Anıl Yağcı
Yabancılaşma denilince çok geniş bir anlama gelecek bir kavramla karşı karşıya kalmış oluruz. Yabancılaşmanın birçok hali bulunmaktadır: Bireyin kendine yahut topluma yabancılaşması, toplumun yabancılaşması, emeğe yabancılaşma, ürüne yabancılaşma, ontolojik yabancılaşma, etik yabancılaşma, ideolojik-politik yabancılaşma vb. Zaman ilerledikçe kendi içinde anlam dönüşümünü yaşayan bu kavram, her çağın kendi ruhuna uygun bir şekilde içeriklendirilmiştir. Bu kavramın içselleştirilmesine ve daha çok tanınmasına ise hiç şüphesiz çeşitli edebiyat eserleri ve filmler aracılık etmiştir. Birçok eserde çeşitli yabancılaşma türlerini görmüşüzdür. Sadece edebiyat eserleri de değil filmlerde de bu kavramın işleniyor olmasında gözle görünür bir artış vardır. Burada inceleyeceğim Kerr filminde de çeşitli yabancılaşma türlerine tanıklık etmekteyiz. Bunlardan ilki toplumu temsilen filmdeki kasaba ahalisinin yabancılaşmasıdır. Diğeri ise yabancılaşmış toplumda etkisini biraz daha yitirerek o topluma uyum sağlayıp bir bakıma kendine yabancılaşma durumudur. Burada benimseyeceğim yöntem, filmin çağrıştırdığı ve işlediği kavramları seçtiğim edebiyat eserleri üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde incelemektir. Karşılaştırma yöntemini seçmemin nedeni ise karşılaştırmanın eserler arasındaki benzerlik ve farklılıktan hareketle parça ile bütün, öz ile görünüş arasındaki bağlantıyı daha sağlam kurmamıza olanak tanır. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bu denemede edebiyat ve sinema disiplinleri arasındaki birbirini besleyen güçlü bağdan yararlanarak Kerr filmi incelenecektir.
Film, istasyonda işlenen bir cinayete tanık olan Can’ın polis istasyonunda soluğu almasıyla başlıyor. Cinayetle ilgili ifadesini verdikten sonra polisler tarafından kasabada kalması -nedendir bilinmez- yönünde talimat veriliyor. Tuhaflıklar silsilesi böyle başlıyor. Ardından kasabada bir sürü tuhaf diyaloglara girmek zorunda kalan Can, kasabadan kurtuluş reçetesini bulmak için çabalarken üstüne sokağa çıkma yasağının gelmesiyle iyice köşeye sıkışıyor. Kasabada girmek zorunda kaldığı sohbetler nedeniyle cinayetin gizemini de hisseden Can, bir yerde cinayete kurban giden maktulün eşi ile katili birlikte görür. Maktulün eşine ulaşmaya çalışırken Can kendi sonunun geleceğinden de bihaberdir. Filmde zaman ve mekân mefhumları belirsizdir. Sadece bir taşrada geçtiğini bildiğimiz film; Can’ın, babasının ölümünden sonra ilk kez geldiği kasabadaki sıkışmışlığını konu alıyor. Kasabada zorla tutulan Can karakterinin bakışından filmde; suçun ve suçlunun umursanmadığını, keyfi karar veren iktidar erkini, karakterlerin diyaloglarına bakınca bir günün diğer bir gününü tutmadığını gördüğümüz karakterlere bir bakış atıyoruz. Kerr filmi birçok soruna temas eder; anlam sorunu, görme meselesi ve bir türlü bitmek bilmeyen tekrarlar. Osmanlıca’da “tekrar” anlamına gelen Kerr ifadesi Kürtçe’de “sağır” anlamına gelir.[i] Tekrar ve sağır ibaresini aynı potada eritecek olursak bir şeylere karşı duyularımızı yitirdiğimizde yani körleşmiş yahut sağırlaşmış olduğumuzda o şeyin yine tekrar ettiğini görürüz. Film bu iki anlamı fazlasıyla yaşatır. Kasaba halkının sürekli birbirini tekrar eden diyaloglarına sebebiyet veren şey gene halkın sağırlaşmasıdır. Olan biteni duymazlar ya da duymamazlıktan gelirler. İşlenen cinayet onların umurlarında değildir, yeni bir cinayetin işlenecek olması da pek tabii onları ilgilendirmez. Tayfun Pirselimoğlu yabancılaşmış bir toplumu bütünüyle resmeder. Film tam olarak da bunu anlatır.
Filmin üzerine inşa edildiği iki sac ayağından birisi “yabancılaşma” kavramıyken diğeri de “hegemonya” kavramıdır. Filmi doğru okumak için bu kavramların anlamıyla beraber filmdeki işleniş şeklini iyi gözlemlemek ve analiz etmek icap ediyor.
Gramsci’nin 20.yy’da ortaya attığı hegemonya kavramı güncelliğini yitirmiş değil. Öncelikle kavramsal bir çerçeve çizecek olursak hegemonya kelimesinin etimolojik kökenini inceleyerek işe başlayabiliriz. Hegemonya kelimesi Yunanca ‘hegemonia’ kelimesinden gelmektedir. Bir sistem içerisindeki bir elemanın diğerlerinden üstün ve baskın olduğunu belirtir. Kavramın ‘dominance’ yani egemenlik kelimesine dayandığı ve bir milletin diğerleri üzerindeki üstünlüğü anlamına geldiği ifade edilmektedir.
Hegemonya kavramı bir çeşit rıza ve kabul edişlerle beraber egemen olma yahut egemenliği sürdürmeyi ifade ederken aynı zamanda öznenin iktidarını kurmasını sağlar. İncelediğimiz Kerr filmi devletin ve bazı kişilerin filmin başkarakteri Can üzerinde kurdukları hegemonya üzerine inşa edilmiştir. Buna bir örnek verecek olursam Can’ın seyahat hakkının kısıtlanıp ona kasabadan çıkmasının yasaklanmasıdır. Can filmde bir “nesne” konumundadır. Can’ı nesne konumuna düşüren şey onun üzerinde kurulan hegemonya ile Can’ın konformist yapıya bürünmesi ve haliyle kendine yabancılaşmasıdır. Kendini bir tuhaflıklar silsilesinin içinde bulan Can sürekli bir yere çekilir, kasaba ahalisi tarafından kendisiyle sürekli benzer nitelikli konuşmalar yapılır. Özellikle babana benziyorsun söylemi ile “Ne görüyorsun?” sorusu üzerinde tekrar eden sahneler görürüz. Can da en son hiçbir şey anlamadığını dile getirerek isyan eder. Can’ın anlaması gereken şey nedir? Can etrafındaki tuhaflıkları niye anlayamamaktadır? Sorun gerçekten Can’da mıdır ya da toplumda mı? Burada Can’ın konformist ve pasifist bir yapıda olmasının nedenlerini incelemek gerekir. Can’ın bir “statüko nesnesi”ne dönüşmesinde kasaba ahalisinin yabancılaşmasının etkisi büyüktür. Can bir nevi toplumun yabancılaşmasının “trajik yansımasını” konformist bir yapıya bürünerek yaşamıştır. Can’ın anlaması gereken temel şey şudur ki: Filmde bir “anlamsızlık bulutu” gezmektedir. Bu bulut “anlamsızlık” yağdırarak hiçbir köşeyi kuru bir şekilde bırakmadan ilerlemektedir. Bu anlamsızlık aslında filmin tamamına baktığımızda anlamlıdır. Çünkü anlam dediğimiz şeyin kendisi anlamsızlıktan doğar. Aynı “hayatın anlamı nedir?” sorusunun hayatın anlamsızlığından doğması gibidir. Bu, anlamın nesnelerle değil; dille ilgili bir mesele olduğu durumudur. Buradaki mesele bir özellikten ziyade ondan söz ediliş tarzındadır. Can’ın “Hiçbir şey anlamıyorum, hiçbir şey.” demesi ile ahaliden birisinin “Anlayıp da ne yapacaksın böyle işte.” demesi arasındaki bağlantı anlam meselesine ışık tutan bir konuşmaydı.
Tayfun Pirselimoğlu filmi dokurken çeşitli sembollerden yararlanırken; kapalı, karanlık ve alegorik bir anlatım benimsemiştir. Bu sembollerden en önemlisi kuyudur ve bu sembolü göstergebilimsel yöntemden yararlanarak çözümleyecek olursak burada gösteren kuyu, gösterilen içinde su bulunan bir çukur, gösterge ise hayatın kendisidir. Can, filmde kuyuya bakarken kendi hayatını gördüğünden bihaber şekilde bakmaktadır. Hiçbir şey göremezken öylece bir boşluğa bakar. Can’ın hayatı da kasabadaki absürdlüklerle beraber bir boşluğa dönüşmüştür. Filmin sonundaki devasa çukur bir nevi Can’ı yutmuştur. Can’ın hayatı gözünün önünde kayıp gitmiştir ve Can buna yönelik hiçbir şey yapamamıştır.
Bir diğer metafor ise Can’ın babasıdır. Gösteren baba figürü, gösterilen doğumuna sebep veren bir aile ferdi, gösterge ise anlamsızlıktır. Can’ın babasına benzeyip benzememesi meselesini anlamsızlık üzerinden okumak mümkündür. Can’ı salt özne olarak kabul etmeyen kasaba ahalisi onu bir nesne konumunda değerlendirip Can’a, kendi hayatının anlamsız olduğu çıkarımında bulunmaya zorlamışlardır. Bir başka metafor ise filmdeki köpeklerdir. Gösteren köpek, gösterilen insanı yiyen bir hayvan, gösterge ise korku mefhumudur. Filmdeki tuhaflıklar silsilesinin arka fonunda sürekli bir megafonla duyuru yapılmaktadır. Başıboş köpeklerin tehlikesinden bahsedilirken bir “korku hegemonyası” oluşturmak amaçlanmıştır. Sokakta gezen devriyeler, sokağa çıkma yasağı bunun belli başlı örnekleridir.
Bunu incelerken bazı edebiyat eserlerinden yararlanmak gerekir. Bu eserlerden; Beckett’in Godot’yu Beklerken’i, Kafka’nın Dönüşüm’ü, Canetti’nin Körleşme’si ve Saramago’nun Körlük’ü bu yazının içeriğine dahil olacak eserlerdir. Kerr’deki yabancılaşma ile burada ismini zikrettiğim eserlerdeki yabancılaşma gerek farklılığı gerekse paralellikleriyle birlikte mukayeseli bir şekilde ele alınacaktır.
“Kime, Neye” Yabancılaşmak?
Edebi eserlere geçmeden önce yabancılaşma kavramının bu yazıdaki kullanımını ifade etmekte fayda var. Çok geniş bir anlamı kapsayan bu ifadenin anlamını şu şekilde tasavvur edebilirim ki; “bu kavram, ele alınan metin özelinde bir anlam ifade etmektedir.” Yabancılaşmayı film ve romanlar kapsamında değerlendirirken bu kavramı o metin nezdinde, o metinde ne anlama geliyor, neyi karşılıyor gibisinden yorumlamak daha sağlıklı olacaktır.
Literatüre baktığımızda Henri Lefebvre de sorduğu sorularla beraber yabancılaşma kavramına bir bakış atmıştır. Özellikle çok sayıda ve çok biçimli yabancılaşmalar olduğunun altını çizerken; yabancılaşma kavramının toplumsal bilimlerde ve gündelik hayatın eleştirisinde kullanılabilir kılmak için bazı önermelerde bulunmuştur.[ii] Bu önermelerin sonucunda bir yabancılaşma tipolojisi oluşturmanın şart olduğunu ifade etmektedir. Bu çıkarıma, yabancılaşma çeşitliliğinin çok olmasının yanı sıra yabancılaşmanın; basit, nesnel ve genel bir ölçütünü bulmanın zorluğundan ulaşır.
Bu edebi eserlere bir bakış atarken Saramago’nun Körlük’ü toplumun hep birlikte yabancılaşmasını ve bununla mücadeleye girişen baş kahramanı merkeze aldığı bir hikâyeyi anlatır. Diğer iki roman ise bir demet oluşturur. Bu demette ise Dönüşüm ile Körleşme vardır. İkisinde de başkahramanların topluma yabancılaşması mevcutken buna ek olarak toplumdaki diğer kişilerinde bir yabancılaşmaya kapılmasını ve hatta bu romanlardaki başkahramanların yabancılaşmasının da tamamen bundan kaynaklandığını anlarız. Şöyle ki; her biri, birbirinden farklı yabancılaşma türlerini birbirinden daha farklı şekilde tasavvur eder.
[i] https://fikrisinema.com/kerr/
[ii] Bu önermeler bu yazının konusu olmadığı için sadece bahsedilmiştir. Bu önermelere bakmak isteyenler için bkz: Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi II, çev: Işık Ergüden, Sel yay, 2019.