.

Bedene Batan Ortadoğu Melankolisi: Parizyen

Nezih Erdoğan

20. yüzyılın başları. Avrupa bir dünya savaşına doğru gidiyor. Osmanlı’nın son günleri. Fransa’ya giden bir gemide Filistinli bir genç. Midhat Kamal Nablus’tan geliyor, Montpellier’de tıp eğitimi alacak. 

Bir antropoloji profesörü onu evinde kalmaya davet etmiştir. Midhat ile profesörün kızı Jeannette arasında duygusal bir ilişki gelişir.  Yavaş yavaş Midhat’ı tanırız: Kumaş tüccarı, varlıklı bir adamın oğlu. Annesini çok küçükken kaybetmiş. Sonra liseyi okumaya İstanbul’a gitmiş. Çeşitli ülkelerden gelen öğrenciler arasında Mekteb-i Sultani’de geçen ilkgençlik yılları. Tekrar Nablus. Savaş yayılmaya başlayınca babası cepheye gitmekten kurtarmak için onu Fransa’ya gönderir. Tıp eğitimi aldıktan sonra doktorluk yapması o kadar önemli değildir, döndüğünde büyük ihtimalle babasının işini sürdürecektir.  

Romanı Fransa ve Nablus’ta geçen yıllar olarak ikiye ayırmak mümkün. Birinci bölüm iki adımda gelişiyor: Montpellier’deki günler. Midhat, onu evinde misafir eden profesörün gizli niyetini keşfedince, tutulduğu Jeannette’i de arkasında bırakıp, Paris’e gider. Paris’te tarih okur ama babasına haber vermez. Babası da yıllar sonra Jeannette’ten gelen mektubu ondan saklayacaktır. Gece hayatı. Kadınlar. Filistin’i dert edinen Arap aydınların çevresi. Nihayet memlekete geri dönüş.

Bundan sonra Midhat’ı mükemmel bir tasvirle Nablus’ta günlük hayat içinde buluyoruz. Mısır’da yaşamakta olan babasının adına kumaş dükkanını idare etmektedir. Hammad ailesinden bir kızla evlenir. Çoluk çocuğa karışır. Sanki Fransa’dan ona bir tek melankoliyle taşıdığı kılık kıyafet ve bastonu kalmıştır. Bu yüzden onu el-Barisi (Parisli) diye çağırırlar. Kimse tıp eğitimini yarım bıraktığını bilmez. Bu arada bugünkü Filistin’i hazırlayan koşullar oluşmaktadır.  

***

Parizyen bir ilk roman. Onun için romanı şimdilik yazarın diğer eserleri arasında bir yere oturtarak değerlendirme imkanından yoksunuz. Isabella Hammad Londra doğumlu, genç bir yazar. Annesi Kuzey İrlanda kökenli bir İngiliz, babası Filistin kökenli bir Arap. Üniversiteyi Oxford’da okuduktan sonra ABD’de New York Üniversitesi’nde yazarlık eğitimi almış. Ünlü Zadie Smith’in öğrencisi. Roman dünyada büyük ilgi gördü, Türkçe dahil çeşitli dillere çevrildi, ödüller kazandı. Hammad, ailede büyük büyükbabası Midhat hakkında anlatılanları dinleyerek büyümüş. Savaşın başlangıcındaki Fransa’da ve bağımsızlık mücadelesine doğru giden Filistin’i anlatma işi ilk romanını yazan bir romancıyı bekleyen tuzaklarla dolu olsa gerektir. Filistin gibi anlam yüklü bir coğrafya hakkında yazmak, o coğrafyada yaşamış eksantrik birinin torunu olarak ölçüleri tutturmanın güçlüğünden söz ediyorum. Nitekim Hammad da, romanı için yaptığı görüşmelerde dinlediği anlatıların anlatıcıya göre biçim aldığını, kurmaca ve gerçek arasında gidip geldiklerini görmüş. Hammad büyük büyükbabasının ağızdan ağıza naklolan hikayelerini derli toplu anlatmaktan fazlasını yapmış. Roman üzerine yazılan eleştirilerde Hammad’ın uzun süre, derinlemesine araştırma yapmış olmasından övgüyle söz ediliyor. İnanıyorum ki, Hammad’ı değerli bir edebiyatçı kılan, büyük büyükbabasını yaptığı araştırmaların sonucu, tarihsel bir kişilik olarak kaleme alması değil, tarihsel bir kişiliği alıp, kendi hikayesi içinde gelişen edebi bir karakter olarak kurgulayabilmiş olmasıdır. 

Ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilmek için Midhat’ın küçük bir çocuk olduğu yaştan başlayarak, bir özne olarak bedeniyle dünya arasındaki ilişkinin gelişiminde belirleyici rol oynayan üç dönüm noktasına kısa kısa değinmek istiyorum. Midhat’ın annesi çocuk yaşta öldükten kısa bir süre sonra babası Layla diye bir kadınla evlenir. Layla kendi ana-babasından uzaklaşmak istemediği için Mısır’da kalırlar ve Nablus ziyaretleri giderek seyrekleşir. Midhat babaannesinin (romanın ithaf edildiği Teta) yanında, babasından uzakta büyümektedir. Babası ziyarete geldiğinde de yanında getirdiği karısı araya giren bir engel gibi durur:

“Bu zamanlarda, Midhat’ın hatıraları donmaya başladı. Babası büyük bir diz, odanın öteki tarafında bir ses oldu.  Teta tatlı menekşe ve gülsuyu kokan, memeden bir yastıktı. Layla kemikli bir duvardı. Annesi, yumuşak bir hiç.”

Hayatına giren bu insanlar Midhat için dünyanın bir arayüzüdür ve henüz kendisiyle arayüz arasında tam ayrım yapamaz. Babasının dizi örneğin, biraz onun devamı gibidir ama sonra baba ile arasına mesafe girmekte, sesi odanın öbür tarafından gelmektedir. 

Aradan yıllar geçer, bir gün yatılı okuduğu lisede, yatakhanede banyo yaparken birdenbire kendiliğinin ayırdına varır:

Bir sabah banyoda, ayakları giderin üzerindeki cilalı tahtada, sular bacaklarını kapladıkça, köpükleri silerken ve belli belirsiz o burada tek başınayken dışarıda çocukların sırada beklediğini düşünerek yıkanıyordu. Sonra ona malum oldu. Başını eğip bedenine baktı ve farketti ki elleri yalnız onun elleridir ve gözleri o içerden dışarıya baksın diye yalnız onundur. Tuhaftı, suyu içerde, oğlanları dışarda tutan kapının engel olmasının yol açtığı bir şey değildi bu. Ve bu onun zaten tam bilmediği bir şey de değildi; yalnızca bunu şimdi daha somut duyumsuyordu. Midhat’ın neden Midhat olması gerektiğini ve başka hiç kimsenin Midhat olmaması gerektiğini veya Midhat’ın başka kimse olmaması gerektiğini sorgulamayı daha önce hiç akıl etmemişti.

İçeriyi ve dışarıyı ayıran kapı ve bedeninden akıp giderken onu havadan ayıran suda anlatımını bulan bir çeşit farkındalık yaşar Midhat. Bu türden bir aydınlanma neşeden çok melankoli getirecektir, çünkü yalnızlık hakkındadır. 

Birkaç yıl sonra gemide Fransa’ya giderken yalnızlık bedenini yine yoklar. İçine girmekte olduğu yabancı dünya ve yabancı insanlar karşısında bütün organlarıyla tepki verir. Kendinin o kadar farkındadır ki, dünyayla temas noktaları onu acıtır. Tek başına gittiği yeni bir dünyada eski bedeni ayağına mı dolanacaktır? 

Dün kendini yalnız hissetmeye başladı. Birdenbire oldu. Geminin kıçında oturmuş kaptanı beklerken, banka dayadığı sırtının ayırdına vardı. Tuhaf bir biçimde acı veren bir duyum. Kalçasından uzayan bacaklarının farkındaydı. Normalde görünmez olan burnu iki kat büyümüş ve görüşüyle arasına girmişti. Bedeninin kenarçizgileri, katı, ham bir şekil olarak üzerine ağırlığını bindirmişti ve kalbi çok hızlı atıyordu. Bu hissin geçeceğini sandı. Ama geçmedi ve o akşam levazım subayı, masaya bakan görevliler, diğer yolcularla en ufak bir alışverişi, zorlayıcı, nefesini tıkayan bir niteliğe büründü” [çeviriler benim].

Bunlar, okuyucunun bir karakterin gelişimini derinlemesine kavramasını sağlayan anlar. Midhat’ın bir özne olarak gelişimine yaptığım vurgu yanıltmasın; Hammad karakterlerini hiçbir zaman zamanlarından, çevrelerinden yalıtılmış bireyler olarak resmetmiyor. Zaten verdiğim örneklerde de özne dünyayla kurduğu temas üzerinden büyüyor. Zadie Smith, Hammad’ı Flaubert ve Stendhal gibi gerçekçi Fransız romancılarla kıyaslamış. Tarzını Rus romancılarınkine benzetenler de var. Hammad da 19. yüzyıl romancılarından etkilendiğini gizlemiyor. Filistin’de kıvılcımlanan bağımsızlık mücadelesini, kadınların bu direnişe katılımını anlatmak elbette önemli ama Hammad daha fazlasını yaparak değindiğim romancıların ligine yükseliyor. Sahiplendiği edebi mirası hakkıyla kullanıyor; okuru Nablus’taki hareketlenmenin atmosferine, mücadeleye katılan kadınların heyecanına sokuyor. Kimi diyaloglarda Fransızca ve Arapça sözler kullanması yadırganmış, okuma akışına sekte vurduğu düşünülmüş olmalı. Belki bunu, okurun karakterlerin kendi dillerinde düşünüp, konuştuklarını hatırında tutmasını sağlayan, işe yarar bir buluş olarak görmeliyiz. Ne de olsa, klasik gerçekçiliği benimsemiş görünen bir yazarın romanından söz ediyoruz;  dönemin atmosferini ve insanların inandırıcılığını pekiştirici bir etkisi olduğunu yadsıyamayız.

Romanın asıl kahramanı olmakla birlikte, Midhat her bakımdan olumlu bir karakter olarak tasvir edilmiyor. O, Fransa’da dışarlıklıydı, doğduğu memlekette de pek farklı değildir. Fransa’da Müslüman Arap, Nablus’ta “Parisli”dir. Kaynayan toplumun kenarında, harekete geçmeye kararlı akranlarını izlemekte tereddüt eder. Yitirilmiş, bir daha geri gelmeyecek olanın (genç yaşta ölen anne? geride bırakılan Jeannette? geride kalan Paris?) ele geçirdiği benliğinden taşan melankoli dünyayla arasına kalıcı bir mesafe koymuştur. 

***

Yapısal sorunları olan bir roman Parizyen. Kimi anlatı unsurlarının romanın yapısının ve anlatının açılımına uygun ağırlıkta ve doğru zamanlamayla yerini bulmadığını görüyoruz. Bunları kısaca örneklemeye çalışayım. Filistin üzerine yaptığı araştırmalardan övgüyle söz ediliyor dedim ama Hammad, Dünya Savaşı patlamadan önce Mekteb-i Sultani’de okuyan Midhat’ın Avrupa’nın üçüncü büyük şehrindeki deneyimlerine hemen hiç yer vermemiş. Oysa Fransa’ya okumaya giden Midhat’ın İstanbul görmüş bir Arap olduğunu göz önünde bulundurmalı, araştırmalarının kapsamını ona göre genişletmeliydi. Nablus’tan Pera’nın merkezine gelen bir yeniyetmenin deneyimlerini (ilk kadın? ilk sinema?), hiç değilse bu deneyimleri Paris’te yaşamaya başladığında kıyaslamalarla vermeyi gözardı ederek büyük bir fırsat kaçırmış Hammad. 

Jeannette’in annesinin bir ruhsal bunalım sonucu intihar ettiğini öğrendikten sonra Midhat, bunun nedenlerini araştırmaya başlar. Derken şüpheleri annenin çok eski arkadaşı olup ziyaretlerini hâlâ sürdüren Sylvain üzerinde yoğunlaşır. Acaba Jeannette’in annesi Sylvain yüzünden mi intihar etmiştir? Bunun ardında keşfedilmeyi bekleyen korkunç bir sır mı vardır? Bir adım daha ileri giderek, sırrın ortaya çıkması anlatıya nasıl bir yön verecektir? Hammad’ın ustalıkla betimlediği ilişkiler ağı, kartların yeniden karılıp dağıtılması gibi, yeni bir düzen kazanacak mıdır? Bir romanda olay örgüsünü kuran bütün ilmeklerin nihai olarak bağlandığı ve her şeyin bir çözüme kavuştuğu, bütün cevapların verildiği bir an elbette şart değil. Romancı yaptığı seçime göre kimi anlatı ögelerini göreneklere, yerleşik kabullere göre ilişkilendirmekten kaçınabilir. Geliştirdiği stratejiye bağlı olarak, okurun oyuna katılımında aldatmacalara başvurabilir. Başka bir deyişle, ünlü örneği hatırlayacak olursak, sahnede tabanca göründüğünde onunla ateş edilmesi şart değil belki, çünkü yazar doğrudan okurun/seyircinin tabancayla ateş etme beklentisi ile oynayıp, tabancayı başka bir anlam düzlemine kaydırmayı tercih edebilir. Ancak, bu türden bir seçimi meşru kılacak gerekçeleri ve ipuçlarını romanda bulamıyoruz. Jeannette’in annesinin intihar etme nedeninin Sylvain’a bağlanmasının olay örgüsüne katkısını, romanın – dolayısıyla okurun – bundan ne kazandığını anlayamıyoruz. İntihar edimi etrafında gelişen anlatı hattı, Montpellier perdesinin sonunu getiren hararetli yüzleşme sahnesini tetikledikten sonra sönüp gidiyor. Böylelikle, bir dizi imkan da harcanmış oluyor. Paris perdesi Montpellier perdesi kapanmadan açılıyor; yalnızca Sylvain ve anne arasındaki mesele değil, annenin intiharının çocuk Jeannette’in formasyonuna etkileri, babasının Midhat’ı oryantalist bir iştahla gözlemlemesinin hakettiği anlatısal karşılığa da yer verilmiyor.    

Jeannette’in yazdığı ve Midhat’ın babasının ondan gizlediği mektup elbette hedefine ulaşacaktır. Romanın sonlarına doğru, Midhat kendilerine büyü yapıldığı endişesiyle evi araştırırken, babasının sakladığı mektubu bulur, Jeannette’in yirmi yıl kadar önce yazmış olduğu mektubu okuyunca ruhsal bir çöküntü yaşar. Gerçek hayatta mektuplar onyıllar sonra sahibini bulabilir ve okuyanlar mektubu göndereni hayatlarındaki yerine geri alıp ruhsal çöküntü yaşayabilir. Parizyen’de okurun mektuptan haberi var, o nedenle keşfedileceği anı beklemekte haklıdır. Ama kurmacanın da kendine ait bir yeri ve zamanı vardır; Midhat mektubu okuduğunda Jeannette çoktan romanın hayatından çıkmıştı. Başka bir deyişle okur mektubu okuduğunda, Fransa ve Jeannette ile ilintili bir beklentiye girmiştir ama yüzlerce sayfa sonra Nablus’ta yaşananların ardından mektup ortaya çıktığında roman hem Fransa’ya, hem de Jeannette’e kapılarını çoktan kapatmıştı. Tabanca oyun bittikten sonra patlamıştır. Başka deyişle, mektubun yazarı artık Jeannette değildir, o basitçe Midhat’ın yattığı hastanede tedavi görürken yaşadıklarının içi boş vesilesidir.   

Parizyen bozuk bir roman değil. Dostoyevski’nin de tekniğinin zayıf olduğu söylenegelmiştir. Dedikleri doğruysa bile, bu hiçbir şekilde Dostoyevski’nin “insan ruhunun röntgenini” çekerek edebiyata kazandırdığı değerden vazgeçmemiz için bir neden olamaz.  Isabella Hammad da bir dönemin röntgenini bize veriyor. Gerçek bir roman kahramanı olarak Midhat’ı, Filistin ruhunu edebiyata kazandırıyor.

PARİZYEN
Isabella Hammad
Çeviren: İrem Kutluk
Alfa Yayınları, 2020
Isabella Hammad, The Parisian or el-Barisi, New York: Grove Press, 2019