Metin Yetkin
Kanoko Okamoto’nun iki uzun öyküsünün yer aldığı Japon Balığı Kargaşası kitabı Esmanur Yiğit ve Esranur Yiğit’in çevirisiyle İthaki Yayınları etiketiyle yayımlandı. Aykırı üslubuyla döneminden sıyrılan Okamoto’nun öyküleri sınıf ayrımı ekseninde bireyin iç dünyasını, erotizmi, aşkı ve tekâmül etme çabasını cesur bir üslupla irdelerken kurguda romantizm ve Budizm etkisi görülmekte.
Yakın zamana kadar birkaç popüler ve birkaç klasik isim dışında Türkiye okuru Japon yazınına gözle görülür bir ilgi duymuyordu. Bunun sebebi Japonca çeviri eserlerin Batı dillerine kıyasla az olması. Ancak son yıllarda Japonca eserlerin Türkçeye çevrilmesi dikkat çekici bir şekilde hız kazandı. Bunun bir örneği de İthaki Yayınları’nın Japon klasikleri serisi. Seri sayesinde Türkiye okuru birçok Japon yazın insanıyla tanışma fırsatı yakaladı. Nitekim, Türkçeye ilk defa çevrilen Kanoko Okamoto da bu yazarlardan biri. 1889 yılında doğan yazar toplumsal normları yıkan bir tavrı benimsedi. Öyle ki genç yaştayken ilerici edebiyat çevrelerine girmeyi başardı. Budizm dinini benimseyip bu dinde uzman addedilecek kadar bilgi edinmesine karşın kurgularını “seküler” kılmayı amaçladı. Bu bağlamda metinlerinde aşk, erotizm, kadın güzelliği ve anaçlık ön planda yer aldı. Dönem itibariyle feminist olmasa da feminist bir yaklaşım benimsedi. Kadınları değersizleştiren yaygın söyleme karşın onların arzularını, hırslarını, zekâlarını, güzelliklerini ve şehvetlerini anlattı. Kaderine boyun eğen, mütevekkil Japon kadını imgesini kırarak kendi hayatını tayin eden, zevklerini, fantezi dünyalarını görmezden gelmeyen ve tutkularının peşinden koşan güçlü kadın imgesini odağına aldı. Kendine, kendinden hareketle de kadınlığa sonsuz bir güven duymaktaydı. Maryellen T. Mori’nin yazdığı önsöz niteliğindeki yazıda “narsistik güven tonu” olarak nitelenen bu özellik putları yıkan bir tavır olarak karşımıza çıkmakta:
“Kadınların atılgan, teklifsiz davranışlarını hoş görmeyen, cinsel arzularını ve kişisel hırslarını ifade etmelerini engelleyen bir toplumda yaşadı. Toplum tarafından hem erkek hem de kadınlara kadınsılığı hor görmek, kadınlardan kendilerini geri çekmelerini, mütevazı ve uysal olmalarını beklemek öğretiliyordu. Kanoko Okomato’nun kendi hayatında benimsediği ve kurgusal karakterlerine de bahşettiği narsist kişilik, idealize edilen mazoşist kadın tiplemesine meydan okudu hep.” (s.11)
Üslubu da bu tavra paralel olarak gelişti. İlkin “sanat için sanat” düsturundan asla kopmadı ve sanatçı olmayı bir meslek olarak gördü hep. İkinci olarak kadın güzelliğini tasvir etmeye her zaman düşkün oldu. Üçüncü olarak romantizm akımından etkilenerek edebiyatı mitik, efsanevi ve dini motiflerle birlikte dünyayı büyülü kılmak için kullandı. Son olarak da marjinal karakterler yaratmayı tercih etti. Kitaba ismini veren Japon Balığı Kargaşası isimli uzun öyküsünde de bu izlek görülebilir. Öykünün temelinde bir sınıf farkı yatmakta. İletişimleri bu fark ekseninde şekillenen başkahramanlar Uçurum Konağı’nın Genç Hanımı olarak anılan Masako ile o konağa Japon balığı satan ailenin evlatlık oğlu Mataiçi. Çocukluk yıllarında Mataiçi, utangaç mizaçlı Masako’yu sürekli aşağılayıp ona hakaret etmekteyken genç kız büyüyünce ona tek taraflı âşık olur. Masako, modern edebiyatı ve modern sanat akımlarını takip ederek, Şair Fucima Hanım ile sohbet ederek Batı kültürünü öğrenmeye çalışan bir genç kadındır. Bu bağlamda sanatı yücelttiği için Mataiçi’yi Japon balığı yetiştirme, yeni bir melez yaratma konusunda teşvik eder. Zira, genç kadın için bu, asla yitmeyen bir sanat türüdür. Genç adama ihtiyacı olan maddi destek kadının babasından gelir ve tahsilini bu doğrultuda sürdürür. Ancak Masako’ya benzeyen ideal bir Japon balığı yaratma tutkusu onu ele geçirince tahsilini tamamlayamadan döner ve kendini bu işe verir. Artık dünyevi tutkularından arınmış, ideale ulaşmaya hayatını adayan bir Mataiçi vardır karşımızda. Zaten genç kadın da evlenmiş ve yuvasını kurmuştur. Öyküdeki önemli olaylardan biri de budur: Bağımsız ve entelektüel kadının tasviri olan Masako’nun bir noktada gelenekselliğe boyun eğmesi. Aynı zamanda Mataiçi’nin aşkı da boyut değiştirmiş estetik bir tahayyüle evrilmiştir. Bunu bir tür inziva olarak görmek de mümkün. Genç kadın, gerek güzelliği gerek zekâsı ile ona kendinden üstün bir amacı işaret etmiş ve genç adamın bir nevi mürşidi olmuştur. Seneler geçer, onlarca başarısız denemeye rağmen bile asla pes etmez Mataiçi.
“Dünya her yeni nesilde değişiyordu ancak Japon balıkları -bu yenmeyen süs balıkları- kısmi değişimlerle yalnızca narin güzelliklerinin gücünü kullanarak başa çıkarken, öyle veya böyle kendilerini tamamlama amaçlarına yaklaşıyordu. Bunun farkında olan insanlar, yeni türler üretmek için uğraşmıyordu artık. Japon balıkların hedefinin, insanoğlunun ‘güzellik’e yönelik en zayıf içgüdülerini kullanıp onu baştan çıkararak amaçladıkları yönde istikrarla ilerlemek olduğuna inanır olmuşlardı. Yenilmez Japon balıkları! Bunu fark eden Mataiçi, bu türe boyun eğdirme arzusu da üstüne eklenince giderek Japon balıklarını bir saplantı hâline getirdi.” (s.50)
Başarısız her melezi aynı gölde tutar. Onları ne besler ne de onlarla ilgilenir. Melezleri ölüme terk etmiştir. Oysa, bir su baskınında havuzlar dağılır, bunu beyhude bir çabayla engellemek isterken yere düşüp kendinden geçer. Yavaş yavaş kendine geldiği zaman ise yaratmak istediği ideal balığı karşısında görür. Ölüme terk ettiği melezler çiftleşmiş, bir şekilde onun nihai amacını gerçekleştirmiştir. Böylece öykü, Budist metinleri andıran bir izleğe girdikten sonra kıssadan hisse şeklinde sona erer.
Kitabın ikinci ve son uzun öyküsü ise Yemek İblisi başlığını taşır. Bu öykü de tıpkı ilki gibi bir sanatta yetkinleşmek için kendini feda eden genç bir adamı konu edinir: Betsuşiro. Mataiçi ile ortak noktaları ikisinin de alt sınıfa mensup olmaları ve ikisinin de bir ideal uğruna hayatlarını feda etmeleridir. Betsuşiro’nun tekâmül yolu ise aşçılıktır. Öte yandan bu genç adam yıllar boyunca müzik, resim gibi sanat dallarıyla ilgilenmiş, pek çok oyun ve sanat dalında kendini yetiştirmiş, kalburüstü çevrelerde bu özellikleriyle kabul görmüş fakat bir türlü o çevre tarafından saygı görmemiştir. Arzusu “üstat” diye çağrılmak olsa da bu yetkinliğe sadece aşçılık alanında yaklaşmıştır. Öte yandan bu öyküde Doğu-Batı çatışması daha farklı bir biçimde irdelenir. Betsuşiro’nun ustası bir müddet Avrupa’da yaşamış ve Batı tarzı yemekler sunan bir restoran açmıştır. Betsuşiro, Doğu sanatından yana olsa da bu iki adamın toplum içerisindeki yalnızlığı onları kısa sürede yakınlaştırmış, iyi dost olmuşlardır. Münzevi Mataiçi’nin aksine Betsuşiro da tıpkı ustası gibi insanları küçümsemeyi, onları hor görmeyi ve kendini beğenmişliği toplum içerisinde var olmanın yegâne silahları gibi görür. Kısaca, kibir ve zorbalık sayesinde “ben varım” demeye çalışan insanlardır. Bilhassa da Betsuşiro:
“Sonunda, alışkın olduğu izleyerek ve dinleyerek öğrenme yöntemiyle kendini geliştirmekten başka seçeneği kalmadı. Nitekim şimdiye kadar aptalca ir alçakgönüllülükle bilgi toplamak, şimdiden sonra kaba sözlerle saldırıp tartışma sırasında rakibinden zorla bilgi koparma yönetimine dönüştü. Gerçekten bu kadar çok mu arzuluyordu saygı görmeyi? Kuşkusuz öyle!” (s.105)
Öte yandan sınıfsal ayrım da bu öyküde kendini daha çok belli eder. Zengin bir bilginin, kızlarına yemek dersi vermesi için tuttuğu Betsuşiro’ya sunduğu imkânlar az bir maaş ve sadece 50 voltluk ışıkla aydınlanan on metrekarelik bir yaşam alanıdır. Derin sanatı, zevk ve sanat arasındaki farkı irdeleyen, başka bir deyişle sanat felsefesine yatkın, donanımlı sayılabilecek bir genç olan Betsuşiro bir rahibin gayrimeşru çocuğu olmanın travmasını hiçbir zaman atamaz ve kendini diğer insanlardan her daim alçakta görür. Belki de babası yüzünden dini külliyen reddeder ama tıpkı ilk öyküdeki gibi sonlara doğru kıssadan hisse izleği sezilir. Yazar bu sefer hisseyi doğrudan vermese de babasının sözleriyle sürekli çatışma halinde olan genç adam yıllar önce iki defa gördüğü Budizm dinine mensup olan ressam çiftin sözlerini anımsar: “Bizler cennetteki yerimizi uzun zaman doldurmaktan vicdan azabı duyduğumuzdan cehennemden yer arıyoruz.” Mataiçi gibi kendini dünyadan soyutlayarak fiziksel olarak zayıflayıp güç sarf ettiği bir anda kendinden geçmez fakat içki içerek bilincini kaybetmeye yaklaştığı bir anda kendi iç dünyasına döndüğü, bir tür kabullenme yaşadığı sezinlenir.
Okamato’nun üslubuna gelirsek, yazarın mitik anlatıdan beslendiğini söylemek yanlış olmaz. İlkin sıfatlı anlatıma başvurduğunu, ikinci olarak da anlatıcının zaman zaman birinci çoğul şahıs şeklinde olayları aktardığını görürüz. Bu iki teknik özelliği de ayarında kullanmıştır yazar. Öte yandan kurgudaki her olay, kahramanın psikolojisini yansıtmak için birer vasıta olarak karşımıza çıkar. Tabii bu kahramanlar sıradan insanlar değil marjinal kişilerdir. Ortak noktaları ise ideale ulaşma çabalarıdır. İdeale ulaşsalar bile bu ulaşma istedikleri şekilde vuku bulmaz. Böylelikle kendilerinden üstün bir güç olduğunu sezerler. Buruk bir mutlu sondur onlarınki. Kadın kahramanlara gelirsek, Mori’nin belirttiği gibi çekicilikleri Batı edebiyatından, manevi durulukları ise Doğu kültüründen gelmektedir. Böylelikle o da Japon edebiyatında kendi melezini yaratan bir sanatçı olarak karşımıza çıkar, desek yanlış olmaz.