
Dilek Sarıboğa
Muzaffer Buyrukçu’nun en önemli eserlerinden Kavga, ilk kez 1967 yılında yayımlanmış, ardından edebiyat camiasında ses getiren bu eser; hemen ertesi yılında, 1968’de, Sait Faik Armağanı’na layık görülmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlardan Türkiye’ye göç eden bir aileyi merkeze alan bu eser, kalabalık bir ailenin yeniden kurdukları hayata alışma süreçlerini, geçmişteki hayatlarından hareketle bugüne yaklaşımlarını, göçmenlikle bağlantılı olarak yabancılaşma hâllerini ve dozu artan yoksulluğu tanıma serüvenlerini anlatır. Yazar yine 1992’de yayımlanan Dar Sokaklardaki Duman ve 1998’de yayımlanan Ucu Güllü Kundura adlı romanlarında da aynı Balkan göçmeni ailenin ve çevresindekilerin hikâyelerini anlatarak sonraki eserlerinde Kavga ile metinlerarası bir ilişki kurar.
Kurguları ve öyküleri bir zincirin halkalarıymışçasına birbirine bağlamayı tercih eden Buyrukçu’nun kaleme aldığı Kavga, 7 ayrı öyküden oluşur; kitapta yer alan öyküler, çeşitli unsurlarla birbirine bağlıdır. Aynı karakterler, aynı mekân ve tahminen aynı zaman aralığında gerçekleştiği sezilen olaylar öykülerde yerini alır. Yalnız Buyrukçu, öykülere isim değil numara vermeyi tercih etmiştir; bu yönteme Buyrukçu’nun başka öykü kitaplarında da rastlanır. Yazar bu şekilde öyküde işlenen konuyu sınırlamak ve tanımlamaktan uzak durur. Aynı karakterlerin serüvenini anlatan bu öykülerde olay örgüsünün kronolojik olarak ilerlediği söylenemez çünkü yaşanan zamanın bilgisi hiçbir şekilde verilmez, bununla birlikte öyküler arasında birbirine bağlı, sebep sonuç ilişkisi kurulabilecek bir hadiseye de yer verilmez. Bu sebeple her bir öykünün müstakil olarak tasarlandığını söyleyebiliriz, yekpare bir romanın bölümleri olarak değerlendiremeyiz. Metinde tüm öyküler aynı aileyi merkeze alır ve ailenin fertlerinin kişisel hayat serüvenlerini, toplumda öne çıkan durumların ışığında serer Buyrukçu. 1960’larda dönemin sosyal, siyasi, toplumsal özelliklerini ve bununla birlikte dönemdeki hayat şartlarından farklı profildeki bireylerin nasıl etkilendiğini de sergileyen bir eser ortaya koyar.
Kalabalık bir aileye ve dolayısıyla kalabalık bir şahıs kadrosuna sahip bu öykülerde bulunan karakterler: Ana, Baba ile çocukları Naci, Mehmet, Sevim, Nuran, Osman; Dayı, Bayram’dır. Bu ana kahramanlar haricinde komşuları Seta ve annesi diyaloglara dahil olur ancak başka herhangi bir kahraman kurguya doğrudan katılmaz; ancak arka planda sergilenen olaylara, anlatılan hatıralara bağlı olarak başka kahramanların da dolaylı olarak metinde yer aldığını söyleyebiliriz.
İlk öykü, Baba’nın kardeşinden gelen mektubu aile içinde sesli okumasıyla başlar. O sırada Bayram’ın da eşi doğumdadır, ailece heyecanla beklenen bir anla giriş yapılır. Metinde tüm ailenin (bazı durumlarda aile üyelerinin çoğunluğunun) bir arada bulunması önemlidir. Çünkü Buyrukçu’nun metinde tasarladığı bir kişinin/bir çiftin hikâyesi değil, birbiriyle olan ilişkilerinin ve topluluk olarak hareketlerinin ön plana çıktığı bir aile hikâyesidir diyebiliriz. Bu sebeple kitabın giriş sahnesi, bu olaylı, yoğun diyaloglarla çevrili ilk hikâye, Buyrukçu’nun çoksesli anlatımını gözler önüne serer.
“Tekirdağ’daki bir müteahhidin yanında çalışan Rafet’ten gelen mektubun kopya kalemleriyle yazıldığı için parlayan satırlarını, gözlerini yaklaştırıp uzaklaştıra uzaklaştıra okuyan Baba, ‘Ayıp etme koca adamla, ayıptır.’ Dedi, sökemediği satırlara düşünceli gözlerle baktı. Dayı ‘Sen işine bak’ dercesine göz kırptı Mehmet’e, gülmeye hazır yüzü donuklaştı.” (s.197)
Bunların ardından her nedense metinde bu doğumdan ve bebekten bir daha bahsedilmez, Buyrukçu söz konusu çekirdek ailenin perspektifinden hikâyeyi sürdürür. Doğum sahnesinden sonra Bayram’ın çekirdek ailesine geri dönülmemesi bu noktada ilgi çekicidir. Metin boyunca devam eden diğer parçalı hadiselerden biri gibi yaşanır ve üzerinde durulmaz, metin bize bu doğumla bağlantılı olarak bir şey söylemez. Aynı durum metnin tamamı için geçerlidir, Buyrukçu bu öykülerde sadece an’ı yansıtmak ve küçük olayları göstermek ister. Metnin devamında Ana’nın geriye dönük anılarını, çocuklarını büyüttüğü zor koşulları anlattığı bir bölüm çıkar karşımıza. Bu bölümde Ana ön plandadır ve kendi perspektifinden dönemin şartlarının, bu şartların ailesine ve kendisine etkilerinden bahseder. Yine aynı bölümde kardeşlerden Mehmet hastadır, ev ahalisinin ettiği sohbetin arka planında evin salonunda yatan Mehmet’in durumu hakkında da konuşulur. Bu sohbetlerde mevzubahis genellikle ailenin ekonomik durumu, gelecek kaygısı, geçmişe özlem olur. Yoksullukla mücadele içinde sürdürdükleri bu yaşamda birey olarak ikincil kaygıları barındıramadıklarına şahit oluruz, temel olan geçim kaygısı, günü kurtarma ve var olma çabasıdır.
Ailede ön plana çıkan kardeşlerden biri de Naci’dir. Öyle ki kardeşler arasında en eğitimli ve en girişken kişi olarak hikâyede ön plana çıkar sık sık. Hem ailesi hem de çevresi tarafından sözü dinlenen, saygı duyulan biri olarak dikkat çeker.
“Dut rakısı yapar insan böyle bir bahçesi olursa, dedi Bayram; kendisini her zaman bilgisizlikle suçlayan Naci’ye baktı, bu konuda da kendisine bir şey diyeceğinin olup olmayacağını anlamak istercesine.” (s. 300)
Ancak Naci karakterinin en ilgi çekici özelliği, öyküdeki diğer kahramanlardan farklı olarak özel hayatına da yer verilmesidir. Naci’nin asıl romantik ilişki yaşadığı kişi, komşularından yine göçmen bir ailenin kızı olan Seta’dır. Seta aynı zamanda Naci’nin kız kardeşleriyle de arkadaştır ve bu sebeple sık sık eve girip çıkmakta ve aile tarafından kabul edilmiş durumdadır. Ancak Naci’nin Hafize ve Naciye adlarında, yine aynı semtte yaşayan, aynı çevreden başka kadınlarla da ilişkisi vardır. Bu kadınlarla ilişkileri daha yüzeyseldir. Bu durumdan da ailesinin haberi olmasına rağmen kimse ayıplamaz, gençliğine verilir ve tolere edilebilir bir durum olarak karşılanır nedense. Burada aile tarafından beklenen, Naci’nin görüştüğü kızlardan birini artık “seçmesidir”. Metnin sonlarına doğru Seta ve Naci’nin ilişkisinde bazı anlaşmazlıklar yaşanır ve bu çift üzerinden anlatım şekillenir. Başka kadınlarla ilişki yaşamasına rağmen Naci, Seta’yı izin almaksızın gezmeye plaja gittiği için arkasından iş çevirmekle itham eder ve hayli kıskanır.
Son öyküde ise aileden uzakta kalan Osman’ın mektubunu okurlar, ilk öykünün başlangıç sahnesi gibi aile yine bir aradadır. Osman’la ilgili anılarını anlatır ve sohbet ederler. Metnin genelinin aksine son sahnede birlikte olmanın, aile olmanın getirdiği saadetle geleceğe dair umut dolu bir an yaşanır.
Metinde anlatım genellikle diyaloglar üzerinden ilerler, iç konuşma tekniğine yer verildiği noktalarda yine duygusal tasvirlere girmeden monologlar yönlendirir anlatımı. Bu şekilde okuru yormayan, akıcı ve tarafsız bir dil belirir. Metinde yer alan aileyle birlikte komşuları ve arkadaş çevreleri de farklı bölgelerden geldikleri için yerel söyleyiş özellikleri, alıntı sözcükler sık sık kullanılarak metni zenginleştirir.
“Bu uzun boylularda akıl tipita (yok) derim de kızarlar bana. Kolay mı bu işleri yapmak? Sen sakat bir adamsın mesela. Kemiklerini privonla (testere) kesmişler, burdan tren yoluna kadar zor yürürsün.” (s.301)
Kalabalık bir aile hikâyesinin anlatıldığı bu eserde detaylı mekân bilgisine ve tasvirlere de yer verilmez. Buyrukçu bilhassa tasvirlerden zaman ve mekân detaylarını işlemekten kaçınır. Mekân ve zaman yazar tarafından gösterilecek şekilde değil, metnin içerisinde hissettirilecek şekilde kurgulanmıştır. Mekân olarak genellikle ev tercih edilir; bunun dışında yaşadıkları İstanbul’un yoksul semtlerinden birinde (Bir noktada Fatih – Nişanca olduğu bilgisi verilir.) sokakta vakit geçiren erkeklerin aracılığıyla açık alan olarak sokaklar yer alır. Mekân bilgisi ailenin yaşadığı ev üzerinden öne çıkar zira çocukların en çok istediği şey yaşanan eski, yıkık dökük ve her türlü zarardan etkilenmeye müsait gecekondudan çıkıp temiz, konforlu ve “herkes gibi” yaşamanın sembolü olan bir apartman dairesine taşınmaktır. Metinde bu isteğin üzerinde sık sık durulur, bu ahşap ve dayanıksız ev metinde çocuklar için aidiyet duygusunu zedeleyen bir sembol gibi yer alır. Sırf yaşadıkları ev sebebiyle evlerine misafir çağıramadıklarından, yaşadıkları evden utandıklarını vurgularlar; bu sebeple herkes gibi olmanın, aidiyet kazanmanın, dışlanmamanın anahtarı bir apartman dairesine taşınmaktır.

Metinde yağmur ve fırtınanın şiddetli olduğu bir gün, evin çatısından su basması ve gece yarısı durulmayacak bir hâle getirmesi hadisesi epey dikkat çekicidir. Ailenin içinde bulunduğu durumun fiziksel bir yansıması kabul edilebilir, sahip oldukları imkanların sınırlarını zorlayan bu durum karşısında hiçbir şey yapamazlar. Burada evin çocukları fırtınaya maruz kalmak yerine çözüm aramak taraftarıdır, kendilerini korumaya çalışırlar. Ancak baba karakteri bu yaşanan duruma karşı hissizleşip tepki vermemeye başlar. İçinde oldukları yoksulluğu önleyemediği için bir nevi kendini cezalandırır.
“Aklıma bir şey geldi, dedi Naci, ‘Karyolanın altına sersek yatağı, üstüne de bir kilim atarız. Kilim ıslanıp damlayıncaya kadar zaten sabah olur.’ ‘Öyle olsun bir kere deneyelim’ dedi Baba. Kızlar karyolanın altına tıkılmış ıvır zıvırı çıkardılar, süpürdüler, yatağı yanlamasına serdiler.” (s.348)
Buna benzer bir hadise de ailenin evini tahtakuruları bastığında yaşanır, evdeki konforu altüst eden tahtakurusu basması epey canlı bir dille aktarılır, bu koşullarda, yoksullukla sadece yaşamak bile bir mücadele gerektirir.
“Ha, ha, haaaa. Bu padişahları, bak ne kadar da büyük, dedi Bayram, yürüyemeyecek kadar şişmiş bir tahtakurusunu suya attı… ‘Öldürün namussuzları!’ dedi Mehmet.
‘Vurun!’ diye bağırdı Baba, ‘Vurun pezevenklere!’
‘Yorganın altına giriyor Nuran, tut!’ dedi Mehmet, Nuran yatağa atıldı, ‘Yakaladım,’ dedi, ‘Bakkal Muhsin’e benziyor bu.’
Her yerde yuva yapıp binlerce döl bırakmış tahtakuruları öldürdükçe geliyorlardı. Parmak uçları kan içindeydi.” (s.317)
Kavga edebi anlayış bakımından değerlendirildiğinde ise toplumcu gerçekçi edebiyatın izlerini taşıdığı görülmekte. Ancak metnin atmosferinde toplumu sergilemenin yanında bir de bunalım hakimdir. Bu atmosferi taşımasında Kavga’da ve Muzaffer Buyrukçu’nun diğer öykü ve romanlarında da yer verdiği göç temasının etkisi olduğu söylenebilir. Metinde söz konusu ailenin, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Balkanlardan (öyküde Manastır olduğu bilgisi veriliyor) Türkiye’ye göçtüğü biliniyor, uzun yıllardır İstanbul’da hayatlarını idame ettiriyorlar. Geçirilen uzun yılların ardından hâlâ arta kalan yabancılaşma, topluma uyum sağlayamama, geçmişe özlem ve kendini gerçekleştirememe hissiyatının verdiği eksiklik metinde kendini gösteriyor. Göçmenlik sorunlarından aileyi en çok sarsan durum, ekonomik anlamda memleketlerinde sahip oldukları refahı burada bulamamaları ve İstanbul’da daha zor koşullarda yaşamak zorunda kalmalarıdır.
“Nerdeee o top top yağlar, dedi Baba… ‘O kaymaklar!’ dedi Ana. ‘O buz gibi etler, o peynirler, o yoğurtlar’ dedi Bayram. ‘O küpler dolusu pekmezler. Üzüm pekmezi, dut pekmezi, marmelatlar yine ayrı. Her sabah aç karnına koca bir maşrapa üzüm pekmezi içerse insan kuvvetli olmaz mı, dedi Baba.”
Her sene üç dana keserdik. Kavurma, kıyma yapardık. Al bir parça kıyma, sür ekmeğine, biraz salça tamam!… İnsanın canı başka bir şey istemez ki, dedi Ana. Kendileri gibi ağızlarını oynatan, başlarını eğen ve kıkır kıkır gülen kızlara baktı alay konusu olacak bir şey söylememiş gibi, ‘Niye gülüyorsunuz kız kuçkalar. Ha? Maymun mu oynar?’ Onlara yalan gelir tabii, görmediler ki ne bilsinler’ dedi Baba, doğruldu sesini yükseltti…” (s.307)
Göçmeden önceki hayatlarında orta sınıfın üzerinde bir refah seviyesine sahip olan aile, Türkiye’ye geldikten sonra artan yoksullukla birlikte devamlı misafir gibi hissettikleri, ait olamadıkları bu topraklarda göçmenlik hissiyatından kurtulamaz. Burada bu duygunun bilincinde olan kişiler Baba, Ana ve Dayıdır. Naci, Mehmet, Osman ve Nurten çocukluklarından itibaren İstanbul’daki koşullarda yetiştikleri için ailenin ilk nesli gibi bir eski-yeni karşılaştırmasına giremezler, aynı koşullarda yaşıyor olmalarına rağmen benzer bunalımı göstermezler. Aynı zorlu hayat şartlarını, barınma ve beslenme güçlüğünü ailenin ilk nesliyle paylaşan ilk çocuklar; onlardan farklı olarak yaşadıkları hayata karşı çok daha iyimserlerdir.
Kavga ile yoksul kesimlerin yaşam kaygılarına, göçmen psikolojisinin ve ona bağlı gelişen var olma mücadelesinin çeşitli aşamalarına şahit oluruz. Bunlar yaşanırken kuşak çatışması, birey olabilme arzusu ve aidiyetsizlikten kaynaklanan bunalım gibi durumlar da meselenin arka planında gerçekçi bir yaklaşımla cereyan eder. Buyrukçu’nun oldukça açık bir şekilde devrin siyasi ve toplumsal sorunlarına bağlı eleştirel durumlara ışık tutabildiği bu eser, döneminin dikkate değer eserlerinden biri olarak okura sunulmuş, 1968 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık bulunmuştur.