.

Sait Faik Hikâye Armağanı: “Berber Aynası”

oktay-akbal-berber-aynası-saıt-faık-hıkaye-armaganı

Armağan Özkoca

Oktay Akbal’ın Berber Aynası adlı eseri, 1959 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanmıştır. Eserde, toplumun çeşitli kesimlerinden ve farklı sosyal sınıflardan karakterlerin hayatlarından kesitler sunulur. İnsan ilişkilerini, toplumsal sorunları ve zamanın getirdiği değişimleri ele alan öyküler, sıradan insanların günlük yaşamlarını anlatırken aynı zamanda onların iç dünyalarına dokunur. Akbal, kahramanlarına derinlik kazandırarak okuyucuların onlarla empati kurmasını sağlar. Eserdeki hikâyelerin ortak özelliği karakterlerin nerede ne yaptıklarını, ne olduklarını ne amaçla hayatta var olduklarını sürekli sorgulayan bir halde olmalarıdır.

Kitaba adını veren Berber Aynası’nda yaşlı bir adam, berber aynasında kendisini gördüğü zaman nerede olduğunun farkında değildir, sürekli zaman atlamalarıyla eskiden gittiği yerlerdeki berber aynalarında kendisini görür; nerede olduğunu ve ne yaptığını hatırlamaz, hatırladığı tek şey berber aynalarının karşısındaki kendisidir, her şeyi berber aynasının karşısında olduğu zamanlardaki kesik kesik anılarından hatırlamaktadır:

“Çevreme kendimi nasıl, hangi kişilikle tanıttım? Beni bilenler hakkımda neler düşündüler? Nasıl bir izlem bırakmıştım onların üzerinde. Yaşamın anlamsız boşluğunu berber aynalarında okuyordum. Aylar, yıllar geçiyordu. Bir gün bir berbere gidiyordum. Bir aynanın önüne oturtuyorlardı beni. Gerçek kişiliğimin yansımasını yarım saat, bir saat karşı aynadan seyrediyordum. Birden yaşadığımı, yıllardır şu dünyada, şu yer üstünde, şu insanlar arasında, onlardan bir teki olarak didindiğimi anlıyordum. Kafama bir şeyler dank ediyordu. Bir berber aynasından öteki berber aynasına kadar geçip giden yolu bir koşuda yeniden, ama bu defa gerçekten duya duya geçiyordum.” (s.14)

Zaman o kadar hızlı ve kesik bir şekildedir ki karakter kendini bile tanıyamamaktadır.

“Berber aynasında birden kendimi gördüm tanıyamadığım biri vardı karşımda. Bütün bütüne yabancı da değildi.” (s.11)

Burada, berber aynası üzerinden hızla gelip geçen insan hayatını, hiçbir yere ait olamama anlatılmaktadır. İlk olarak kendisini bir ilkokul öğrencisi olarak aynada görür; babası ile yan yanadır, saçlarını üç numara kesmişler, bu durumdan rahatsız, söylenen bir haldedir. Arkadaşlarının onunla dalga geçeceğinden, berber sonrası lunaparka gideceğinden ve çocukluk anılarından bahseder:

“Babamı seyrediyordum aynada. Lunaparka gidecektik o gün. Babamın bir arkadaşı da iki kızını alıp getirecekti. Kabak kafamla kızların karşısında ne yapacağımı bilemiyordum.” (s.13)

Ardından zaman atlaması ile Ankara’da bir berberdedir. Hayatı değişmiş, türlü türlü serüvenler yaşamış, şehir değiştirmiş, evlenmiş ve bodrum katında yaşamaktadır. Bir işe sahiptir ve karısı doğurmak üzeredir.

“Ankara postası demişti. Gazete satıyordu küçük bir çocuk. Ankara’daydım. Bir berber salonunda. Beni tıraş eden berber Ankara’nın sağlam soğuğundan bahsediyordu. Ben de : Bu kış gene hafif geçti ya geçen yıl diyordum. Demek yıllardır buradaydım ben. Bu yabancı şehirde yaşamıştım! Sonra bir hatırladım hepsini. Evlendiğimi bu şehre yerleştiğimi, bir bodrum katında oturduğumu bir işim olduğunu karımın yakında doğuracağını… Yaşam berber aynasından çıkıp üzerime çökmüştü.” (s.15)

Hikâye boyunca karakter sürekli şehir, arkadaş eş değiştirir; hiçbir yerde tam anlamıyla bulunamaz, sanki orada değildir, hatta kendisi de değildir. Sadece berber aynasında bir yere ait gibidir:

Gerçek kişiliğimi berber aynasında bırakarak sokağa çıktım. Hepsi benim dışında olup biten serüvenlerin anlamsız akşına kendimi bıraktım” (s.17)

Kitaptaki diğer hikâyelerde de karakterler nerede olduğunu bilmez hâlde, geçmişe bir özlem içerisindedirler: kimisi eskiden âşık olduğu kadını, kimisi aile ortamını, kimisi arkadaşlarını, okulunu özler. Toplumun çeşitli kesimlerinden karakterlerin portreleri aracılığıyla, insanların iç dünyalarında ve toplumun işleyişindeki çelişkileri ortaya koyar.

Evden Kaçış hikâyesinde ana karakter küçük bir çocuktur, onun gözünden bir ailenin yaşamı, ev ortamı ve aile ilişkilerine bir ayna tutulur.

“Babamla büyük ağabeyim o gece saat on birde geldiler. Annemle pencere önündeydik. Ablam soğuyan yemekleri tekrar tekrar koymuştu. Sedirin üstüne diz çökmüştük.” (S. 46)

Hikâyenin ilk bölümünde, sıcak bir aile ortamı tasvir edilirken, ana karakterin ağabeyinin beklenmedik bir şekilde evden kaçmak istediği anlaşılır. Evin içerisinde tartışmalar, ağlamalar ve karmaşa hâkim olur. Bu durum, aile üyelerini derinden etkiler ve hikâye bir dönüm noktasına gelir.

“Ağabeyim gece eve gelmemişti. Gelmeyeceğini, artık okula gitmeyeceğini, Bursa’daki akrabaların yanına gittiğini arkadaşlarıyla gönderdiği bir mektupla bildirmişti.”

Küçük kardeş, abisinin kaçışı dolayısıyla bir korku, bir endişe hâli içinde değildir. Onun yaptıklarını merak eder, hatta alttan alta ona özenir:

“Hep ağabeyimi düşünmüştüm. Vapurda mıydı şu anda? Yalnız mı? Parası var mı? Herhalde Boğaz vapurlarından biraz daha büyücek olan o küçük gemilerden biriydi. Güz gecesinde Marmara’da yolculuk ne güzeldi kim bilir! Güneşin batışı, camiler, minare dizileri. Nasıl serüvendi atıldığı!” (s.47)

Olayın ardından, büyük ağabey, kardeşinin dönüp dolaşıp eve geri geleceğini söyler. İki ay sonra, bir ikindi vakti, küçük kardeş eve döner. Bu olay, zamanla anlatılan bir masal gibi aile arasında hoş bir sohbet konusu haline gelir. Küçük kardeşin yaşadıkları, keyifli bir anlatıya dönüşerek aile üyelerinin birlikte zaman geçirmesini sağlar.

“Tilkinin döneceği yer… diye atasözleri söylüyordu kahvaltıda. Gerçekten öyle olmuştu. İki ay sonra bir ikindi vakti babam süklüm püklüm, bitkin bir halde küçük ağabeyimle eve geliverdi. Hikâyesi evde bir eski zaman masalı gibi günlerce anlatıldı. Önce iç sızlatan bir serüven gibi, sonra değişti aramızda şaka alay konusu oldu.” (s.47)

Fotoğraf: Bianet

Hikâye boyunca, sakinlik ve karmaşa bir arada bulunmaktadır. Olaylar bazen durgunlaşırken bazen de karmaşıklaşır. Ana karakter, o dönemin çocuğunu temsil eder. Bu karakter hem karmaşa hem de sakinlik anlarını keyifle deneyimler. Hikâye boyunca aile ortamı, aile içi kavgalar ve beraberlik duygusu okuyucuya yoğun bir şekilde hissettirilir:

Hayallerim oradan oraya atlıyor. Yıllarca öteye yıllarca sonraya. Okula, bahçeye sokağa arkadaşlara, öğretmenlere. Ben bu odada doğmuşum. Annemin yatağı tam buradaymış. Bu duvarlar, her yıl badanalanan, çocukluk karalamalarımı taşıyan bu duvarlar, bu kapı beni yumruk kadarken tanımış görmüş… Annemin göğsünde yatmışım ilkin, sonra kanepeye koymuşlar, o gün babam sevincinden heyecanından az kalsın üstüme oturuyormuş! Doğuşumdan da belliymiş. Babam da açıklar ağası memleket karmakarışık, Düşman elinde. Ben ise Sütlaç yüzlü bir çirkin yaratık. Çilesini doldurmaya ders, üzüntü içinde soluk alıp adım atmaya koşan. Herkes gibi öksüz kuşağımızın öteki çocukları gibi…” (s.51)

Nelerden Nelerden Sonra   hikâyesinde yine bir geçmişe özlem söz konusudur. Karakter yıllar sonra büyüdüğü semtine geri döner; orada durakları, sokakları, sokaklardaki panayırları; çocukluk anılarını, ailesi ile yaptığı gezmeleri, arkadaşlarını, gece şehre çöken durgun sessizliği hatırlamaktadır.

“Nelerden nelerden sonra yeniden o semte döndü, hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Hep aynı tramvaylar, ağaçlar, insanlar yalnız evler apartmanlar çoğalmış.” (s.60)

Ardından bir özlemle otomobilleri izleyişini, annesi ile balkon sohbetlerini, yediği yemekleri, alt komşusundan kopan patırtıyı hatırlar; hayallerini umutlarını çocukluğunu düşünür.

Sıcak yaz günlerinde ana oğul küçük balkonlarındaki minderin üstüne oturur, kavunlarını peynir ekmeklerini yerlerdi. Bazen alt kattaki kiracılardan bir patırtı kopardı.” (s.61)

Karakter kendi apartmanını, balkonunu, sokaklarını semtindeki çeşmeyi, semtin her yanını, oynadığı oyunları düşünerek semtte özlem içerisinde yürür. Eskiden âşık olduğu kızı hatırlar, onun küçük tatlı hallerini anlatmaya başlar.

Kalabalık sıklaştıkça o da Suna’ya yaklaşıyordu. Yan yanaydılar artık kimsenin kimseden haberi yoktu zaten. Kuklacı dükkanındaki insanlar kuklalarını yapma düşsel, ama belki de insanlarınkinden daha anlamlı, daha gerçek dünyasındaydılar. Suna’nın parmakları parmaklarına değmişti. Kulaklarına o şarkının parçaları gelmişti: Baktıkça deli olurum… Ne inceydi parmakları! İç içeydi elleri. Birden sesler gürültüler kaba gülüşler bir masal görünüşü almıştı.” (s.65)

Hikâyenin sonunda hikâye boyunca geçmişe duyulan özlemin aslında olmaması gerektiği, şimdiki anın yaşanması gerektiği vurgulanır. Artık ne karakter eski karakterdir ne Suna kalmıştır ne semt eski semttir; her şey değişmiş, yabancılaşmıştır.

“Onun için yabancı, keşfedilmedik bir ülkeydi burası. En küçük bir ilgi yoktu. Ne selamını alan ne de bir merhaba diyen vardı. Boşunaydı aradığı, bulmak istediği şeyler. Neler neler olmuştu. Geçip giden günler bildik bilmedik ne varsa alıp götürmüştü. Kişi nesnelerde sokaklarda, insanlarda olduğu gibi anılarda bir şey aramamalıydı. Tek gerçek, içinde olduğu anı yaşamaktı bundan başka ne varsa yaşama aykırıydı. Yalandı, yitip giden her şey unutulan bir çocukluk masalıydı.” (s.66 )

Ayakları Dibinde Gökyüzü hikâyesinde ise daha çok Berber Aynası hikâyesindeki gibi nerede ve ne yaptığını bilmeyen bir adamın yatak odasında uzanırken başka dünyaları, gökyüzünü hayal etmesini, yanındaki kadının kim olduğunu anlamaya çalışmasını, şu an nerede ve ne yaptığını anlamlandırmaya çalışmasını okumaktayız. Zaman ve mekân atlamaları ile kozmik bir hava var bu hikâyede, ara sıra gökyüzünde, ara sıra eski anılarını hatırlayan bir şekilde geçmişte. Yanındaki kadını anlamlandırmaya çalışırken, onun başka bir zamandan hatırladığı bir kadın olup olmadığını düşünüyor.

“O esmer miydi bu kadın? Uzandı, başı kendine doğru çevirmek istedi kıyamadı. Sanki bir şeyler yitip gidecekti. Birden kişiliğine, o tatsız kişiliğine kavuşacaktı. Gökyüzünün yüceliğinden yeryüzünün dibine düşüverecekti. İyisi mi düşler olduğu gibi dursun. Kendisi de o yabancı kadın da bilinmedik kalsın. Kimseler karışamazdı bu mutluluğa. Bilinmeyenin verdiği acayip mutluluk varsın bir süre yaşasın.” (s.44)

Gece Korsanları hikâyesinde anlatıcı, gece işten çıkan insanları; sokakların gece ne kadar sessiz ve tenha olduğunu, bir tabeladan gelen sesin bile gecenin tenhalığı ve sakinliğinde sanki bir arının ağlaması gibi vızıldadığını anlatır. Gece işten çıkan insanların bu sokaklara ait olduğunu ama burada sokak köpekleri gibi ne yaptıklarını bilmeden dolaştıklarını söyler:

“Biz ne arıyorduk? Üzerinde düşünülecek bir şeydi bu. Bizler ne arıyorduk! Yer üstünde kişioğlunun işi neydi? Boşuna, hiçbir anlamı olmayan bir yolda ilerlemek. Fazla düşünemedim” (s.29)

Yabancı Okulda hikâyesinde ise bir okul ortamı, arkadaşlıklar, okuldaki çocukların kötülükleri -zorbalıkları- üzerinde durulur. Bir çocuğun yeni bir okula geldiğinde çektiği yalnızlık, okulun kasveti ve o kasvetle beraber gelen korku anlatılır:

“O ilk gün annemin beni müdürün odasına bırakıp gittiği, o yağmurlu gün… Sırtımda yepyeni önlük, elimde ufacık çantam, sefertasım, içimde buruk acı bir korku bir heyecan. Bilinmedik bir dünyada yapayalnız bırakmış, unutulmuş bir insanın duyacağı cinsten bir korku” (s.36)

Bir yandan da çocuklar arasındaki sınıf ayrımını yemekhanede oturdukları yerler üstünden anlatır. Fakir çocuklar daha karanlık kasvetli yerlerde, diğerlerinde ayrı bir şekilde yemeklerini yemektedirler. Okul hocaları sobaya daha yakın, görece iyi durumdaki öğrenciler ise daha başka yerlerde yemek yemektedirler.

“Okul idaresi fakir öğrencilere en karanlık köşede tahta bir masa ayırmışlardı. Jozef gibi yoksul öğrenciler orda otururlardı. Kimsenin hiçbir zaman göremediği ne olduğunu anlayamadığı yemeklerini beklerlerdi.” (s.34)

Kitapta, Akbal’ın dil ve üslup kullanımı dikkat çekicidir. Akbal, sade ve akıcı bir dil kullanarak hikâyelerini anlatır.