Yağmur Yıldırımay Bayrakçı
Türlerle ilgili tanımlamalar yapılmaya çalışıldığında sanıyorum ki en zor kısım şiire düşer. Çağrıştırdıklarıyla, hissettirdikleriyle her defasında bir dönüşüme giren, içindeki potansiyellerle birlikte değişime açık, kıvırıp şekil vermeye müsait bir alan şiir. Kimi zaman var olanı reddeden, kimi zaman var olanla iç içe giren, dayatmayan, dayatmaların karşısında duran, çokdilli/katmanlı… bir tür. Tek bir açıklaması yok; sahip olduğu sarsıcı gücünü de buradan alıyor. Okan Yılmaz’ın bu senin devrimin’deki şiirleri de tüm dayatmalara, duvarlara bir meydan okuyan, bunları ifşa eden, ses çıkartan şiirlerden. Normları ihlal eden, çeperleri genişleten bu şiirlerle şair özgürce hareket ediyor, “ben”liğini inşa ediyor, okurunu da bu özgürlüğe dahil ediyor. Dolayısıyla her biri normali/“anormali”, iyiyi/“kötüyü”, makbulü/“nâ-makbulü” içine alan, yeniden anlamlandıran, anlamlandırmayı sürdürecek olan şiirler alanına giriyor.
Değişken Bir Zemin ve “Bomba İhbarları”
Sınırlar çizmek, devinim içinde olan şiir için ve elbette şair için uzak bir kavram; yaratım süreci “baş belası, acayip, tuhaf, sıra dışı” bir alan nihayetinde. Okan Yılmaz da ele avuca sığmayan bu yaratım sürecini anlattığı bu senin devrimin’inilk bölümüne “bişnev” şiiriyle “dinle” diyerek, kendinin/kendi gibi olanın sesini duyurmaya çalışarak başlıyor; “ayrıksı” olanları yanına alıp doğrudan sınırları genişleten ve sorgulayan bir tavırla konuşuyor:
elemli ve kafiyeli halleri
burada
arsız sesler duymanın
peşinden koştuğun şiirler
burada
her gün kaçtığım
Peki kim bu şiirleri yazan ya da kendi gibi olanlar? bu senin devrimin, queer teorisyen José Estaban Muñoz’dan bir alıntıyla başlıyor. Muñoz’dan alıntılanan cümlelerde, queerin, “İşte bu queerdir,” denilemeyecek, tam anlamıyla ulaşamayacağımız bir “ideal” olduğu söyleniyor. Bu tavır, düşünce, şairin durduğu yer. Bir queer aktivist olan Okan Yılmaz, queeri bir “kimlik meselesi/yaşama biçimi olarak algıladığı için” şiirleri de onun “kişisel tarihinden” kesitlerle verili olanı yıkarak/yıkmaya devam edecek şekilde kuruluyor. Çünkü şiir de tıpkı queer gibi normları yerinden eden, akışkan bir süreç. Burada okura lazım olan şey, queerin/şiirin ne olduğu değil, mücadele etme sürecidir; sınırları yıkan bir politika gütmesidir. Queer algıda esas olan, kimliklerin ikili zıtlıklardan çıkıp bu ikili mücadeleyi ortaya koymaktır. Merkezinde çeşitlilik vardır; bu duruşuyla merkezi de reddeder ki onu akışkan yapan da budur. Tıpkı “telef”, şiirinde anlatılanlar gibi:
SUS yazacaktım
sus ki
çatıdan düşsün oğulluğum
kardeşimin ölüsü gibi bağrında atmacının ağzıyla
SUS yazacaktım kanadına
kim öldürdü MİN KUŞT
kim yıkadı MİN ŞÛŞT
kim gömdü MİN VEŞART
böyle inleyecektim dağlarda başka dille
başka bir dille bakacaktım rüyamdaki aksime
Kimlik, “toplumsal bir varlık olarak insanın nasıl bir kimse olduğunu gösteren belirti, nitelik ve özelliklerin bütünü” olarak tanımlanıyor. Bu aslında kimliğin, öteki üzerinden inşa edilmesi anlamına geliyor. Queer teori ise bu sürecin altında yatanları, normları sorgulayan, saydamlaştıran tarafta, çünkü teorinin kendi içinde barındırdığı şey, her türlü kimliği irdeleyerek akışkan bir kimliksizlik ortaya koymak. Aksi hâlde var olan şey, iktidar biçimlerinin kabul ettiği şey olur ki bu da “öteki”nin dışarıda kalmasına sebeptir. Okan Yılmaz da şiirlerini kapsayıcı bir şekilde kurar, tüm “ötekini”, “tuhaf” olanı yanına alır; dil, tür, ırk fark etmeksizin sınırsız bir alan yaratır, muktedirin iktidarını yerle bir eder. Üstelik bunu sadece içerikte değil, biçimde de yapar:
soracaktım KENDİ OLANLARA – İĞRENENLERE – UTANANLARA – ÜTOPYALARA – CİNSİYLE – VE YETMEZ – BEDENİYLE BELALI OLANLARA – DELİLERE – MÜPHEMLERE – HAYVANLARA – soracaktım allaha
Katlanılamayanlar ve “Kırk Melal”
Hakim kültürün söylediğinin tam tersi yerde, bedeniyle sorgulananların, dili sebebiyle susturulanların, katledilenlerin, baskıya maruz kalanların yanında yer alan dizeler bunlar. Şairin deneyimlediklerini, gözünün görüp gönlünün katlanmadıklarını somutlaştırdığı, var ettiği, kendini kurduğu yerler. Şöyle diyor bir söyleşisinde Yılmaz: “Gerçek hayatta bana bir şekilde zarar vermek istediler diyelim, kâğıt üstünde bir ceylan olup beni avlamak isteyen aslanı ısırmak için koşuyorum örneğin. Aslan gibi davranmak için değil ama, ceylan kalıp kendiliğimi savunmak için.” Kendiliğinde koştuğu bu yolda müphemlik de “hizadan çıkartıp yoldan saptıran”, gelecek tahayyülünde bugünün sınırsızlığını, bükülebileceğini gösteren bir mefhum oluyor, verili olanı reddediyor, “süt kesiği” şiirindeki gibi:
ııı.
Bakmış ki birden iki olmuş bir oğulsa şayet belki diner sızısı
Ki bilir kaynayacağı yeri
Kucağına oğlan konsa da alnında kadın oluşunun kara yazısı
Annem yanıma geldi: ilk göz ağrısından
Yılmaz, ikili zıtlığı yıkarak, “devrilme ihtimalinden nasıl yorulabilir bir dağ” diyerek katı mekanizmalara karşı duruyor. Yeni imkânlar tanıyor, kapılar aralıyor; tam bir birlik aramak değil derdi. Meşru ve baskın olanla, “ötekini” görmeyenle bir derdi var. Çünkü şairin queer kimliği, bir politik duruştur da aynı zamanda; itiraz ettikleri de oluyor:
[anda soğuk metal tenden geçiyor
boyuna
bir anne oğlunun cenazesini
kaldırıyor yeruşalimde
gün o sevmediğim rengiyle
batmaya hazır nilde
bir genç boğuyor kendini
rakkada bir kız çarşafını
atıyor veya haramın elinde
yan bahçede biri tecavüzcüsünü
öldürüyor BİL BAKALIM KİM
sudanlı kadın muktediri deviriyor topuklarında
ilk ayete sığdırıyor
ceylan hepsini
anı zamanı biri bini hepsini]
Müphemliğin yanı başında bağıran bu dizeler, aynı zamanda bir isyanın görünür tarafı oluyor. Queerin kural kabul etmez tavrı, “o belirsizlikler içinde bir kuyunun prensi gibi ölümü arıyor”, bulup bulup yeniden diriltiyor. “Melun kavmin” yolcuları olarak şairle birlikte okur da “pimi çekenin” kim olduğunu sorguluyor. Bulup da bitirmek değil derdimiz; yeniden, defalarca, başka şekillerde yaratmak/yaratılmak:
v.
DÜNYA BAŞIMA GELDİ İŞTE BU YÜZDEN ÖLDÜR BENİ
[yaşadığımı nefesimle yok saydılar ya – o
beni – asit kuyusuna attılar – büyülen-
miştir dediler ya – o beni – korkma ben
zaten yokum – aslında olmayan beni]
ÖNCE KENDİNDEN KAÇ SONRA İŞARETLE DUDAĞIMI TAM MEDET DERMAN DERKEN ÖLDÜR BENİ
[ne güzeldir insanın kendinden kaçarken
sessizce öpüşmesi]
bu senin devrimin’in dikkat çeken bir başka tarafı, şiirlerin Alevi kültürünü de içinde barındırması. Keza kitaba adını da veren ceylan(lar), Alevi kültürüne ait kutsal inanışlar, sayılar… Hepsi kitabın, somut ile soyut dünyanın yana geldiği, bir noktada müphemleşen tarafına olduğu kadar, bir yandan ruhî alanına hizmet ediyor. Yılmaz, kitabın tamamında “öteki”nin yanında olduğu gibi, inanışı vasıtasıyla hor görülenin sesini duyuruyor, kendi de bu dünyaya doğduğu için. “ceylanın tevhidi”nde şöyle der:
17.
gülde katliamı bitirmeye
git artık git
önümdenbir çığır gibi
bağlamışken elimi belimi dilimi
durmuşken acılı semaha sonra gülbenge
çünkü kırk bin ucun var kırk bini de şar içinde
“avcı kimdi / avlanan kim”
Kitabın son bölümü bir Yunus Emre dizesiyle başlıyor: “iki cihân bedbahtı kim gönül yıkar ise”. Ve tüm yıkıntılar sıralanıyor; “pişman olmamaların” reddi olduğunu kabul ediyor, dövüştüğü evden haklı çıkmıyor, “yavaşça çöken çatı”yım diyor, “ölmeye semah” dönüyor ve bir aynada çoğaltıyor kendini, “bir eli hakta bir eli toprakta”. Dünyada çoğu şeyin tepetaklak gittiğine, çöllerin de güllerin de göğsümüzün ortasında olduğuna, “tarumar” edilmelere bir manifesto gibi bu dizeler. İçinden çıkabilmek mümkün mü? Müphem. Çıksak ne yapacağız? Bilinmez. O zaman, “Bir gün belki,” diyerek medet umalım “boz atlı xızır ve kırklar”dan. Tıpkı, bu senin devrimin’in mısraları gibi.
KAYNAKÇA
https://t24.com.tr/k24/yazi/okan-yilmaz-ben-kimseden-izin-istemiyorum,3445