
Aynur Kulak
Çağdaş edebiyatımıza farklı ve nitelikli metinler kazandırmaya devam eden Yeşim Erdem’in Filedelfiya Hikâyeleri kitabı aslında ilk olarak artık yayın hayatına devam etmeyen Ayizi Yayınları tarafından 2011 yılında okurlarla buluşturuldu. Baskısı bulunamadığı için Can Yayınları’ndan çıkan yeni baskısıyla bizimle buluşan hikâyeler için Yeşim Erdem’in ilk söylediği; “Ben bu hikâyeleri yazarken konseptlerden yola çıkmadım. Özel olarak bakmak, irdelemek istediğim politik varoluşlar yoktu. İmgelerden, izlenimlerden, duygulardan yola çıktım.” Hikâyelerin yazımı ve ilk basımı sonrası günümüze kadar gelinen sürede son derece geniş bir perspektifte hikâyelere dair objektif bir bakışın oluştuğu muhakkak. Yeşim Erdem’in şu iki cümlesi bu durumun en iyi örneği: “Kitap bence son derece interaktif bir medium. Ben bu kitapta anlatmak istediğim hikâyeleri tam da istediğim gibi anlattım.” Söyleşimiz için buyurun lütfen.
Filedelfiya Hikâyeleri ile ilgili ilk merak ettiğim en çok hangi imgelerle uğraştığın. Hikâyelerin asıl olan yanlarıyla yüz yüze geldiğin an kazı kazı bitmez imge katmanları adına kafa yorduğunu düşünüyorum. Oradaki kırılmaları, dağılmaları, değişimleri bulduğun an hikâyeler tek tek yazılır hale geliyor sanki, kafanda uçuşan imgeler anlam kazanıyor gibi, ne dersin?
Evet o imgeler olmasa bu hikâyeler de olmazdı. Kasaba imgeleriydi uğraştıklarım. Küçükken tüm dünyan yaşadığın ortam oluyor. Herkesin aşağı yukarı aynı ritüellerle yaşadığını varsayıyorsun. Sonra yolculuklar başlıyor. İzmir’de okul, Ankara’da üniversite, İstanbul’da iş derken ve yeni yeni insanlarla tüm bu yeni dünyaları keşfederken kasaba hayatın hem küçülüyor, hem biricikleşiyor. Asında bir nevi imgeleşiyor. Mesela ev kadınlığı… O anneler aslında full time ücretsiz çalışan işçiler. Yazın kış için yapılan hazırlıklar başlı başına büyük mesai. Mutfağın bir köşesinde koca bir leğende şişen, karılan tarhananın ekşi kokusu, balkonda güneşte bırakılan reçel tepsilerinin üzerinde dolanan arılar, ipe dizilen biberler, patlıcanlar vs.. Sonra bahçede kazanda kaynatılan beyaz çarşaflar, saçta pişen yufkalar, yorgancıya tiftirilen yastıklar yorganlar… Maddi durumu ne kadar iyi olursa olsun evini de kendi temizleyip çocuklarına da kendi bakan bu anneler her zaman da güzel görünmeyi becerirdi. Boyacı ritüeli başlı başına bir hikâye zaten. Tek bir boyacının neredeyse bütün yaz bir evde çalışması imgeleşmeyi hak etmiyor mu? Bu örnekleri daha üç sayfa yazabilirim! Tabii hepsi böyle şeker de değil. Kısıtlar, edepler, adaplar, ayıplar, yasaklarla kurulmuş ataerkil bir toplum düzeni söz konusu. Bunu hikâyelerde görüyoruz zaten. Esnaflıkla kol kola giden sağcılık. Beş vakit namazında bir dindarlık ama en az onun kadar koyu laiklik. Önce Allah sonra Atatürk diye konuşan bir karış çocuklar! Sanırım beni çeken bunların ileriki hayatımda nostaljiye dönüşmesi değildi. İçinde geçmişe özlem, sıla hasreti gibi duygular yok. Zira o kasaba hala benim hayatımda, ev bile yerli yerinde duruyor. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışına rağmen yaşadığım yerler içinde en az bireysel olanıydı. Bilmiyorum o kollektif bilinç, doğal dayanışma ağı, ritüeller, dini bütün Atatürkçülük kasaba yaşamını özel kılan şeyler. Yoksa bir ikisi hariç Türkiye’de kasabalar estetik olarak güzel değildir. Büyüme çarpıktır. Viranlıkla zenginlik dip dibedir. Ama bu bile insanın dönüp dönüp bakacağı bir dolu imge yaratır.
Başlayan, süren ve sonlanan dört hikâye okuyoruz. Bu hikâyeleri ilk olarak melodram yapıları üzerinden konuşabilir miyiz? Fakat bu soruyu dönemle, anlatımla, olaylara bakış açısı yönüyle sormuyorum. Ya da melodramın diyalog yapısını düşünürsek hikâyelerin bir diyalog içerisinde olduğunu da düşünmüyorum. Bu yüzden hikâyeleri ilk önce salt melodram yapılarıyla konuşabilir miyiz desem, cevabın ne olur?
Bu soru üzerine melodrama dair biraz okuma yaptım! Benim için sadece abartılı drama, gerçekçi olmayan kurgu ve bir miktar karikatürize karakterler gibi bir hissi var melodramın. Biraz eski Yeşilçam filmlerinin etkisi sanırım. Ben oldukça gerçek bir coğrafyada gerçekçi kurgular yarattığımı ve karakterlerin hayal ürünü de olsa yaşayan karakterler olduğunu sanıyordum! Ama okudukça anladım ki senin dediğin bunu reddetmiyor ama hikâyelere farklı bir boyut ekliyor. Shakespeare’den Grey’s Anatomy’e geniş bir skalada karşımıza çıkan, zaman zaman hor görülse de zamana dirençli bir yanı var melodramın. Haklısın. Reyhan teyze çok gerçekçi bir hayal olabilir ama onun o mahallede bu şekilde konumlanışı ve peşpeşe yaşadığı talihsizliklerde melodramatik bir yapı var. Ama daha da önemlisi anlatıcı küçük kızın ruhunda yarattığı savrulmalarda var. Ben o boyacıyı çok iyi tanıyorum ama onun o aileyle olan münasebetinde ve hislerinin derinliğinde melodram var. Kötü adam bir yandan ne yaşadıysa hak ediyor, bu kafayla cillop bir hayat yaşasa gerçekçi olmazdı ama yine de onun başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmiyor ki o da aynen böyle anlatıyor. Abim hikâyesinde, özellikle sonlara doğru yaşanan düellolar bildiğin melodram! Aslında bunu fark etmek hoşuma gitti. Hatta kasabanın hamurunu melodrama biraz olsun girmeden hissettirebilmenin mümkün olmayacağını düşündüm. Kitabın adının Alaşehir değil de Filedelfiya Hikâyeleri olmasıyla ilgili Önsoz’e yazdıklarım aslında bu yanına işaret etmiş. Bir gün Yıldırım Beyazıt Filedelfiya’ya gelmiş ve ‘bu ne ala bir şehir’ demiş. Böylece adı Alaşehir olmuş. Bu hikâyeler de böyle. Biraz söylenti, biraz Bizans entrikaları, biraz da sahici yerel dinamiklerle örülü Filedelfiya Hikâyeleri.
Hikâyeler boyunca çocuklar, abiler ve ablalar, onların hayatlarını nasıl inşa ettikleri ve annelerin burada oynadıkları roller önemliymiş gibi fakat, aslında daha fazlası var. Bu hikâyelerin feminist bir temsilden çıktığını düşünürsek hikâyelerdeki anneler ve tüm kadınların temsil ettikleri var olma sebepleri adına daha üste çıkan bir anlam var. Bir kasabada anne olma, kadın olma, kız çocuğu olma ve büyümüş olmaya dair anlatmak istediklerini anlatabilmenin duygusunu konuşabilir miyiz?
Ben bu hikâyeleri yazarken konseptlerden yola çıkmadım. Özel olarak bakmak, irdelemek istediğim politik varoluşlar yoktu. İmgelerden, izlenimlerden, duygulardan yola çıktım. Onların sayfalara akıttığı hikâyeler bir yandan yukarıda bahsettiğin tabloyu ortaya koydu. Biz toplum olarak her şeyin aslında politik olduğu gerçeğini yeni yeni içselleştiriyoruz. Demek istediğim; kasabada kadın, anne, çocuk, gey olmak üzerine ya da genel olarak meseleler üzerine bir dert anlatma amacı taşımamam, çıkan metnin politik olmadığı anlamına gelmiyor. Zaten yazmanın kendisi başlı başına politiktir bence. O yüzden feminist temsil diyorlar kabul ediyorum. Büyüme öyküleri diyorlar kabul ediyorum. Erkek narsisizmi, muhafazakâr baskı, aile şiddeti vs… hepsini kabul ediyorum. Kitap sizden çıkıp okurla buluşunca, her okumada tekrar tekrar yazılabiliyor ve o noktada artık sizin kitabınız üzerinde öyle çok da köşeli bir hakkınız kalmıyor. Bence olması gereken de bu. Dahası ben bunu çok seviyorum. Kitap bence son derece interaktif bir medium. Ben bu kitapta anlatmak istediğim hikâyeleri tam da istediğim gibi anlattım. Sağım Solum Önüm Arkam’ı basıldıktan uzun süre sonra tekrar okuduğumda, editlemek istedim. Filedelfiya Hikâyeleri’nde bu duyguyu hiç yaşamadım. Çok net ve saf bir yerden yazılmış olduklarını düşünüyorum ve zihnimi demek istedikleri, anlatmak istedikleriyle pek karıştırmıyorum. Ama okurlar yapınca bundan çok hoşlanıyorum ve çoğu zaman katılıyorum!

Reyhan Teyze hikâyesi dışında “Boyacı”, “Kötü Adam”, “Abim” hikâyeleri adına Filedelfiya Hikâyeleri’nin aslında temelde erkek hikâyeleri olduklarını söylesem ne söylemek istersin? Mustafa, İbrahim ve Ahmet. Görünürde kadın hikâyeleri okuyoruz, evet ama gizlide kalamayacak oranda, açık şekilde, erkek hikâyeleri de okuyoruz, öyle değil mi?
İlk basıldığı zamanlarda kalabalık bir masada pek de tanımadığım benden biraz büyük bir adam, kitabı okuduğunu ve erkek dünyasını bu kadar iyi anlatmama şaşırdığını söylemişti. Bana kendimi çıplak hissettirdi demişti. Doğrusu ben de çok şaşırdım zira o dünyayı böyle bir farkındalıkla yazmadım. Hatta erkekleri çok daha kolay yazdığımı söyleyebilirim. Belki hemcinslerime karşı farklı bir sorumluluk hissediyorum. Kendimize yer yaratmak için daha çok uğraşmak zorunda kaldığımız ve hatta bedeni, duyguları ve düşünceleri üstünde söz sahibi olabilmek için mücadele etmemizin gerektiği bir dünyada yaşamamızın sonucu olabilir. Kadının ne dediği, nasıl dediği, ne demek istediği, aslında öyle derken neleri gizlediği, ondan bekleneni derken aslında gerçekte ne düşündüğü gibi katmanlar var kadını yazarken hesaba katman gereken. Tabii bir de onun adına tüm bunları bildiğini düşünen, öyle düşünmese de adına konuşmakta hiç beis görmeyen erkek hoyratlığı var. Sanırım o hoyratlıktan yazmanın daha kolay, daha net bir yanı var. İbrahim’in birinci tekil şahıstan kendi ‘kötü adam’lığını anlatması ne kadar erkek ne kadar kadın hikâyesi gerçekten bilemiyorum. Abim’i nereye koyarız mesela? Bu ayrıma gerek olduğunu düşünmüyorum aslında. Kasaba dinamiklerinde kurulan ilişkiler içinde bir yanıyla sivrilen, ayrıksı düşen insanlara dair aidiyet hikâyeleri demek bana daha doğru geliyor.
Hikâyelere dair en dikkat çekici olan şuydu; bu erkeklerin anneleri tık diye ölüyorlar, ortada hiç problem yokken ama kız kardeşlerinin de annesi olan bu anneler ölmeye uzun süre önceden başlıyorlar. Erkeklerin bu dünyayla, yaşamla, anneleriyle kız kardeşleri, eşleri ve kadınlarla ilgili yadsıyarak yaşamak istedikleri şey ne tam olarak?
Güzel bir gözlem ve soru. Aklıma kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık ifadesi geldi. Biraz klişe belki ama madem benim hikâyelerim melodram, yakışır diye düşünüyorum! O zaman ve o coğrafyayı da hesaba katarak bakınca, erkeklere yüklenen beklentinin çok ters teptiği hikâyeler bunlar. İbrahim’in de Ahmet’in de kendilerini, tabiri caizse, gümbür gümbür ortaya koymaları bekleniyor. Varlıktan gelmişler, bunu korumak veya büyütmek onların sorumluluğu. Ağa çocuğu olarak pohpohlanarak büyütülmüş İbrahim için sorumluluk belki daha da büyük. Çünkü evin kadınlarından da o sorumlu. Ama hiçbir zaman bunu alabilecek kadar büyüyemiyor. Yapamadıkça zaaflarının esiri oluyor, şiddete yöneliyor. Evinin kadınlarıyla kurduğu ilişki şiddet ve ihtiyaçlı olma sarmalında kendini tekrar edip duruyor. Dünyanın o kadar merkezinde ki, kadınları asla kendinin dışında varlıklar olarak göremiyor. Böyle bir insanın annesi uzun bir hastalık yaşamadıysa ancak tık diye ölebilir. Çünkü onun varlığının anneye ihtiyacı var. Annesinin temel varlığı bu ihtiyaca cevap vermek. Ahmet’inki tabii ki daha girift. Ondan temelde erkeklik bekleniyor. Bunu beklenen anlamıyla asla veremeyeceğini kabul edemiyor, bunun suçluluğu elini kolunu bağlıyor. Burada aradığı onayı alamadan ya da bekleneni veremeden annesinin ölebileceğini hayal etmesi çok zor. Dolayısıyla o da tık diye ölüyor.
Kadınlarla ilgili yadsıyarak yaşamak istedikleri pek çok şey aklıma geliyor. Aslında kendi yazdığım karakterlere çok psikanalitik bakmayı sevmiyorum. Bu okuru da bir tanım içinde kısıtlıyor diye düşünüyorum ama bu verdiğim cevapta, yadsıyarak yaşamak istedikleri şey en çok ‘öfke’ gibi görünüyor. Bunun altına imzamı atmam ama mantıklı bir ihtimal olduğunu söyleyebilirim.
Bazen çok net, altı kalın kalın çizilecek kadar net, bazen de ince ince kendini hissettiren bir gerilim duygusu olması hikâyelerin bir diğer en önemli unsuru. “Yine Boyacı”, “Kötü Adam” ve “Abim” hikâyeleri düşünüldüğünde, yani evin içinde erkekler olduğunda söz konusu gerilime neden sırtımızı dönemiyoruz? Üstelik “Boyacı” öyküsünde evin içindeki erkek, o evin erkeği de değil, bir boyacı. Ama arzunun, isteğin, tabiri caizse pusuya yatmanın, görünmez olarak olayların merkezine sızabilmenin kontrolcü erkek gerilimini inanılmaz derecede güçlü hissediyoruz. Neden?
Çünkü kontrolcü erkek gerilimi çok gerçek bir olgu. Bunu o zaman ve coğrafyayla sınırlamam pek mümkün değil ama sonuçta oldukça ataerkil bir toplumda 1980-2010 arası dönemlerde geçen hikâyeler bunlar. Daha önce dediğim gibi bir argüman ortaya koymak ya da bir duruşu temsil etmek derdiyle yazılmadı hiçbiri. Zihnimdeki imgelerin, izlenimlerimin yarattığı kurgular. Demek oradaki erkek böyle. Misal, annelerin yönettiği bir düzen okuyoruz ama genel asayişi babalar sağlıyor. Kadınlar o şemsiyenin altında ıslanmamaya gayret ederek bin türlü iş çeviriyor. Ve bu bir bakış açısı değil aslında, gerçek.

Annelik, kadınlık, kız kardeşlik, erkeklik, gerilim derken toplumsal cinsiyet normları ve eşcinsellik üzerine hikâyelerin konuyu ele alış biçiminin alışılmışın dışında olduğunu da konuşmak istiyorum. Genellikle baba-oğul, anne-oğul, karı-koca arasında ele alınan konularla karşımıza çıkarken Filedelfiya’da kız kardeş-abi üzerinden okuyoruz meseleyi. Ve bir tür kovalamaca, akıl oyunu, yakalama ve yenme üzerinden okuyoruz sanki, ne dersin? Gerilimi yüksek ve çözülmesi gereken bir suç hikâyesi gibi okuyoruz hatta. Bu benzetmeyi hikâyenin beni nasıl içine çekebildiğini anlatabilmek için yaptım. Zira bireye dair tüm çözümler ve tüm düğümler aile içerisindedir, cinsellik ve cinsiyet kavramı da bunun başında geliyor öyle değil mi?
Haklısın. Düğümler de, çözümler ya da çözümsüzlükler de başta aile içindedir. Ama tabuların ilk temsilcileri de ailedir. Burada, eşcinsellik tabusunun aile içinde asla masaya yatırılmıyor oluşunun hikâyesini okuyoruz aslında. Bu bana bizim toplumumuzda daha gerçekçi geliyor açıkçası. Yüzleşme kültürü bizim için görece daha yeni. Orada da şimdilik birbirimizin başını gözünü yarıyoruz sanki! Daha yaygın ve daha makbul olanı bunun ömür boyu dolapta kalması. Hatta bazen herkes bilse bile yokmuş gibi yapılması. Nedir bilmiyorum, bunu konuşabilecek donanıma sahip olmamak mı, konuşulduğu an atamayacağın satamayacağın evladınla ne yapacağını bilememek gibi bir durum içinde kalmaktan korkmak mı, ağızdan bir kere çıkınca geriye dönüşü olmayan bir gerçeklik kazanacak, susulursa belki düzelir diye düşünmek mi… Ailenin daha genç bireyleri arasında paylaşılma ve konuşulma ihtimali yüksek ama. Sanırım o yüzden kız kardeş-abi üzerinden okuyoruz meseleyi.
Gerilimi yüksek ve çözülmesi gereken bir suç hikâyesi ifadesi hoşuma gitti. Anlatıcı olan Ayşe karakteri olaya biraz öyle yaklaşıyor. Onun için bu çözülmesi gereken bir suç hikâyesi. Suç olan şey de ailesinin ya da abisinin suç saydığı şeyin tam aksi: Dolaptan çıkmamak. Düelloların yaşanması da bu yüzden. Aslında iyi ile kötü arasında değil bu düello. İki suç arasında. Abim öyküden ziyade novella sayılabilir. Gün be gün devam eden bir aksiyon, kovalamaca, bir gizemi aydınlatma mücadelesi var. Benim için de romana giriş denemesi oldu diyebiliirim. Sonrasında roman yazmak istedim.
Roman okumayı, özellikle klasik romanları okumayı sevdiğini, roman yazmayı sevdiğini biliyorum. Ama görüyoruz ki, hikâyelerin de çok içerden yazılmış ve çok iyi. İki kulvarda da devam etmeyi düşünüyor musun?
Sırada yeni bir roman var. Onu yazdım. Hedef bu yıl içinde yayınlanması. Yeni romanımda oldukça katmanlı bir olay örgüsü var. Onu kurmak da, akış esnasında saptığı türlü türlü yolları bir bütünlük içinde tutmaya çalışmak da, editlemek de epey meşakkatliydi. O esnada Filedelfiya Hikâyeleri çıktı ve bu roman çalışmasının üstüne onu tekrar okumak bana cok iyi geldi. Sonrasında yarattığı muhabbet de beni tekrar hikâye yazma konusunda heveslendirdi. Hikâye dünyasının görece sadeliği şu an çok çekici geliyor. Aklımda bir fikir oluştu. Bakalım…