.

Karın Işığıyla Kamaşan Göz: Sus Barbatus! 1

Nedret Öztokat Kılıçeri

Faruk Duman 2018’de yayımlamaya başladığı üçlemesinin birinci kitabında baştan aşağı buzdan bir dünyayı anlatıyor. Dağlar, göller, rüzgâr doğada ne varsa buz kesmiştir burada, evlerin damlarından, ağaçlardan buzdan kılıçlar sarkar, insanların, atların nefesi, evlerin bacalarındaki duman buza keser. Kar buz olarak yağar, iğne gibi, kurşun gibi acıtır yüzleri. Öyle “yaman bir soğuk” egemendir ki buraya, “su suluğunu, ağaç ağaçlığını unutur” (s.55). Kar tek başına iyidir ama “her şeyin buza kesmesi çok korkunç”tur (s.49). Doğa soğuğuyla ve sesiyle ürkütücüdür: Burada gökyüzü delirmiş gibi “böğürür”, eser durur, eserken de “kızgın[dır] köpük köpük bağırıp durur”; rüzgârın uğultusu buzdan duvarlara “çarpa çarpa parçalanır” ve “öfkeli bir hortum gibi yere iner” , indiği yeri keser”(s.73). Kış, tüm şiddetiyle bir baştan bir başa anlatıyı kuşatır.

Böylece, insanı soluksuz bırakan soğuğun ve dünyayı döven fırtınanın tam orta yerinde hikâye kurulmaya başlar. Başından sonuna, kişileri önce yan yana, sonra ayrı ayrı ama hep güç koşullar içinde görürüz. Bu buzdan dünya düşman gibidir insanlara. Onların dayanıklılığını sınar. Düz anlamıyla da, yan anlamıyla da “uzak” ve “esenliksiz” bir diyardır anlatının uzamı. Burada yaşamak tehlikeyi, tehdidi, ölümü göze almaktır. Havanın tehditkâr hali tüm anlatıya egemen genel atmosferi özetler gibidir: “Gök gürültüleriyle birlikte birden kar taneleri irileşti. Kar topakları birer gülle gibi inmeye başladı” (s.18).

“Gülle” sözcüğünün anlamsal içeriğinde yer alan /sert/ kavramının yanı sıra /savaş/ da, daha romanın başında, /doğa/ ve /kültür/ olmak üzere iki anlam alanına açılan, iki eksende ilerleyecek bir mücadeleyi okura duyurur. Mücadele anlatı boyunca artık bir yaşama tarzına dönüşecektir. Daha ileride yine anlatıcının başvurduğu “gülle” benzetmesindeki şiddet vurgusu daha da belirginleşir: “Nereden geliyorsa koyu azgın kar taneleri ağır gülleler gibi yeryüzünü acımasızca döver, havada görünmez kırbaçlar şaklar, […] öfkeli kırbaçlar” (s.162). “Dövülen” yeryüzü betimi son satıra kadar sürer. 

Amansız doğa koşullarının anlatımıyla başlayan ve ilk aşamada bir yaban domuzu (Sus Barbatus) avının hikâyesini anlatmaya koyulan roman, çok geçmeden ikinci hikâyeyi de bu birinci anlatı düzlemine katar. Böylece doğanın tüm şiddetiyle hüküm sürdüğü bu yabanıl dünyada, yoksul ve yaban domuzu avlamaktan başka geçim yolu kalmamış kendi halinde bir köylünün (Kenan) hayatta kalma mücadelesine, devleti temsil eden güçle (asker) burada yaşayan köylülerin aralarındaki ilişki eklemlenir ve roman bu ikili eksende ilerler.

Her iki hikâyenin uzamı ve zamanı ortaktır. A Dağları, Ç. Kasabası, K. Köyü soğuk iklimi ve sert koşullarının yanı sıra, buralarda yaşayanlara dayattığı olma/yapma biçimleri ve hayati seçimlerle iki hikâyeyi birleştirir. Domuz avı hikâyesinin kişileriyle dağda çatışan çetenin gençleri aynı köyün halkıdır. Domuz avına çıkan Kenan’ın Sus Barbatus’u avlama, eve taşıma ardından da satmaya çalışma süreci, dağdaki çatışmada ağır yaralı yakalanan Faruk’un konuşturulmak üzere tedavi edilmesi için gereken emirleri veren Bekir Komutan ve ona yardımcı olan Kadir Ağa’nın işbirliği süreciyle birbirine paralel ilerler; dolayısıyla aynı öyküleme zamanına yerleşir.

İki farklı eylem çizgisinde (doğayla mücadele/av ve devlet güçleriyle çatışma) ilerleyen bu geniş anlatının kurucu bir diğer öğesi de iki hikâyenin kişileri arasındaki bağlardır (örneğin yakalanan Faruk, Zeynep’in erkek kardeşidir). Bu kişiler iki hikâyeyi aynı izleksel alana taşır: Birinci hikâyenin “av”ı (Sus Barbatus’un ölümü) ikinci hikâyenin de bir av metaforu olarak okunmasına izin verir. Askerle çatışmadan ağır yaralı çıkan gençler de Sus Barbatus gibi ölümün çizgisinde can çekişirler ancak onları biribirinden ayıran en belirgin özellik birinci hikayenin /hayvan/ ve /doğa/ düzenine, ikincinin ise /insan/ ve /toplum/ düzenine yerleşmesidir.  

Fotoğraf: Ali Altuntaş

Hayatta Kalma: Bir Var olma Biçimi

İster av peşindeki köylü, ister devlet yapısıyla çatışan roman kişileri, hepsinin tüm çabasını aynı merkezde toplayan tek bir enerji vardır: hayatta kalma. Onları yaşatan, hayatta tutan, eyleme geçiren bu toplaşmış enerjidir.  Sadece kişilerin doğa koşulları karşısında değil, devlet aygıtıyla köylüler arasında sürmekte olan açık ya da örtülü “mücadele”yi de içeren bir eylem şeması roman ilerledikçe kendini duyurur.

“Hayatta kalmak” zor koşullara karşı kendini korumak, güçlüklerle yaşamayı sürdürmek, tehlikeyi, zorluğu atlatmak gibi insana ait durumları anlatan bir deyim olduğuna göre, roman kişilerinin eylemleri ve edimleri anlatıda bir “mücadele” mantığının işlediğini gösterir. Bu da karar almak, harekete geçmek, bir yerden bir yere gitmek, aramak, iz sürmek, saklanmak, kendini korumak gibi eylemlerde belirir. Eylem şeması kişileri harekete geçiren, onlara kararlar aldıran, onları bir amacın ardına düşüren koşulların bütünüdür ve anlatının mantığını özetler. Elimizdeki roman bu şemayı çok net kurmuştur.

 Karın ve fırtınanın amansız koşullarıyla betimlenen doğanın “öfke”sine teslim olmuş köy ile kasaba arasında sürekli bir yerden bir yere gitmek zorunda olan kişiler (Kenan; Atılay; Doktor Servet; Gülşen) bu zorlu yolcuğun bedelini bedenleriyle öderler. Hastalanırlar (boğaz yangısı, ateşlenme, bayılma, sayıklama) ve donma tehlikesi geçirirler (Kenan, Atılay, Gülşen), ya da kazaya uğrarlar (Faruk, Aysel) .

İki temel anlamsal/izleksel değer olan /yaşam/ ile /ölüm/ arasına yerleşmiştir varlıkları. Bedenleriyle – soğuktan ya da işkenceden – ölüme meydan okurlar adeta. Ne /yaşam/ ne /ölüm/ kategorilerine girmeyen, ancak ara kategori olan /donma/ hali ise sanki canlıyken çektikleri çilenin ertelenmesi, sağaltılması gibi belirir. Hayaller görürler (Gülşen, Kenan) baharın ılık havasını ya da mısır tarlalarını, çocukluklarını izlercesine, yeniden seyre dalarlar. Kapanan bilinçleri onları bambaşka bir dünyanın algısına, iyicil ve saf güzellikleri anımsamanın rahatlayışına götürür. Hoşnutluk ve huzur dolu, ölümün sınırına varırlar. Tam bir huzur gelir yerleşir ruhlarına. Yaşama sevinci bilincin yarı kapalı olduğu sırada adeta bir yarıktan sızar.

Doğa ortamında bu şekilde işleyen bedenin mücadele süreci, askerle çatışan gençlerde de bir bilinç aralığında gelişir (Faruk, Aynur).  İşkence ya da çatışmadan nasıl olduysa canlı kurtulmuş b u ağır yaralı bedenlerden bilinç gökyüzüne “yükselir”, “sınırsızca gezinmeyi” ve bir “rüyanın anısında” (s.204) dolaşmayı deneyimler; onlar için siyasi mücadeleden sağ çıkmaktır esas olan, kendini devletin şiddetinden azade hissetmek, celladın gözünün ta içine bakmaktır. Komadaki Faruk düşünde kiraz ağacının dallarına doğru yükselmek istediğini hisseder. Yeryüzünü bırakarak yükselmek, iyiliği gökyüzünde aramakla eşdeğerdir.

Böylece, inin cinin top oynadığı, yaşlıların ölümü beklediği bu köyde (s.54) kişiler ya işbirlikçi Kadir Ağa’nın oğlu Atılay gibi can sıkıntısından, işsizlikten ve amaçsızlıktan bunalacak, ya Kenan gibi yararsız bir avın peşinde karısını ve kendisini kaybetmeyi göze alacaktır;  ya da dağdaki gençlere katılarak kendilerine bir yaşama ve umut alanı açmaya çalışacaklardır. 

Ne olursa olsun, var olma biçimi doğanın ve toplumsal düzeni sağlamak isteyen devletin şiddeti karşısında “hayatta kalmak”tır. Burada üreyebilecek yegane anlam arayışı mücadeledir. Aralarında en çabasız, en canı sıkılan ve Kenan’ın ölümünü dileyerek Zeynep ve bebeğiyle aile kurmak isteyecek denli ufuksuz ve çaresiz Atılay’ın romanın sonunda aç kurdun pençeleri ve dişleri arasında can vermesi bu açıdan son derece anlamlıdır.

İster Kenan’ın Sus Barbatus ile av öncesi ve av sonrası kader arkadaşlığındaki gibi soğuğun, buzun, fırtınanın şiddetine başkaldıran beden olsun, ister Aynur ve Faruk gibi dağda askerle çatışan ve ölüme direnen beden olsun; kahramanların bedenleri -duyumsama ve algılama aracılığıyla- metni bir baştan bir başa kuşatır. Çatışma ve direnmeyi doğa ve devlet düzenine  (kültür) yerleştirerek kurgulayan roman, bedeni de anlam üreten bir öğe olarak kullanır.

Umutsuzluğun Orta Yeri İnce Bir Umut

Kenan birinci bölümde hamile karısı Zeynep’e ve doğacak bebeğine yiyecek giysi sağlamak umuduyla ava çıkar. Çok geçmeden iri bir geyiğin yaraladığı Sus Barbatus’u vurarak evine getirmeye koyulur. Ancak zorlu hava koşulları, göğsünde dinmeyen sancısı, erzakının tükenmesi ve hayvanın donan cüssesiyle giderek zorlaşan bir serüvenin içinde bulur kendini.  Üstelik leşle beslenen yırtıcılardan gözünü kırpmaya vakit bulamadan korumaya çalıştığı yaban domuzunu kamyoncuların da yardımıyla indirdiği kasabada ve civar köylerde satamayacağını anlaması bu birbirinden güç aşamalarla kurulan serüveni daha da acı bir hale getirir.

Kenan bu umutsuz maceranın içindeyken karısı dağ köyünde, odunu ve yiyecek tek lokma kalmamış yoksul evlerinde tam bir hayatta kalma mücadelesi verir ve bebeğini kaybeder. Bu birinci hikâyede ne geçim kaynağı olarak yaban domuzu, ne de aileyi sürdürecek bebek, romanın başında kendilerine bağlanan umut vaadini yerine getiremez. Ailenin kaderi doğanın şiddetinin yanı sıra, amansız yoksulluktan da payını alır. Ancak Kenan’ın domuzu vurmasına rağmen ona gösterdiği dürtüsel saygı; dağ başında donmak üzere bulduğu Gülşen’i kurtarması ve karısına olan bağı insan değerlerine ait incecik bir umudu anlatının bu birinci katmanına yerleştirir.

Doğanın ya da toplumsal/siyasal çatışmaların keskin sınırında var olmaya çabalayan köylüler birbirlerini tek başlarına, çaresiz bırakmaz. Ormanın ortasında tek başına yaban domuzunu vurduktan sonra, soğuk ve açlık yüzünden kendinden geçen Kenan, donmaya yakın, örgüt tarafından bulunur ve kurtarılır. Aynı şekilde, ilçedeki sendika toplantısına gitmekte olan Mustafa Öğretmeni aralarında öğrencilerinin de olduğu örgüt kurtarır. Gülşen’i donmak üzereyken Kenan bulur. Öldüğünü zannederek jandarmanın sokağa bıraktığı Aynur’un yarı cansız bedenini kasaba bir gece vakti Hüseyin ve karısı evlerine alır, ona bakarlar. Köye getirilen Doktor Servet kendisine Faruk’un (konuşturulmak üzere) tedavisi için ısrar eden Bekir komutanın hışmına karşı oğlanı korumaya çalışırken, karakolda mahsur kalmış komutanın kadın arkadaşı Aysel’in de kasabaya götürülmesi için çözüm üretir.          İnsanlar arası bu yardımlaşma, derdi paylaşma, yiyeceği, odunu paylaşma, birbirini merak etme gibi koşulların yanı sıra şehirde ya da köyde örgüte katılan evlatlarını merak eden annelerin (Gülşen) kırgın ve umutsuz ruh hali de bu sert iklimin içinde insana özgü cılız bir umut ışığı gibi titreşir. 

Komutan Bekir ile işbirliği içinde gençlerin yerinin ortaya çıkması için uğraşan ve “komünistliğe bulaştıkları” için aralarında yeğeni de olan gençleri dışlayan Kadir Ağa’nın karısı Emine farklı duruşuyla bu duyguyu somutlaştırır. Her şeyin iyice tatsızlaştığını, oğlunu arayan yengesi Gülşen’e Kadir Ağanın yardım etmeyişini, hatta suçlayışını onaylamaz, kocasının tavrından ötürü ailece köylüler tarafından dışlanmalarının ezikliğini duymaktadır: “Bunun burası bir köy. Bir köy” (s.197) diye itiraz etse de Emine devlet ve köylü ayrışmasının ve devletle işbirliğinin şifrelerine yabancıdır. Emine’nin anlatıdaki yeri bir bakıma bu bölünmenin açtığı toplumsal yaranın bireysel vicdanda uyandırdığı itirazı aktarmayla ilişkilidir.

İnsan Bedeninde Hayvanın Ruhu

Sus Barbatus yabanıl doğanın bir üyesidir. İnsanların dünyasına katılması Kenan’ın onu avlamasıyla başlar. Sus Barbatus kısa bir süre ölü kaldıktan sonra bir gün, havanın aydınlandığı bir an yükselmeye başlar ve hayvanın cansız kocaman bedeninden “domuz suretinde bir bulut” ağaçların arasından göğe yükselir. (s. 137)  Yeni bir yaşama açılır Sus Barbatus’un ruhu;  hareket edebildiğinin bilincindedir; istediği yere gideceğini kavrar. Ve en önemlisi, geyiğin boynuz darbeleriyle gözünü kaybettikten ve ardından avcı (Kenan) tarafından vurulduktan sonra ilk kez acıları son bulur. Bedeninden özgürleşen yaban domuzu  “kendi kendisini yeniden bulacağını” (s.138) düşünür ve komutan Bekir’in sevgilisi Aysel’in bedenine girer. Hayvan iyice şaşkındır: İnsanlara ilk kez bu kadar yaklaşmıştır. Görecekleri ise bir insanlık dramıdır.

Koma halinde karakola getirilen ve doktorun önerisiyle, tedavi amaçlı, Bekir Komutan ile Aysel’in kaldığı lojmana yerleştirilen Faruk’u bu bölümde Aysel ve bedenindeki Sus Barbatus’un ruhunun gözünden izleriz. “Bu adamdan kimseye zarar gelmez ki, diye düşündü. Yazık etmişler. Ah yazık etmişler buna. Boşuna kıymışlar bu çocuğa. Baktıkça sevdi, kendisine, çok bir yakınına bakar gibi oldu. Olunca da birden telaşa kapıldı. Ölmesin bu çocuk dedi fısıltıyla”  (s.165).

Bu gözlem Sus Barbatus’un ölüm bilincinin Faruk’un can çekişmesinde yansıma bulması ve ona ölmeden çektiği acıyı anımsatması kadar, Aysel’in söyleminin mağarada saklanan gençleri de kapsayabileceğini duyurması açısından, romanın çatışma temelinde kurulmuş olay örgüsüne anlatı içinden getirilen bir yorum gibi de okunabilir. Gülşen’in kız kardeşi Aynur’un bedenine uygulanan işkenceyi anımsadığı bölümü de (s.228) açıklayacak bir yorum.

Sus Barbatus’un hayvan bedenini (ölü beden) bırakarak Aysel’in bedenine geçişi tıpkı “mücadele” örneğinde sözünü ettiğimiz “doğa/ kültür” karşıtlığının birbirine eklemlenmesi gibi, “hayvan/insan”  ayrımını siler. Yaşama açılmaktadır hayvanın ruhu, o yaşam da Aysel’in bedenindedir. Kenan’ın dağın başında Sus Barbatus’un cansız bedeniyle dertleşmesi de bunun bir örneğidir.

İnsanın ağzından yaban hayvanının sözü ve hayata bakışını aktaran bu anlamsal “kayma” ve “yer değiştirme” anlatıda Aysel’i de özgürleştirir. Mahpustur Aysel, birkaç geceliğine Bekir Komutan’ın gönlünü yapaya gelip kar ve fırtınaya esir olmuştur. Ama Sus Barbatus’un ruhuna ev sahipliği etmeye başladığı andan itibaren kendinin de anlamlandıramadığı bir cesaret gelir Aysel’e, sözü özgürleşir, düşündüklerini inandığını açık açık söyler ve doğal olarak komutanı irkiltir. Verili rolleri sorgulatan bir kaymacadır “hayvan/insan” kategorilerinin birbirine katışımı.

Metinde “kayma” ve “yer değiştirme”nin bir başka biçimi de ilgi çeker.  Romanın kişileri buzla kaplı karlı zeminde kayarlar, sürüklenirler, kayıp düşerler, Sus Barbatus “gizli, karla üstü kapanmış bir çukura” düşer (s.62). Kenan avını sürüklerken birden kaymaya başladığı “buzdan kayalıklarda” sürüklendikten sonra bir ağaca tutunup durabilir ancak(s.50). Atalay soğuğun etkisiyle uyukladığı atın üzerinden “yuvarlanıp buz parçalarının üzerinde düş[er]” (s.132). Mustafa Öğretmen sendika toplantısına giderken dağda konuşlanmış eski öğrencilerinden Murat’a rastlar, yokuşu inmeye çalışırken “ayağı kaydı, kar altında, basacağı yeri bulamayınca yuvarlandı. Murat’ın ayağının altına kadar indi” (s.172). Karakola getirilen Faruk’un sedyesi aşağıda bulunan evlere doğru, “engellere çarpa çarpa kayar” (s.158) romanın sonunda Faruk ve Aysel’i taşıyan atın çektiği kızak yoldan çıkar ve at, Aysel ve Faruk “sulara gömülür” (s.434).

Romanda buz hareketlerin yönünü değiştirir, kişileri, hayvanları yere indirir, yaşam ve ölüm arasında onları sallandırır ve bu özelliğiyle yasa koyucu doğanın ifadesi, anlatının bir eyleyeni gibi belirir.

Fotoğraf: Ali Altuntaş

Anlatmak, hikâye etmek    

Romanın 1979 kışında, dağlık bir köy ortamında geçen olay örgüsü yakın tarihimize 12 Eylül askeri darbesi olarak geçen dönemi anlatmaktadır. Anlatıcının bakış açısı ve sesi baskın gibi dursa da, yeri geldikçe her bir kişinin bakış açısı ve içsesi anlatıya katılır; böylece çok sesli ve bölümden bölüme değişen çok odaklı bir perspektif metni yönlendirir. İç konuşma tekniğiyle, dolaysız söylem ve aktarılan söylemle verilen farklı bakış açıları roman kişilerinin görüşü, inancı ve duygusunu okura iletir.  Elimizdeki geniş anlatı çoğul seslerin bir araya geldiği ve anlatının olmazsa olmaz yasaları “ilerleme” ve “yineleme” ilkesine uygun bütünsel ve tutarlı bir roman evrenine okuru çağırır.

Olayları ve insan hikâyelerini beyaz ve buzdan bir cehennemim orta yerinde kurgulayan bu başarılı anlatı yapısı “anlatma” edimini de metin içinde zaman zaman görünür kılmayı, anlatıcının varlığını açık etmeyi tercih etmiştir. Ağır yaralı karakola getirilen Faruk’un adı, zeki ve dik başlı Aynur’un “ak uzun bıyıklarını çekiştirdiği” Duman Dedesi (s.123) ad çağrışımlarıyla metinde anlatıcı/yazara göndergesel (referansiyel), dolayısıyla meşru bir alan açar. Faruk’un acılar içinde kıvrandığı sırada açılan bilinci anlatıcının düşüncesini seslendirir gibidir. 

“Bazen, arkadaşlar arasında, onun gerçek sorunlardan kaçtığı, halkın gereksinimi olan gerçekçi çözümleri, hep dolaylı yollardan kavramaya ya da anlatmaya çalıştığı söylenirdi. O da gerçekliğin sorgulanamayacağına katıldığını söylerdi. Gerçek dünyanın yasaları vardır. O yasalar, doğrusu, bizim yorumlarımıza çoğu zaman gülüp geçer. Önemli olan, tüm dinsel yasaların birer yorum, daha doğrusu birer hikâye olduğunu kabul etmek, halka da bunu böyle açıklıkla anlatabilmektir. Hikâye, şiir, roman, gerçektir bunlar. Ama içerikleri bakımından değil. Yorumları ve önerileri bakımından değil. Birer nesne ve yazı olmakları bakımından. Orada gerçek olan nedir? Hikâyenin bir hikâye oluşu. Yani, öyle uzun uzun anlatmaya çalışırdı, yani din gerçektir ama dinin anlattığı şey değil, o yalnızca hayaldir. Rüyalarımız” (s.338).

Sus Barbatus! -1 kurguladığı roman evreni kadar, roman dilini de son derece zengin olanaklarla işleyen biçemiyle özel bir yere sahip.  Anlatmak ve hikâye etmek bir edim olarak metinde kendine bir yer açıyor. İki bin yıl öncesinden âşıkların sözünü romanın sözüne taşıyan, Victor Hugo’nun Jean Valjean’ından Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine, bir kahramandan diğerine, bir ufuktan ötekine bir kanat çırpıiıyla ulaşan, farklı hikâyeler ve dünyalar arasında tıpkı Faruk’un yarı uyanık bilincinin kiraz ağacının göğe uzanan dallarından yukarıya yükselerek gezinmesi gibi,  anlatıcının  “hikâye anlatma” tasarısı da romanın anlam katmanları arasına yerleşiyor; çok geniş bir eylem ve söylem alanında yazarın kendi sözünü okuruna ulaştırıyor.