi konusunda beni geliştiren, müşteri odaklı ve yenilikçi düşünmemi sağlayan, beni hırslı ve rekabetçi yapıp yerel köklerime dönmemi sağlayan bütün ‘kariyer’ arkadaşlarıma ve karıma teşekkür ederim”).

Sonuç olarak, Şair öfkelenmiştir; köprüleri yakmış, temkini ve gereksiz, yorucu, yıpratıcı, ağırbaşlı efendiliği bir kenara bırakmış, kaçınılmaz dehşetin yakın tanığı olarak Şiir ile bir kavgaya tutuşmuş, sivri ucuyla (stil) şiiri kazımaya, şiire/şairlere batmaya başlamıştır. İlk kitabındaki sözcük eksiltmeleri, dize bozmaları, anlam arayışları, vb. konusundaki ürkek arayışlarını (“Ölümü ilikleyip, hayata karıştım”) derinleştirmiş, Çukur’un ikinci şiirinin başlığından (“AVCILIĞA UÇ DUYURUSU”) itibaren şiire “gerçeği, sadece gerçeği” söylemek üzere “iş gören sözcükleri” katmaya başlamıştır: savcılık makamı Olcay Özmen’den sonra avcılık makamıdır. 

Açık bir meydan okuma beyanıdır Çukur: “Daha düzeltmemiz gerekenler var / Ben yeniden yeşil sahalara dönmek istiyorum mesela”. Okur, bu dizelerden birinin sonunda okkalı, ünlemli bir “abiler!” veya “efendiler!” nidasının hayaletini görür gibi olur. 

“Şairlerden şair seçmek” bahsinde değindiğim o “dağınıklık”, şiir yazma sürecine dâhil etmiştir artık kendini… “Konum bu değildi yine dağıttım konuyu konumumu”. Özmen kendisine ödül getiren şiirle bağlarını resmen koparmıştır. Ağzından, her açılışında kara ve soğuk bir mizah dökülür… “Çok cazcıları severim, atları çok. / Bana rakı ısmarlayanları da. / Kulaklarıma acısız sir ağda yapan berberimi. / (Yıllarca camekanda sör ağda diye okuyup, bu ne deyişimi) / Yazıları iyi de şiirleri pek şey değil, / deyip vazcayanları, kırlangıççıları. / Şiirden romana terfi edenleri.”

Paranteze almıştır şiirini. Şeyleri anlatmanın düz yolu yoktur çünkü (bazı şiirler var hiç yazamıyorum / oralara gelsem de mıyorum!), her cümle/anlam söylenmemiş bir başka cümlenin/anlamın yedeğinde ilerler ve yeri, zamanı geldiğinde ona mecburen yer (parantez) açar. Her dize, parantezin gösterdiği gibi, malzemeden çalar. Parantez dile getirilemeyen bir şeyin, bir fazlanın, insani bir aczin itirafıdır. Dize tercihlerinde paranteze başvurmakta kendini açığa çıkaran bir kusur vardır. Akıldan çıkmayan, akla takılan bir şeye ilişkin tereddüttür parantez. Söylenen her şeyin ucundaki açıklığı, şiire uymayan ama işte ne yaparsın inatla ben buradayım diyeni işaret eder. “Bal kesin Kars’tandır / ve kaymak ve mühimmat ve patlamalar Afyon’dan / (Bu sırada kediler ve astsubaylar / Masa altında ayaklarımıza dolanır) der “Serpme Kahvaltı ve Açık Büfe Arasındaki Yedi Fark (Kemal Dediğin Biraz da Torlak Olmalı)” adlı şiirinde ve devam eder:  “İnsanoğlu bir kış misali./Kar yağar üşürsün beyazsındır olur. / Patlarsın uçarsın cesedin bulunmaz. / Yağmurun açtığı yarana afyon basarsın, / Senden bir bile zamir olmaz. / (Benden de.)” 

 (12 Eylül 1980’den beri gelenekselleşmiş) “şiire vereceği muhtemel zararlar” (abi) tavsiyelerine, korkutma girişimlerine kulak asmadan güncele, popüler kültürün öğelerine, özel hayatına hiç sakınmadan yer açar şiirinde: … Güncel, Özmen ve onun kuşağındaki pek çok şair için, tüketilecek, yerini başka bir olaya bırakacak bir olgu değildir. Tersine, popüler kültür epey politiktir ve ayrıca yabana atılmayacak yaratıcılıklar (Bugün içimde sokaklar geziyor diyen Yıldız Tilbe’nin) göstermektedir; güncelin içinde, sabun köpüğü gibi uçucu değil, çok uzun yıllardır hayata kazık çakmış öğeler, hakikatler  gizlidir: (“Evleniyoruz, ordu evlerinde ucuza düğün yapıyoruz”…) Tarihe düşemeyen, koca bir iktidar aygıtı maharetiyle hızla tüketilmeye, unutulmaya terk edilen hakikatleri (bir kitap tanıtım yazısını veya şiirini gönderdiği bir genel yayın yönetmeninin red cevabını da) Özmen alır, şiirine düşürür (Bu hiddet dolu, isyankâr tutum belki de sadece Özmen için değil, kuşağının çoğu şairi için de belirleyicidir, onlar “gerçekçi şiir” değil, “gerçek’ten konuşan” şiir yazarlar): “Tabakları tepeleme doldurup yarısını döküyoruz sabahlarda. / Bütün Adnanlar öldü bu arada… / Fotokopiciler yaşıyor vurdumduymazlar / kaldırımcılar tasarımcılar / (Hazirancılar –yaşasın Haziranlar–) / Kokteyciler domuzbağcılar çok satanlar / Bütün kavgalardan itinayla kaçanlar … Roniler Etyenciler Cengizciler ve dahi bütün İsmetler. / Ne içiyorsanız biz de aynını içelim diyencilerden / Ahmet Turancılar. / (Herkes yaşıyor ben çok çalışıyorum / Bir istifade bile edemiyorum şunlarcılardan)”

Yazının başına, şiir sınıfına asılı karatahtaya dönersek… İkinci kitabından itibaren, o tahtanın tam ortasına “Olcay Şiiri Sevmiyooo” diye yazabiliriz artık. O ilk kitaptaki sevgi, merhamet, hayranlık duygularıyla dolu “efendi” şair var ya hani, o şairden artık eser yoktur. Kendi ile “onlar” (“orta şairler”, “ortadan yaşlı şairler”, “kendine sürgün imajı verdirmiş şairler”, “ortopedik ve ulusalcı şairler”) arasına ayrım koyma gereği duyan, şiirin şirin ipliğini pazara çıkarmaya ant içmiş bir şair vardır karşımızda. Şair olma hâlinden, festivallerde boy gösteren şiirden, şirin gündemindeki kavramlardan, meselelerden sıtkı sıyrılmıştır. 

Sensiz Üç Yağmur’a damgasını vuran ritmin esamesi okunmaz Çukur’da; aynı şekilde, şiir yazma/algılama mevzularını tekrar tekrar, inatla deştiği sonraki kitabı Bir Monarşinin Sonunda Arzu’da da, pek yakında yayımlanacak Çapraz Altında’da da.

Özmen, şiirle birlikte okuru da gözden çıkarmıştır.  Şairokurla –şiirin şairlerden başka okuru neredeyse yoktur– cilveleşen, okuru hesaplayan, okuru okur yerine koyan bir şiir değildir bu. Okurla hiçbir alışverişi yoktur – Tekrarlayalım: Özmen bu hususta yalnız değildir, zamanımızın ruhunu yansıtan, yaygınlaşan bir tavırdır bu, şiirde pek çok temsilcisi vardır. 

Pounty’nin “Kendi sözlerim beni şaşırtıyor ve düşündüğüm şeyi bana öğretiyor” deyişinden hareketle, Özmen söyledikleri kadar söylemediklerinin de öğrencisidir: “(… o bir türlü dilimizin dönmediği kelime / paraschizophrenia! / oradaysan çık ve bize elma de!)”

Olcay Özmen ve şiiri için söylenecekler bitecek gibi değildir… Çukur’daki şiirlerin gözde geçişli fiili “demek”tir. Sözlüklerdeki on anlamlı bu “demek”in ne “demek”e geldiği, Özmen’in zamirlerle (“ben” ve “siz”) ilişkisi, (kendisinin de çok iyi farkına vardığı gibi) durumlar, sözcükler arası hızlı geçişleri (Istırahat fikrine çabuk alıştım. / Kimi kaynaklar ıslahat fikrinden de sıklıkla bahseder. / Yan yana gelmeyecek hal ve vakitlerden), gerçeğin üstüne çıkan dizeleri (Sulhi öldü / (Ruhunda plaj olmayan birkaç kişi üzüldü o gün.)), sanatla ve sanat kavramlarıyla hesaplaşması (Dışavurumculuğun kıyılarında yüzdüm bugün.), “-ci” yapım ekine ve gül reçeline düşkünlüğü, vs. ile Özmen kuşkusuz daha bütüncül, derinlikli, kuşağındaki diğer şairleri de dikkate alan bir eleştiriye davetiye çıkaran bir şair. 

“Bağzı” şairlerin yeni kitapları eskileri olmadan, eskileri okunmadan keyif vermez, anlaşılmaz; vazgeçişleri, ısrarları, kopuşları, dönüşleri, çark edişleriyle katettikleri o uzun yolun anlamına dair yanılsama ancak, bütün kitaplarıyla bir arada kurulabilir. Özmen gibi şairlerde, bir eser esasında, bir önceki eserin yayımlanma tarihinde başlar çünkü.

Olcay Özmen, Sensiz Üç Yağmur, Varlık Yayınları, 2008; 

Çukur, 160. Kilometre, 2015; 

Bir Monarşinin Sonunda Arzu, Edebi Şeyler, 2017, 

Çapraz Altında, Edebi Şeyler, 2020 (yakında yayımlanacak).

Alenka Zupančič, Cinsellik Nedir?, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, 2018.