Dilek Sarıboğa
Sincaplı Gece ilk kez 2016 yılında Can Yayınları tarafından yayımlanmış bir roman, Cem Akaş’ın kitabın girişinde belirttiği ifadeyi esas alırsak bir “eksiltmeli roman”. Yine yazarın 2012’de yayımlanan Tekerleksiz Bisikletler – Eksiltmeli Öyküler adlı kitabında uyguladığı tekniğin roman türü üzerindeki karşılığını denediğini söyleyebiliriz.
Sincaplı Gece, esasında roman türünün bazı özelliklerinin yazar tarafından yok edildiği deneysel bir anlatım özelliği gösteriyor. Metin uzun monologlardan, derin düşüncelerden, kahramanların duygu dünyasından, dikkatli tasvirlerden azade tasarlanmış; aslında bilinçli olarak yalnız bırakılmış bir kurgu seriyor karşımıza. Sincaplı Gece biçim olarak 3 perdeden, 128 bölümden/sahneden oluşuyor; bu noktada her sahnenin süregelen diyaloglardan, dinamik şekilde örülmüş olaylardan meydana gelmesi metnin sahnelenmeye hazır bir senaryo olabileceği hissini uyandırıyor. Roman boyunca devam eden bu sahnelenme, fotoğraflanma, izlenme hissi aldığımız anlatım şeklinin yazının devamında bahsedeceğimiz, romanın konusuyla doğrudan yakınlık gösteren bir çağrışım yöntemi olabileceği fikrindeyim.
Romanın merkezinde, Türkiye’nin yakın geleceğinde tasarlandığı varsayılan teknolojik cihaz “mindy” adlı ürün; bu ürünün mucidi Emine ve ürünü pazarlayan şirket Symaze’ye başka güçler tarafından kurulan komplolar onları sabote etmek için bulundukları girişimler yer alıyor. Mindy, fotoğrafı çekilen kimselerin beyin aktivitelerini online olarak gösteren bir fotoğraf makinesi. Ancak sosyal medya çılgınlığının arttığı dünyada, mindy yakın zamanda piyasaya çıktığı hâlde yaşamın bir parçası olmuş durumda, ürünün kullanımında yaşanan teknik bir aksaklık tüm dünya üzerinde bir çalkalanma etkisi yaratıyor.
“Mindy, beyin dalgalarını saptayabilen, beyin aktivitesini farklı renk ve şekillerdeki ışık haleleriyle gösteren bir fotoğraf makinesi. Mindy ile çekilen fotoğraflar da (mindyfo) otomatik olarak remindy.me sitesine yükleniyor, ve paylaşılıyor.” (s.14)
Zaman içerisinde çekilen “mindyfo”larda beyin aktivitelerini gösteren halelerin bulunmadığı yani normal insanlardan farklı beyin yapısına sahip kimseler belirmeye başlar. Ve ürünün mucidi olan bilim insanı Emine başta olmak üzere herkes bu halesiz kimselerin kaynağını, kim olduklarını öğrenmeye çalışır. Dünya üzerinde bir teknolojik cihaz ve onun paylaşım platformunun kitleleri ayağa kaldıracak, onları örgütleyecek ve canlarını kaybetmeyi göze alacak eylemlere sürüklemesi günümüz sosyal medya çılgınlığının gelecekte ne boyutlara varabileceği üzerine öngörü niteliği taşıyor:
“Ekranda bir halesiz, dünyadaki ruhlulara seslenen bir pankart tutuyor: ‘Ruhlular, cehennemden kurtulun, TV kulelerinden atlayın, bekliyoruz.’ “ (s. 80)
“Silahlı bir grup, Londra’daki bir televizyon kulesinden topluca atlamış, karşı tarafa geçebilmek için. Tabii feci şekilde can vermişler. Amerika’nın çeşitli şehirlerinde insanlar binlerce kişilik gruplar halinde caddelerde Mindy’nin mor flaşını patlata patlata yürüyormuş, halesizleri –kimse onlara ruhlular demiyor- temizlemek için.” (s.81)
Bu mesele ile birlikte romandaki bilimkurgu unsurları fantastik bir noktaya ilerler. Gizemli bir evrenin varlığı, o evrendekilerin yaşadığımız dünyayla münasebeti üzerine birçok soru işareti oluşur. Romanda bir noktaya kadar bu halesiz kimselerle birlikte, hikâyenin bir paralel evrene açılacağı vaadi devam eder, ancak işler okuyucunun beklediği gibi gitmeyecektir:
“Sinema salonunda perdeye film yansır, sen perdenin önüne geçersen görüntüyü görürsün ama dokunamazsın ya, onun üç boyutlusunu düşün. Bir boşluğun üzerine bu dünyanın görüntüsü düşmüş gibi. Her şey soluk. O görüntünün ortasında yaşıyoruz. Yeni gelenlerin kafası çok karışıyor başta, sonra herkes alışıyor ama. İstemediğin zaman görmemeyi öğreniyorsun.” (s.127)
Romandaki bilimsel altyapının mucidi olan Emine karakteri, onun yaşam tarzı ve onun yaşam tarzından hareketle romanda kurulmuş olan evrende geçerli olan normaller; romanın meselelerini sosyal anlamda güçlendiriyor. Emine’nin genç ve başarılı bir kadın olmasının yanında muhafazakâr hayat tarzına sahip olduğu bilgisi roman boyunca ön plana çıkarılıyor. Emine’nin giydiği kıyafetlerin markalarına -dolayısıyla sahip olduğu imkânlara- dikkat çekildiği gibi bir yandan romanda aynı burjuva kesimden kadınların tamamının türbanlı olduğuna dair bir vurgu söz konusu.
“Üzerimde gri bir MaxMara tulum, Armani bebe yaka beyaz bluz, gece mavisi rahibe türbanı, Cazabat botlar. Kapının önünde şık bir Jeep, şoför…” (s.14)
Emine karakterinin ve yakın çevresinin muhafazakârlığı da yine toplum tarafından sınırları çizilmiş bir hayat tarzının parçalarını oluşturuyor. Emine, günlük yaşamında alkol kullanmayan, namazını kılan bir Müslüman kadın modeli sergilemesine karşın geceleri farklı peruklar takıp daha dikkat çekici giyinerek Nişantaşı’nda, Beşiktaş’taki içkili mekânlara vakit geçirmeye gidiyor. Yani arzu ettiği hayat tarzına temas edebilmek için başka bir kişiliğe bürünmeye ihtiyaç duyuyor.
Bu noktada romanda tasarlanmış olan yakın geleceğin Türkiye’sinde, bir İslam devriminin yaşandığı ya da en azından siyasal İslam’ın gücünün gözle görülür bir yer edindiği bir ülke modeli görüyoruz. Bu ülkede başarılı ve prestijli bir iş sahibi olan Emine’nin yanında onunla aynı burjuva sınıfına mensup iş arkadaşlarının isimleri yine Mukaber, Rumeysa, Taha, Hidayet, Mebrure gibi bilhassa belli bir muhafazakâr kesimi sembolize edecek biçimde seçilmiş.
“Araba bizim şirketin havalı ve biraz Google’ı andıran kampüsüne giriyor. … Binanın girişi de etkileyici değil mi? … Duvarda kufi yazıyla yazılmış labirenti andıran dev bir ‘Ayete’l- Kürsi’ panosu”. (s.16)
Toplumda nihayete ermiş bu güç dağılımını yine kahramanların idari işlerini hâlletmeleri gereken durumlarda emniyetteki, dış hatlardaki “adamlarına” yaptıracakları bahsi, devletin öncelikle muhafazakar kesime hizmet eden bir kurum olduğuna işaret ediyor. Sincaplı Gece içinde tasarlanmış Türkiye modelinin bir distopya olarak da okunabileceği kanaatindeyim. Romanın merkezinde bulunan “mindy” adlı cihazın kullanımının olumsuz sonuçları, yeni sürümünün tasarlanması gibi teknik meselelerin yoğunluğu romanı distopik bilimkurgu sınırlarına çekiyor. Romanda yine bu sebepten ilgi çekici bir yöntemin denendiğini düşünüyorum. Edebiyatta distopya üzerine düşündüğümüzde akla ekseriyetle yer ve zaman kavramlarından azade tasarlanmış, belli bir millete mensup olmayan kahramanlardan çizilen evrenler geliyor. Cem Akaş’ın Sincaplı Gece’de yarattığı evrenin ise önümüzdeki on yıllarda Türkiye’nin panoraması olabilecek bir tabloya benzemesi romanı daha dikkat çekici kılıyor. Bu sebeple romanın günümüzde zihinleri meşgul eden eski Türkiye- yeni Türkiye karşılaştırmalarının sonraki aşamasının ne olabileceğine dair bir ön izleme niteliği taşıdığını söylemek mümkün. Romanda bir noktada “dinozorlar” üzerinden başlayan sohbet içerisinde meselenin ucu evrim teorisine uzandığı için “dinozorlardan okullarda bahsedilmediği” dolayısıyla eğitim sisteminin dahi otoriteye bağlı olarak şekillendiği bir hükümet gölgesi düşüyor kurguya.
Yine romanın merkezinde bulunan “mindy” cihazının bizzat varlığı, günümüz bakış açısıyla bakıldığında kişinin beyin aktivitelerini yansıtıp ve bundan herkesin haberdar olabilmesine sebep olduğu için ürkütücü bir tasarım olarak karşılanır. Romanda bu teknolojinin zarara uğramasının uluslararası krize, farklı şirketlerin çıkar çatışmasına üstüne global bir çalkantıya neden olması da kişi üzerinden toplanan bilgilerin günümüz dünyasında ticari bir malzeme ayrıca iktidar için kontrol mekanizması olması durumuna işaret ediyor. “Mindy”nin günümüz insanına ürkütücü gelmesi, on yıllar öncenin zihniyetiyle de günümüz teknolojisinin uygunsuz karşılanabilir olduğunu düşündürüyor. Örneğin teknolojik cihazlarımızla anlık aktivitelerimizi, kimlerle vakit geçirdiğimizi, konum bilgilerimizi paylaşıyor olmamız bugünün teknolojisinde yaşamayan bir zihniyet için çılgınlık addedilebilir.
Sincaplı Gece üzerine bahsettiğimiz gibi kurgusuyla günümüz problemlerini gerçekten gerçeküstüne giden bir çizgide ele alıyor. Sosyal medya çılgınlığı, taraflı yayınlar, otoriter rejimler, toplumda keskin hâle gelen sosyal sınıflar; okuyucu için aşina olduğu bir hikâyenin devamını sergiliyor. Öyle ki Cem Akaş’ın dozundaki mizahi anlatımı sayesinde bu sert meseleler okuyucunun yüzüne çarpmayacak hiddette ayarlanmış durumda, yalnızca buruk bir gülümsemeyle karşılıyor.