Tolga Karahan
Cengiz Yörük’ün (1928-2008) 1965 yılında Yeditepe Yayınları’ndan çıkan ve 1966 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Çölde Bir Deve adlı kitabı, birbirinden farklı yedi öyküyü içeren, psikolojik tahlillerin yoğun olduğu bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar, öykülerinde, insanın iç dünyasına nüfuz ederek “bıçaksırtı” tabir edilebilecek karakterlerin gelgitli hayatını usta bir şekilde yansıtır. Karakterden ziyade “tip” denmeye müsait olan bu kişiler, monoton bir hayat yaşayan, alt tabakadan seçilmiş insanlardır. Yörük bu tipleri, zaman zaman, distopik bir dünya düzeni içinde vererek, uygun tabirse, bir kaos ortamı yaratır.
Kitabın ilk ve en uzun öyküsü “Ilımsız Dam”dır. Ilımsız Dam, annesinin tedavi gördüğü sanatoryuma vefatından yaklaşık iki hafta önce (on gün) gelmiş ve bu sürenin sonunda annesini kaybetmiş bir gencin geçmişe dönerek aile ilişkilerini irdelediği bir anlatıdır. Annesinin ölümüyle birlikte “farkındalık” kazanan bu genç, vefat sonrası hislerini şu şekilde tarif eder:
“Ölünün bulunduğu odaya koştu. Çenesi bağlanmış, annesi. Akşam bıraktığı gibi duruyor. Asistanlar da peşinden gelmişlerdi. Öptü ölüyü, öptü. Ağlayamıyordu. Dünyada en sevdiği insandı o. O otoriter çehre aynen duruyor, derin bir uykuda dalmış denebilir. Sanki uyanacak, uyanır uyanmaz da: ‘Sen daha ortalarda dolaşıp duruyor musun?’ diyecek. ‘İşçiler adamlar seni bekliyor. Niye bu kadar tembelsin? Daha kahvaltını da yapmamışsın.’ Bir ışık, bir aydınlanma, bir hafiflik sardı içini. Hayır hayır, uyanmamalıydı. Ölüden uzaklaştı” (s.5).
Annesinin ölümüne olağan dışı tepkiler veren genç, annesinin ölümünden duyduğu üzüntüyü ve aynı anda yaşadığı hazzı satır arasında okuyucuya sezdirerek gerekçelerini meşru bir zemine oturtmaya çalışır. On yaşında babasını kaybeden genç, özellikle, on üç yaşında annesine iki kadın bir de adamın görücü gelmesiyle annesine bakışının tuhaflaştığından bahseder. Yine çocukluğunun geçtiği bir kışlanın aşçıbaşısı olan Fethi Bey’in ergenlik döneminde kendilerine anlattığı erotik hikâyelerin etkisiyle rüyasına giren kadınlardan bahseden genç, bu rüyalara zaman zaman annesinin girdiğini de ekler.
Bu ve benzeri anlarda gencin yaşadığı vicdan muhasebesi metnin her kısmında açık bir şekilde hissedilir. Hatta gencin annesiyle yaşadığı bu ilişkiyi psikanalitik açıdan değerlendirmek ve tam manasıyla olmasa da Oedipus Kompleksi çerçevesinde ele almak da mümkündür. Nitekim babanın ölmesi ve çocuğun anneye duyduğu sevginin, kısmen, arzu kertesine varması bunu mümkün kılmaktadır. Yine anneye duyulan hislerin zaman zaman erotik bir tarzda ifade edilmesi ve gencin arkadaşı Sivri Niyazi’nin bir erkeğin kız kardeşine “sulanabileceği” ve “isteyebileceği” şeklindeki görüşleri, sezdirilen bu ensestliğin örneklerindendir.
Anlatının içinde farklı konulara keskin bir şekilde geçiş yapılsa da temelde bir gencin yıllarca bilinç dışına ittiği düşüncelerinin annesinin ölümüyle birlikte bir boşalma halinde, ki katarsise benzer, açığa çıkması meselesi üzerinde durulur. Genç, anlatının sonuna kadar hissettikleriyle boğuşarak cenaze evine geldiğinde annesinin sıkça oturduğu divanın boş olduğunu görür ve ölüm realitesiyle tekrar yüzleşir.
Kitabın ikinci öyküsü “Arkadaşlar” hem kısa hem de herhangi bir olay örgüsüne sahip olmayan, atmosferi zayıf bir anlatıdır. İçki masasından kalkan arkadaşların karşılıklı konuşması şeklinde tasarlanan öykü, dürtü kontrol bozukluğuna sahip Rifat’ın arkadaşı Hasan’a karşı duyduğu “aşağılık kompleksi”nin sürekli tekrarlanması meselesi etrafında dönmektedir Rifat, Hasan’a göre daha başarısız ve yoksul bir birey olmakla sürekli arkadaşının karşısında kendisini zayıf hisseder. Buna başka bir açıdan bakmak gerekirse Rifat, hayata olan kinini, öfkesini sürekli Hasan üzerinden yansıtır. Nitekim Hasan, Rifat’in her istediğini yerine getiren ve bunları karşılık beklemeden yapan bir dost olmakla birlikte Rifat’in bu laflarını hak etmez. Anlatı, Rifat’in, Hasan’ın evinden çıkıp yolda yürürken düşmesi ve düşünceli bir şekilde karanlığa bakmasıyla sonlanır.
Kitaba adını veren “Çölde Bir Deve” ise eşinin kendisini sokaktaki terziyle aldattığından şüphelenen bir adamın terziyle eşinin ilişkisini ortaya çıkarmak, daha doğrusu suçüstü yakalamak için organize ettiği plan etrafında şekillenmektedir. Adam, gün geçtikçe karısının terzisiyle ilişkisi hakkında yeni şeyler keşfederek tanık olduğu olaylar arasında, yasak ilişkiyi güçlendirecek, mantıklı bir bağ kurmaya çalışmaktadır. İntikam alma hevesiyle gözü dönmüş adam, nevrotik ruh haliyle evin ovulan taşlarını, değişen yatak çarşaflarını, kokulu sabunları, kolonya şişelerini ve eşinin kendisine söylediği sevgi sözcüklerini dahi bu yasak ilişkinin delillerinden birkaçı olarak görür. Yine kendisine intikal eden ve olayları başlatan “boynuzlu pezevenk” hitaplı mektup da tasarladığı intikam planında kendisine güç ve zevk veren unsurlardan biridir:
“Sana bütün mahalle halkı böyle söylüyoruz. Karınla terzinin ne türlü yaşadıklarını bilmiyor musun? Öyle bir adamı evine bile aldın. O, değil senin karını, daha âlâlarını da baştan çıkarır. Durumu bilmiyorsan öküzsün. Biliyorsan pezevenk. Bugünlere kadar seni adam sanırdık. Bütün mahalle suratına tükürür, selâm sabahı kestiğini bildirir. Pezevenk” (s.34).
Gitgide kuruntuları artan adam, birkaç gündür evin çevresinde nöbet tutmaya bile başlamıştır. Terziyi dikkatli bir şekilde izlemeye, her hareketini takip etmeye çalışır. Ancak dükkânın önünde siper vazifesi gören çınar ağacını bile adamın suç ortağı kabul eder. O denli deliren adam, “herifin, elindeki kumaşa iğne atışı[nı], ıslık çalışı[nı], dükkânda gezinişi[ni,], esneyişi[ni], gerinişi[ni], sigara yakıp üfleyişi[ni], gülümseyişi[ni]” (s.34-35) aldatılma işinin kesinkes kanıtları olarak görerek terzinin bu hareketlerini “kendinden emin erkek hali” (s.35) olarak yorumlar.
Adam, terziyi kolladığının üçüncü günü terzinin yanındaki yardımcıları ve kalfaları da bu eylemin paydaşları görmekle birlikte evin önüne lüks jipini çeken mühendisle bir konuşmaya girişir. Mühendisin kendisini tanıması ve övgü dolu sözlerde bulunmasını kendine bir hakaret addeden adam, mühendisle giriştiği tartışma sonucu silahını birkaç el ateşleyerek hem mühendisi kurşunların hedefi haline getirir hem de öykünün sonunu hazırlar.
Adam, öykünün sonunda ne karısıyla terzinin yasak ilişkisini ortaya çıkarabilmiştir ne de terzinin canını alabilmiştir. Böyle bakıldığında yazarın anlatıyı beklenen sona ulaştırmak ve okuyucu tatmin etmek gibi bir maksadının olmadığı aksine mekân, çevre ve yapı tasvirleriyle kişilerin ruh halleri arasında bir paralellik kurmak istediği düşünülebilir. Böylece Yörük, ilk göze çarpandan ziyade yıllarca fark edilmemiş olana odaklanarak bunların şahsiyetler üzerindeki tesirine odaklanır. Bu düşünceleri desteklemesi açısından şu pasajlar örnek olarak verilebilir:
“Gözü evlere takıldı. Kötü kötü şeyler. Onlara hep iğrenerek bakar. Oysa kendisi de beş yıldır burada oturuyor. Teneke kaplı cumbalar sağa sola uğramış. Bu da yetmiyormuş gibi, hepsinde okka okka nazar boncuğu, kaplumbağa ölüsü vs. sallanıyor” (s.31).
“Gözlerini sol tarafta bulunan iki katlı ahşap eve dikti. Öğürmek, kusmak geçti içinden. Kendi eviydi. Aralarında on beş metrelik Arnavut kaldırımı. Yer yer, taşları sökülmüş, biçimsiz çukurlar açılmıştı” (s.32).
“Gözünü yeniden eve dikti. Santimetre kareler bölercesine taradı. Bir yabancılık, terk edilmişlik duygusu kapladı içini. Sanki beş yıl burada oturmamıştı. Yahut düşünde görmüştü. Evin bodrum katına inen duvarında bir çatlak var, hem de hatırlıca. Bugüne kadar görmeyişine şaştı” (s.32).
Yine adamın siniri yüzünden sahip olduğu tik, karısını ve terziyi düşündükçe kendisinde beliren şehvet ve cinnet hali, sürekli yüksek tutulan nabız okuyucu üzerinde de sinirsel bir etki yaparak yazarın anlatıdaki ruhsal gerçekliği yakalamasına büyük bir katkı sağlar. Böyle bakıldığında Yörük, adamın çevreye, mekâna ve şahsiyetlere bakışını “üç gün” içerisindeki ruh hali üzerinden yansıtarak bir realistten çok empresyonist gibi davranır. Çünkü yazarın nesneler ve mekândan hareketle yansıttığı ruh hali, aldatıldığını hisseden karamsar bir adamın ruh halidir. Nitekim söz konusu adamın nesneye ve mekâna bakışı, âna göre şekillenebileceği gibi yazar da metinde bunu hissettirir. Anlatı, hiçbir neticeye varmadan, adamın nöbet tuttuğu bir ânda aklına gelen “çöl” ve “deve” içerikli resmin nerede görüldüğünün hatırlanmasıyla son bulur:
“Demin düşündüğü resmi nerede gördüğü birden aklına geldi. Gülümsedi. Onu yıllar önce bir bakkaldan alışveriş ederken görmüştü. Duvara çiviliydi. Hem de kalın bir sicimle bağlanmıştı. Masmavi gök, çölde bir deve ilerliyor” (s.43).
Dördüncü öykü “Eylül Akşamı” ve beşinci öykü “Köpekler” tamamen karmaşık bir ortamın hâkim olduğu, delilik kavramının ön plana çıktığı anlatılardır. İki öyküyü bu nedenle aynı kategoriye dâhil etmek hatalı olmaz. İki anlatı da bize ruh sağlığının yerinde olmadığını düşündüren karakterler sunar. Ancak “Eylül Akşamı”ndaki anlatıcı kahramanın “Köpekler”deki şahsiyetten çok daha aklı yerinde olduğu söylenebilir.
“Eylül Akşamı”nda anlatıcı kahraman çevresinde gördüklerini ve zaman zaman bilinçaltındakileri anlamsız bir şekilde ortaya döken bir kişi olsa da çevresini mantıklı bir şekilde sorgulayacak kadar zekidir. Sürekli insanlığın dünyayı sürüklediği kaos ortamından bahseden anlatıcı kahraman, öykünün sonuna kadar çevresine uymamakta dirense de sürü psikolojisinin bir sonucu olarak üstünü başını parçalayıp deli olmaya başlamaktan kendini alamaz.
Yine “Köpekler”de söz konusu hayvanlarla diyalog kuran ve zihnî noksanlığı sebebiyle onlarla arkadaşlık eden bir şahsın aklından geçenler yansıtılır. Anlatının sonunda “Artık köpeklerden korkmamalıyız, korkmamalıyız” (s.58) diye yüksek sesle bağıran adamın iki bekçi tarafından gelip alınması, aklını kaybetmiş bir adama işaret etmektedir.
Kitabın altıncı öyküsü “Neden Böyle Oldu”, “Çölde Bir Deve”de olduğu gibi yine çarpık bir ilişkinin işlendiği öyküdür. Adam, karşı komşuyla yasak bir ilişki yaşamakta ve aslında bundan büyük bir pişmanlık duymaktadır. Yakın zamanda doğurmuş ve çocuğuna süt veren karısı aklına geldikçe kötü olan adam, yasak aşkını düşündükçe şehvetle kendinden geçmekte ve cinsel isteklerini bastıramamaktadır. Alttaki pasajlar, adamla kadının eş zamanlı yaşadığı pişmanlığı ve utancı açık bir şekilde göstermektedir:
“Odadan dışarı çıkarken, ikimiz de döndük, yatağa baktık. Çarşaf karmakarışık, buruş buruş. Pike yere sarkmış, yastık ortasından çökmüş. Utandı, sıkıldı, önüne düştü başı. Ben de tuhafım. Ama belli etmemeye çalışıyorum” (s.60).
“Duvarda bir resim, boyuna bana bakıyor. Karım. Gülümsüyor yine. Başımı kaçırmak istedikçe gözüm takılıyor. Bakmadan da görüyorum artık. Gözlerimi yumsam yine göreceğim. Belki düşüme girecek. Neden yarım saat önce böyle değildim? Odaya girmeden önce de o resmi görmüştüm. İçimde bir kaynama vardı. Beni durduracak hiçbir kuvvet yoktu. Çevremi bulanık görüyordum. Burnumda bir koku, adamın ciğerlerine inen bir koku… Dünya vız geliyordu. Resme baktığımı gördü, kıpkırmızı kesildi. Benden beter oldu” (s.62).
“Düzeltilen bu yatağa baktım. Boğulur gibi oldum. Sanki birisi sıkıyor boğazımı, öldürecek beni. Elektrik lambaları zayıf. Gecenin kaçı acaba? Cadde ıssız, kimsesiz olmalı? Herkes uykusunda, yalnız biz oturuyoruz. Böyle geçiyor içimden” (s. 62).
İkimiz de birer lokma alamıyoruz. Tabakları mutfağa götürmeyi düşündüm. Elimi uzattım, elektriklenmiş gibi çektim hemen. Mutfağa girdiğimde sanki onu orada göreceğim. Resmin sahibini karımı. Bir şeyler hazırlıyor, en sevdiğim melodiyi mırıldanıyor. Beni görür görmez gülecek; ‘Nasıl?’ diyecek, ‘Oturuyor musunuz Semahat’la?’ Ben çocuğun mamasını hazırlıyorum. Hiç meme vermedim bugün. Öyle fena emiyor ki, yara içinde” (s. 62).
Karakterlerin sürekli bir gelgit halinde olduğu bu anlatı, pişmanlıkla zevkin arasındaki mücadeleyi göstermekle birlikte iki hissin arasındaki geçişin ne kadar keskin olduğunu da bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Adamın öykünün başından beri hissedilen hedonist tavrı, yasak aşkıyla zaman geçirdikçe ve evin içerisindeki nesnelerin/anıların etkisiyle yerini büyük bir pişmanlığa bırakmaktadır. Başını duvarlara vurmak isteyen adam, içinde bulunduğu iğrenç durumdan bir an önce kurtulmak arzusuyla boş caddenin karanlığında etrafı gözler ve etrafın müsait olduğundan emin olarak, bir daha görüşmemek üzere, yasak aşkını evine yollar.
Kitabın son öyküsü, “Kulaktaki Darı”, iş yerinde annesinin yanında oyun oynayan bir çocuğun kulağına darı kaçırmasından sonra yaşanılanları anlatmaktadır. Anne Hatce, çocuğu inşaatta çalışan kocası Hasan’ın yanına götürür. Hasan’da çocuğu alarak darıyı çıkartacak doktor aramaya başlar. Devlet hastanesine gittiklerinde bu işe bakacak doktor üç gün izinli olduğundan oradaki başka bir doktorun yönlendirmesiyle Hasan çocuğu başka bir uzmana götürmek zorunda kalır. Gidecekleri uzmanın, muhtemelen özel bir poliklinik, fazla para alacağını düşünen Hasan hem parası kalmayacağı için sıkıntıya düşmekte hem de doktor kendinde olandan fazla para isterse bunu nasıl ödeyeceğini düşünmektedir. Oğlu Hüseyin’le birlikte mahallenin büyüğü ve çok saygı duyduğu bir ağabeyi olan Dursun amcaya gitmeye karar verirler. Dursun amca ile doktora giderken Hasan’ın zihninden geçenlerin tek tek anlatıldığı öyküde Hasan’ın içinde olduğu müşkül hal ve çaresizlik yansıtılır. Doktora varıldığında adam kısa bir muayeneden sonra Hüseyin’in kulağındaki darıyı çıkartır ve öykü alttaki konuşmalarla son bulur:
“Elini cebine attı. On liralığı avucunun içine aldı. Gözü doktorda.
Borcumuz ne tutuyor bey?
Doktor darı tanesini tekrar göstererek. Gayet sakin: ‘Elli lira. Hep yetmiş beş lira alırım. Sizden az isteyişimin sebebi…’
Sözünü tamamlamadı. Dursun Amca’yla Hasan’ı süzdü…” (s.76).
Dar gelirli bir ailenin yaşadıklarının anlatıldığı bu öykü de Yörük’ün diğer öykülerinde olduğu üzere psikolojik bir hüviyete sahiptir. Nitekim yazarın ele aldığımız yedi öyküsünde de ruhsal tahlillerin yoğun olduğu, ancak bunların çok da derinlikli olmadığı göze çarpmaktadır. Yörük, anlatılarında mekân, diyalog, betimleme ve ritim gibi unsurları usta bir şekilde harmanlayarak iyi bir öykü atmosferi yaratmaktadır. Böylece yazar, hem okuru metnin dünyasına rahatlıkla çekebilmekte hem de okurla olay arasında bir “duygudaşlık”[1] kurabilmektedir.
Yine Yörük’ün işlemiş olduğu şahsiyetlere bakıldığında bunların çoğunun toplumun aynı kesiminde yer aldığı görülür. En azından Çölde Bir Deve için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Yörük’ün öykülerindeki kahramanlar toplumun alt ve orta-alt tabakasından seçilse de ikinci ve üçüncü derecedeki karakterlerin yer yer üst tabakadan seçildiği olmuştur. Yine yazarın öyküler arasındaki konu seçiminde benzer bir tutum sergilediği, olaydan ziyade insanın ruhsal tarifine odaklandığı, bu tahlilleri yaparken de mekân ve nesne gibi unsurlardan sıkça yararlandığı ve hatta hislerin tezatlığı üzerinden, yukarıda vurgulandığı üzere, “bıçaksırtı” tabir edilen gelgitli karakterler yarattığı görülür.[2]
[1] Tosun, Necip (2018). Modern Öykü Kuramı (3. baskı). Ankara: Hece Yayınları.
[2] Metin içi alıntılarda Atatürk Kitaplığı “99241” demirbaş numarasıyla kayıtlı Çölde Bir Deve kullanılmıştır: Yörük, Cengiz (1965). Çölde Bir Deve. İstanbul: Yeditepe Yayınları.